Geçtiğimiz yıl The Economist dergisi “ Devlet Kapitalizminin Yükselişi” başlıklı bir rapor yayınladı.1 Rapor Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ekonomilerin hızla büyüyerek küresel düzeyde giderek artan bir güce sahip olmalarında devlet kontrolündeki dev şirketlerin oynadığı rolü ele alıyordu. Konuyla ilgili tartışmada, “piyasanın görünmez elinin yerini devletin görünür eline bırakması” ve bunun içerdiği otoriter eğilimlerle ilgili endişeler dile getirilmişti. The Economist gibi önemli ve etkili bir derginin küreselleşen piyasa ekonomisi içinde devlet müdahalesinin azalmayabileceğine, aksine küresel ekonominin bazı önemli aktörlerinin sergiledikleri çarpıcı büyüme performansının devlet müdahalesiyle gerçekleştiğine dikkat çekmesi önemliydi. Ama dikkat çekilen olgunun devlet şirketleriyle veya devletin üretim alanında doğrudan yer almasıyla sınırlı olmadığını görmek de önemli. Bu yazıda kısa bir tarihsel arka planla birlikte tartışılacak olan Türkiye örneği, küresel ekonomiye entegre olmuş bir piyasa ekonomisinde devlet müdahalesinin biçim değiştirerek özel sekörün gelişmesini etkilemeye devam ettiğini gösteren farklı bir örnek oluşturuyor.
Ulusal kalkınmacı dönemde sermaye birikimi
20. yüzyıl Türkiye’sinde özel sektörün gelişmesi, müdahaleci ve korumacı politikalara dayanan bir ekonomik gelişme ve sanayileşme modeli içinde yer aldı. Kamu İktisadî Teşekkülleri (KİTler) enerji, madencilik ve imalat sektörü üretiminde önemli bir rol oynadılar. Ağırlıklı olarak dış rekabetten korunmuş iç pazarlara yönelik üretim yapan özel sektör kuruluşları için, maliyeti düşük krediler, KİTlerin sağladığı ucuz girdiler veya arazi tahsisleri gibi teşvikler ile ithalat izinleri ve döviz kotaları büyük önem taşıyordu. Bunların yanı sıra, kamu altyapı yatırımları, devletle çalışan müteahhitler için önemli bir iş alanı ve sermaye birikimi kanalı oluşturuyordu. Bütün bunlar sermaye birikimi süreçlerinde siyasî unsurların önemli rol oynadığı bir özel sektörün ortaya çıkmasına yol açtı. Teşvik sistemi, özellikle büyük işletmelerin gelişmesini hedef alarak oluşturulmuş bir sistemdi ve bu işletmelerin devletle ilişkileri uzun zaman, gönüllü üyeliğe dayanan işveren örgütlerinin bulunmadığı bir ortamda sürdürüldü. Türk işadamları büyük ölçüde devlete bağımlı olarak, siyasî yetkililerle partikülarist ilişkiler içinde geliştiler; izlenen ekonomik gelişme stratejisini ve uygulanan iktisat politikalarını yönlendirmekten çok, politik ortama uymaya ve bu ortamdan ekonomik çıkar sağlamaya gayret ettiler.2
Zaman içinde, gelişen özel sektörün devletle ilişkileri de değişmeye başladı. Bu süreçte, 1971 yılında bir grup büyük işadamının gönüllü işveren derneği TÜSİAD’ı (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği) kurmaları önemli bir dönüm noktasıydı. Bu gelişmeyi rüştünü ispat etmeye başlamış bir burjuvazinin ekonomik ve siyasî karar alma süreçlerinde daha çok söz sahibi olma talepleriyle ortaya çıkması olarak yorumlamak mümkün olabilir. Ama gelişme doğrusal bir çizgide ilerlemedi. Türkiye ekonomisi dışa açılıp küresel piyasaya entegre olduktan sonra, özel sektörün gelişmesi başka bir seyir izlemeye başladı. Yeni ortamda, siyaset yeni müdahale biçimleriyle ekonomik faaliyeti etkilemeye devam etti ve iş dünyasında yeni aktörlerin belirmesine yol açan dinamikler ortaya çıktı.
Şekil değiştiren devlet müdahalesi
ve özel sektör3
2000’li yıllara kadar ekonomik liberalizasyon yönünde önemli adımlar atıldığını ama serbest piyasa ekonomisinin dengeli işleyişi için gereken düzenlemelerin yapılmadığını görüyoruz. Dönemin uluslararası düzeyde etkili olan piyasa köktencisi ideolojisiyle uyumlu bu gelişme bir dizi ciddi ekonomik krize yol açtıktan sonra, 2001’deki fevkalade şiddetli bir krizin ardından, o dönemde başta olan koalisyon hükümeti bir dizi yapısal reformu hayat geçirdi. Dünya Bankası’nın üst düzey yöneticilerinden Kemal Derviş’in adıyla anılan bu reformlar, bağımsız denetim kuruluşları aracılığıyla özellikle finans ve enerji sektörlerini düzenlemeyi, kamu ihalelerinde şeffaflık sağlamayı ve özelleştirme sürecinin kurumsal çerçevesini oluşturmayı amaçlıyordu. Amaçlanan, ekonomiyi kendi kurallarına göre işleyen piyasalara bırakmaktan çok, siyasetçilerin ekonomiye keyfî müdahalesini engelleyen bir yönetişim sistemi oluşturmaktı.
2002’de iktidara gelen AKP hükümeti 1990ların ekonomik krizlerinden aldığı dersle ve Türkiye ekonomisinin sermaye girişlerine ne ölçüde bağımlı olduğunun bilinciyle4, yatırımcıların güvenini sarsacak şekilde davranmamaya özen gösterdi. Dolayısıyla, Derviş reformlarına karşı açık bir tavır almaktan kaçındı, bu reformların en azından finans sektörüyle ilgili yanlarını korumaya dikkat etti. Merkez Bankası bağımsızlığı ve bankaların denetimi, 2000’li yıllarda finansal krizleri engellemekte oldukça başarılı oldu. Ama ekonominin reformların amaçladığı şekilde, siyasî müdahaleden bağımsız işlemesi pek de mümkün olmadı. Doğal olarak, 1980 öncesinde devletin özel sektöre sağladığı bazı imkânlar yeni ekonomik düzen içinde ortadan kalkmış durumdaydı. Ama sonuçta, devlet müdahalesi azalmaktan çok biçim değiştirerek sürdü ve devlet desteğiyle gelişen yeni sermaye grupları ortaya çıktı.
Bu biçim değiştirme sürecinde eskiden beri sermaye birikimi ve şirket kârlarını etkileyen çok önemli bir mekanizma olan kamu ihalelerinin önemini koruduğunu görüyoruz. İhale süreçlerinde şeffaflık sağlamak ve keyfî müdahaleleri önlemek amacıyla Ocak 2002’de çıkarılan Kamu İhale Kanunu’nda AKP döneminde yirmiden fazla değişiklik yapıldı ve kanunun 150’den fazla maddesi değişikliğe uğradı. Bu değişiklikler arasında bazı ihalelerin kanun kapsamı dışına çıkarılması veya ihalelere istisna hükümler getirilmesi yer alıyordu. Belki daha da önemlisi, bağımsız denetim mekanizması olarak oluşturulan Kamu İhale Kurumu’nun yetkilerinin giderek kıstlanmasıydı. Hükümete bazı sermaye gruplarına avantaj sağlamak üzere sürece müdahale imkânı veren bu tür değişikliklerin, zaman zaman Avrupa Komisyonu’nun Türkiye İlerleme raporlarında eleştirildiğini biliyoruz.5
Türkiye ekonomisinde, yazının başında değindiğimiz The Economist raporunda ele alınan türden dev şirketler aracılığıyla süren bir devlet kontrolünden söz etmek mümkün değil. AKP döneminde özelleştirme yönünde önemli adımlar atıldı. Bu özelleştirmelerin bazıları yeni ortaya çıkan girişimci grupların elinde sermaye birikimi süreçlerine katkı sağladı ve yeni girişimcilerin ortaya çıkmasına yardım etti. Aynı zamanda, bazı önemli alanlarda özelleştirme devletin ekonomiden çekilmesine yol açmayacak biçimde gerçekleşti. Mesela, enerji sektöründe doğal tekeller özelleştirilirken, üretim ve dağıtım alanında lisans alma süreçlerini ve lisans alan şirketlerin faaliyetlerinin denetimini belirleyen yasal mevzuattaki değişikliklerle bazı özel girişimcilere avantaj sağlayabilme imkânı yaratıldı. Bu gelişmeler zaman zaman basın organlarına da yansıyan yoğun tartışmalara yol açtı.
Özelleştirmenin devletin ekonomideki rolünün azalmasına yol açmayacak şekilde ilerlediği alanlardan biri de sağlık sektörüydü. Özel hizmet sunumunun kamu kaynaklarıyla finansmanını öngören bir model doğrultusunda, özel hastanelere aktarılan kamu kaynakları arttı.6 Sosyal konut alanında, 1984 yılında bu alanda işlev görmek üzere oluşturulmuş bir devlet kurumu olan Toplu Konut ve Kamu İdaresi Başkanlığı (TOKİ), 2000’li yıllarda gayrımenkul piyasasının en önemli aktörü haline geldi ve kamu kesimiyle özel sektör arasında ortaklıkların oluşmasında merkezî bir rol oynamaya başladı. Bu yıllarda yapılan bir dizi değişiklikle, TOKİ doğrudan Başbakanlığa bağlandı, faaliyetleri kamu yatırımları üzerindeki denetim mekanizmalarından muaf hale getirildi ve kamu arazilerinin kullanımıyla ilgili geniş yetkilerle donatıldı. Bugün, TOKİ’nin inşaat sektöründeki özel firmalara arazi tahsis etmek ve kredi sağlamak, bu firmalarla ortaklıklar kurmak, bu amaçla şirketler oluşturmak gibi çok geniş bir spektrumda tanımlanmış yetkilere sahip olduğunu göüyoruz. Bu yetkilerin kullanımı sadece kentsel konut sektörüyle sınırlı değil; altyapı, kültürel varlıkların korunması ve değerlendirilmesi, kırsal mimarinin iyileştirilmesi gibi alanlarda, hem ülke içinde hem başka ülkelerde yürütülen faaliyetlere uzanabiliyor. Dolayısıyla, TOKİ devlet destekli sermaye birikimi süreçlerinin önemini kaybetmediği bir piyasa ekonomisinin önemli bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.7
Devletin girişimcilere sağladığı fırsat alanları hem ulusal hem de yerel düzeylerde yer alıyor. Mesela, TOKİ’yle ilişkilerden sadece büyük metropollerde faaliyet gösteren girişimciler değil, bazı yerel girişimciler de yararlanabiliyor. Daha önceki dönemlerle kıyaslandığında, bugün ulusal düzeydeki büyük kamu ihalelerinin yanı sıra, yerel ölçekte gerçekleşen ihalelerin de iş dünyası açısından önem kazandığını görüyoruz. 2000’li yıllarda, Kamu İhale Kanunu, Belediye Kanunu ve Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda yapılan değişikliklerle yerel yönetimler yeni ekonomik yetkilere sahip oldu. Bu yeni ortamda, yerel yönetimlerle iş dünyası arasında hizmet alımlarını ve farklı yatırım sözleşmelerini içeren ilişkiler gelişti. 1990’larda ortaya çıkan belediye şirketlerinin işleyişini düzenleyen kanunlarda da kamu denetimini azaltacak şekilde değişiklikler yapıldı ve bu şirketlerle özel sektör arasında kurulan ortaklıklar zaman içinde giderek önem kazandı.
Bu gelişmelerin ışığında, “devlet müdahalesinin ölçek değiştirmesi” (rescaling of the state) ve “üretim faaliyetinin yerelleşmesi” (relocation of production) gibi kavramların, devletle iş dünyası arasındaki ilişkinin incelenmesi bağlamında da anlamlı oldukları düşünülebilir. Ama bu kavramlara dayanan açıklamaları değerlendirirken, hem yerel yönetimlere yetki devrinin sınırlarını hem de yerel üretimin ekonominin bütünü içindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu sorgulamakta fayda var.
Yerel sanayi odaklarının ve yerel girişimciliğin gelişmesi AKP döneminde Türkiye ekonomisini ele alan çalışmalarda tekrar tekrar vurgulanan bir tema olarak karşımıza çıkıyor ve iş dünyası içindeki değişmelerle bu değişmelerin siyasetteki yansımalarını açıklamakta kullanılıyor. Ama yukarıda en kaba hatlarıyla çizdiğimiz tablo, tarihsel değişmenin, eski metropollerin devlete bağımlı çalışan özel sektöründen yerelin girişimci potansiyeline dayanarak kendi ayakları üzerinde duran rekabetçi özel sektörüne kayış biçiminde yorumlanmasının pek de mümkün olmadığına işaret ediyor. Siyasî karar süreçleri ve özel sektörle siyasetçiler arasındaki ilişkinin niteliği, girişimcilik başarısını etkileyen bir unsur olarak yerelde de karşımıza çıkıyor. Bunu söylerken, merkezî yönetimden yerel yönetimlere yetki devrinin sınırlarını dikkate almakta da yarar var.
AKP’nin lider kadrosunun siyasî İslam’ın içinde geliştiği Millî Görüş hareketinden geldiğini ve bu hareketin ilk siyasî başarılarını yerel seçimlerde kazanmış olduğunu düşünürsek, bu partinin yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak konusunda diğer partilerden daha açık davranacağını düşünebiliriz. Ama aynı zamanda, merkezî karar mekanizmalarını elinde tutan bir çoğunluk hükümetinin, belediye meclislerinde başka partilerin temsilcileriyle yetki paylaşımına zorlanmaktan hoşlanmayacağı da düşünülebilir. Bugünkü durumda, kentsel düzeydeki büyük altyapı yatırımlarının merkezî devlet kontrolünde yapıldığını görüyoruz.8 Turizm yatırımcılarını ilgilendiren çevre mevzuatıyla ilgili konularda da, kontrolün merkezde tutulması ve varolan yasal düzenlemelerin gerektiğinde değiştirilip esnetilmesi eğilimi önemli görünüyor. TOKİ’nin faaliyetleri ise merkezî hükümetin yerel düzeyde gücünü yeniden üretmesini kolaylaştırıyor.
Devletin ölçek değiştirmesi gibi, üretimin yerelleşmesi konusuna da ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. Sahiden gelişmiş metropolleri gölgede bırakmaya başlayan bir yerel ekonomik gelişme olgusuyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir mi? Yerelde belirli bir ekonomik canlanma olduğu inkâr edilemez. Bu canlanmanın bir tezahürünü İstanbul Sanayi Odası’nın (İSO) yayınladığı Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu listesinde yer alan yerel şirket sayılarındaki artışta görebiliyoruz. İSO anketine göre, 1980 yılında en büyük 500 sanayi şirketi arasında Gaziantep, Konya ve Kahramanmaraş gibi şehirlerde faaliyet gösteren şirketlerden hiçbiri yok. 2011’e geldiğimizde, bu şehirlerden, sırasıyla 19, 8 ve 6 şirket listeye girmiş durumda. 1980’de, Kayseri’de faaliyet gösteren dokuz şirket İSO listesinde yer alırken bu sayı 2011’de 12’ye çıkmış. Benzer bir gelişmeyi, İSO listesindeki şirket sayısı 1980’de 5’ten 2011’de 11’e çıkmış olan Denizli’nin durumunda da görebiliyoruz.9 Bu, doğal olarak, gelişmiş büyük metropollerin 500 büyük sanayi kuruluşu arasında yer alan şirketlerinin sayısındaki bir azalmaya tekabül ediyor. Mesela, 1980’de İstanbul ve İstanbul’un hinterlandı sayılabilecek Kocaeli’de faaliyet gösteren 259 şirket İSO listesinde yer alırken 2011’de bu sayı 228.10
Bununla birlikte, gelişmiş metropollerin ekonomideki yeri, en azından 2008 krizine kadar, sarsılmamış gibi görünüyor. Özellikle ihracatın veya finansal sektörün gelişmesini gösteren bir veri olarak banka mevduatının coğrafî dağılımına baktığımızda, yeni gelişen yerel sanayi şehirlerinin eski metropollerin karşılaştırılamayacak kadar gerisinde kaldıklarını görüyoruz. Mesela, İstanbul-Kocaeli bölgesinin Türkiye’nin toplam ihracatındaki payı 1980 sonrasında azalmayıp artarak 2008’de yüzde 62’ye çıkmış durumda. Buna Ankara, İzmir ve Bursa’nın paylarını da eklediğimizde, gelişmiş metropollerin ülkenin toplam ihracatının yaklaşık yüzde 80’ini gerçekleştirdiğini görüyoruz. 2008 krizi sonrasında, gelişmiş ülke piyasalarındaki sarsıntıya bağlı düşüşlere rağmen, bu oran 2012’de hâlâ yüzde 75’in üstünde.11 Burada, yereldeki taşeron firmalar aracılığıyla gerçekleştirilen üretimin büyük metropollerdeki şirketler tarafından ihraç edilmesinden kaynaklanan bir yanılsama söz konusu olabilir. Bu doğru olsa bile, ihracat bağlantısını kuran -büyük bir olasılıkla, teknolojik girdi ve finansman ihtiyacını da karşılayan- şirketin yerel şirket olmaması, özel sektörün coğrafî yapısı hakkında bir fikir verebilecek nitelikte.
Banka mevduatının coğrafî dağılımına baktığımızda, 2011’de Denizli, Kayseri, Konya, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerindeki toplam mevduatın Türkiye toplamı içindeki payının yüzde 4 civarında olduğunu, sadece İstanbul-Kocaeli bölgesinin payının ise yüzde 50’ye yaklaştığını görebiliyoruz.12
Özel sektörün yakın dönemde geçirdiği dönüşümleri yerel girişimciliğin gelişmesine vurgu yaparak açıklayan yaklaşımların içerdikleri başka bir sorun daha var. Söz konusu dönüşümün en ilginç yanlarından biri, yakın zamanlara kadar iş dünyası içinde herhangi bir görünürlükleri olmayan, ama AKP döneminde baş döndürücü bir gelişme sergileyen bazı büyük girişimciler ve bunların hükümetle ilişkileri. Bu girişimcilerin genellikle taşra kökenli olduklarını görüyoruz. Ama yeni edinilmiş servetlerinin kaynağında yerel yatırımlar bulunmuyor; yani yerelde gelişip ulusal düzeyde faaliyet göstermeye başlamış bir iş adamları grubundan söz etmiyoruz. Aksine, yerel düzeyde farklı şehirlerde yapılan yatırımların ulusal düzeydeki başarıları izledikleri görülüyor. Sermaye birikimi ve şirketlerin büyümesi, merkezî hükümetle yakın ilişkiler içinde ve yukarıda sözünü ettiğimiz fırsat alanlarında gerçekleşiyor. Madencilik ve enerji sektörlerindeki özelleştirmeler ve işletme lisansları, kamu ihaleleri, inşaat sektöründe TOKİ’yle ilişki içinde gerçekleştirilen yatırımlar ve özel hastaneler, sermaye birikimlerini daha önce tamamlamış olan işadamları gibi, devlet eliyle yaratıldıklarını söyleyebileceğimiz yeni nesil işadamlarının önemli faaliyet alanlarını oluşturuyor. Bu alanlar arasında, özellikle çevreyle ilgili kuralların esnetilmesi bağlamında, siyasî iktidarla ilişkilerin çok önemli olduğu bir sektör olan turizm sektörünü de görebiliyoruz.
Medya sektörü hükümetle iş dünyası arasındaki ilişkinin niteliğini ortaya koyan önemli bir alan oluşturuyor. Her zaman kâr amacıyla gerçekleşmemiş gibi görünen bu medya yatırımları,13 iktidarın medya üzerindeki sorunlu niteliği giderek daha görünür hale gelen kontrolünü pekiştirmeye yardım ediyor. Bu açıdan, sadece AKP hükümetiyle yakın ilişkiler içinde büyüyen yeni girişimcilerin değil, medya sektöründe de faaliyet gösteren eski girişimci gruplarının durumunda da ilginç örnekler bulabiliyoruz. Mesela, birkaç yıl önce medya sektörünün dışında da önemli yatırımları bulunan büyük medya patronu Aydın Doğan’a verilen astronomik vergi cezasının, Doğan’ın sahip olduğu gazete ve televizyon kanallarının AKP karşıtı yayın politikasıyla ilgi olduğunu düşünmek pek yanlış görünmüyor.14 TÜSİAD üyesi eski gruplardan birinin medya sektöründeki konumu da, devletle özel sektör arasındaki ilişkinin bugün aldığı biçim hakkında bir fikir verebilecek nitelikte. Söz konusu grup, AKP döneminde kamu ihalelerine katılarak çok önemli altyapı yatırımları gerçekleştirmeyi başardı. Uzun zaman bağımsız ve eleştirel bir yayın politikası izlemiş olan televizyon kanalı NTV de bu grup bünyesinde yer alıyor. AKP’nin üçüncü kez iktidara geldiği 2011 seçimlerinden sonra, böyle bir yayın politikasının kamu ihalelerine giren bir şirketin ekonomik çıkarlarıyla uzlaşamayabileceğini gösteren bazı gelişmeler yaşandığını görebiliyoruz. Çok tanınan ve izlenen bazı gazetecilerin işine son verilmesiyle NTV’nin bu çıkarlarla uyumlu hale getirildiği söylenebilir.15
Gönüllü işveren örgütleri ve siyaset
Siyasî yakınlık veya husûmetlerin girişimcilik başarısını önemli ölçüde etkileyebildiği bu ortamda, hükümetin gönüllü girişimci örgütlerine eşit mesafede durduğunu da söyleyemiyoruz. 1990’dan sonra, siyasî İslam’ın gelişmesine paralel bir süreç içinde ortaya çıkıp gelişen, söylemleri ve stratejileri içinde İslamî referanslara önemli yer veren bazı örgütler, özellikle MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) ve Fethullah Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen TUSKON (Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) bugüne kadar AKP hükümetiyle sıcak ilişkiler içinde faaliyet gösterdiler. TÜSİAD ve onunkine yakın bir çizgide faaliyet gösteren TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu) ile ilgili olarak aynı şeyi söylemek mümkün görünmüyor. Özellikle TÜSİAD ile hükümet arasında zaman zaman iyice gerginleşen ilişkiler söz konusu. Bu gerginliğin en çarpıcı örneklerinden biri 2010’daki anayasa değişikliğiyle ilgili referandum sırasında yaşandı. O dönemde, TÜSİAD başkanı olan Ümit Boyner’in referandum sürecine yönelttiği eleştirilere cevaben başbakanın “bitaraf olan bertaraf olur” cümlesini sarfetmesi basında geniş yer buldu. Bunun, daha önce Aydın Doğan’a yönelik husûmetin zaten epeyce ürkütmüş olduğu eski iş camiasını daha da tedirgin edecek nitelikte bir tepki olduğu açık.
Hükümete yakın basın organları TÜSİAD’ı devlet desteğiyle büyümüş, yeni rekabet ortamında sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetmek endişesiyle hükümet politikalarına karşı çıkan bir “zenginler kulübü” olarak tanımlamakta çok zorluk çekmediler. Bu yaklaşımda, hükümete muhalefet eden eski tekelci sermayeyle yeni politikalara ayak uydurmayı başaran rekabetçi yerel burjuvazi arasındaki fark tekrar tekrar vurgulandı. Söz konusu yaklaşımın iki açıdan sorgulanmasında fayda olabilir.
İlk olarak, eski “tekelci” sermayenin yeni koşullara adapte olmakta çok zorluk çekmediği söylenebilir. En azından, TÜSİAD’ın 600 üyesiyle bağlantılı 3500 kadar kuruluşun ulusal ve uluslararası piyasalardaki performansı hiç de zayıflamış görünmüyor.16 İkinci olarak, TÜSİAD çizgisinde faaliyet gösteren TÜRKONFED’in, 16 yerel ve sektörel federasyona bağlı 125 derneği temsil ettiğini ve yereldeki mevcudiyetiyle TUSKON’a rakip konumda olduğunu söyleyebiliriz.17 Buna paralel olarak, MÜSİAD gibi küçük ve orta boy Anadolu sermayesini temsil etmek iddiasındaki bir örgütün üyeleri arasında İstanbul ve diğer gelişmiş metropollerde bulunanların önemli bir yer tuttuğunu görebiliyoruz. Örgüte üye kuruluşların sadece KOBİ’lerden oluşmadığı da açık. Aksine, sektörel ve coğrafî konum veya işletme ölçeğiyle ilgili çeşitliliğin, örgütün girdi tedariği, teknolojik bilgi veya sipariş paylaşımı, taşeron firma bağlantıları kurulması, ulusal ve uluslararası pazarlara ulaşım gibi alanlarda, üyelerine daha çok avantaj sağlayabilmesine imkân verdiği söylenebilir.
İş dünyasının hükümet politikalarıyla ilgili tutumunun ekonomik çıkarlardan bağımsız olduğunu söyleyemeyiz. AKP hükümetiyle sıcak ilişkiler içinde sermaye biriktirmeyi ve büyümeyi sürdüren yeni girişimci gruplarının, hükümetin ekonomiye keyfî müdahalelerini sınırlayan denetim mekanizmalarına ve bu tür mekanizmalar içeren bir yönetişim modeline pek sıcak bakmamaları normal karşılanabilir. Buna karşılık, önemli bir sermaye birikimi ve kurumsal gelişme gerçekleştirmiş şirketlerin çıkarlarının, kurallı bir piyasa ekonomisi stratejisiyle daha uyumlu olması ve böyle bir çıkar farklılaşmasının, uluslararası ilişkilerle ilgili tercihlere de yansıması beklenebilir. Bu açıdan, gelişmiş ülke piyasalarında rekabet etmekte güçlük çekmeyen TÜSİAD üyelerinin, genel olarak OECD ülkeleri, özellikle de Avrupa Birliği’yle ilişkilere önem veren bir stratejiyi benimsemeleri, bu ilişkiler çerçevesinde uyulması gereken kuralların sermayenin kendi aleyhlerine gelişen bir süreç içinde el değiştirmesi ihtimaline karşı bir sigorta işlevi göreceğine duydukları inançla da açıklanabilir.
Bugün, Türkiye’de iş dünyasında gözlemlediğimiz polarizasyonu anlamak için, benimsenen toplum projeleri arasındaki farkları da dikkate almak gerekiyor. Bu bağlamda, Ümit Boyner’in TÜSİAD başkanı olduğu sırada yaptığı bir gözlemi hatırlamak faydalı olabilir. Bu, Türkiye’nin büyük Finlandiya olmakla küçük Çin olmak arasında bir seçimle karşı karşıya olabileceğine dair bir gözlemdi ve Boyner’in tercihinin ilk seçenek yönünde olduğu anlaşılıyordu.18 Bu tercihin, Türkiye ekonomisi ve siyasetinin geleceği açısından ne kadar önem taşıyacağı kuşkulu. Ekonomik gücü açısından TÜSİAD hâlâ “bertaraf” edilmesi çok kolay olmayan bir örgüt. Ama bazı üyelere sağlanan avantajlar veya tehditlerle sessizleştirilmesi gayet mümkün. Yukarıda sözü geçen şirket gibi, önemli kamu ihalelerinden yararlanan TÜSİAD üyesi eski şirketlerin varlığı veya AKP döneminde gelişen grupların bazılarının bugün TÜSİAD üyeleri arasında yer almaları, örgütün benimsediği “Avrupai” ekonomi ve toplum modelinin savunmasız kalması ihtimalini güçlendiriyor.
Türkiye’nin küçük bir Çin olması ihtimali pek yüksek değil. Ama 2002’den sonra ve özellikle 2008 krizini izleyen dönemde, Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerinin giderek OECD bloğu dışındaki ülkelere yönelmeye başlaması19 ve Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin giderek inandırıcılığını yitirmesi, sadece devletle iş dünyası arasındaki ilişkinin ve özel sektörün yeniden yapılanma sürecinin nasıl gelişeceğine değil, gelecekteki siyasî gelişmelerle ilgili olarak da neler beklenebileceğine dair bazı ipuçları içeriyor olabilir.
Dipnotlar
1. The Economist, 21-27 Ocak 2012
A. Buğra, “Devlet ve İş Adamları”, İstanbul: İletişim, 1995.
2. Bu bölümde ele alınan konularla ilgili daha ayrıntılı bir tartışma için bkz.: A. Buğra ve O. Savaşkan, “Politics and Class: Turkish Business Environment in the Neoliberal Age”, New Perspectives on Turkey, S. 46 (Bahar 2012).
3. Cari açığın GSİH’nın yüzde 6,5’ine ulaştığı bugün, bu bağımlılık daha da artmış durumda.
4. Bkz. Avrupa Komisyonu, Türkiye İlerleme Raporu 2012, s. 48-49, Brüksel: 2012.
5. 2002 ve 2010 yılları arasında, bu transferlerin Sosyal Güvenlik Kurumu’nun toplam tedavi haracamaları içindeki payının yüzde 14’ten yüzde 31’e çıktığını görüyoruz: Türk Tabipleri Birliği, 2011 Seçimlerine Giderken Türkiye’de Sağlık, s.24, Ankara: Türk Tabipleri Birliği Yayınları, 2011.
6. Kuruluşun sitesinde, TOKİ’nin yetki ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi bulmak mümkün. Bkz. www.toki.gov.tr
7. Yerel yönetimlerin toplam kamu sabit sermaye yatırımları içindeki payı 2010’lara doğru yüzde 40’a yaklaşmıştı; bu oran 2012 yılı itibariyle yüzde 26’ya kadar inmiş durumda. Yerel yönetimlerin kamu sabit yatırımları içindeki payının yıllar itibariyle değişimi Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından hazırlanan Yıllık Programlar aracılığıyla takip edilebilir. www.dpt.gov.tr. Erişim tarihi: 20 Mayıs 2013.
8. Adı geçen beş şehir yerel sanayi odakları arasında en çok sözü edilenler olduğu için bu örnekler kullanıldı.
9. http://www.iso.org.tr/tr/web/besyuzbuyuk/turkiye-nin-500-buyuk-sanayi-k…
10. TÜİK, Dış Ticaret İstatistikleri, http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=12., erişim tarihi: 20 Mayıs 2013.
11. http://www.tbb.org.tr/tr/banka-ve-sektor-bilgileri/istatistiki-raporlar…., erişim tarihi: 20 Mayıs 2013.
12. Medya sektörüne yatırım yapan Ethem Sancak, kendisiyle yapılan bir mülakatta, medya sektörüne AKP ve başbakanını desteklemek için girdiğini; medyada hükümeti destekleyenlerin sayısının artmasıyla kendi misyonunu tamamlayıp sektörden çekildiğini açıkça ifade etmiştir: “Ethem Sancak: ‘Erdoğan’ın İdeallerini Paylaştım, Cebime Bir Faydası Olmadı’”, Milliyet, 27 Şubat 2012. Yükselen girişimcilerden bir diğeri olan Çalık’ın medya yatırımlarının ekonomik sonuçlarıyla ilgili bir değerlendirme için bkz.: Bloomberg Market Magazine, 13 Eylül 2010.
13. Bu konu hem iç hem de dış basında geniş yankı buldu. Konuyla ilgili bir değerlendirme için bkz: “Dogan v Erdogan: the Travails of Turkey’s Dogan Yayin”, The Economist, 12-19 Eylül 2009.
14. Bu gelişmeler sırasında istifaya zorlanan popüler haber programcısı Banu Güven’in istifasından sonra başbakana yazdığı mektup medya sektörüyle siyaset arasındaki ilişkilerin aldığı endişe verici görünüm hakkında fikir verebilecek nitelikte: “Banu Güven’den Başbakan’a Mektup”, Milliyet, 14 Temmuz 2011.
15. Derneğin verdiği bilgilere göre, TÜSİAD üyeleri Türkiye’nin toplam ihracatının yaklaşık yüzde 80’ini, tarım ve kamu sektörü dışındaki kayıtlı istihdamın yarısına yakınını gerçekleştiriyor. www.tusiad.org.tr
16. Bkz. www.turkonfed.org TUSKON yedi bölgesel federasyona bağlı 190 kadar derneği temsil ediyor: www.tuskon.org
17. Zaman, 19 Aralık 2010.
18. 2002’de toplam ihracatın yüzde 68’i OECD ülkelerine yapılırken, bu oranın 2012’de yüzde 43’e düştüğünü, aynı dönemde Orta ve Yakın Doğu ülkelerinin toplam ihracattaki payının yüzde 9,5’ten yaklaşık yüzde 28’e yükseldiğini görüyoruz: TÜİK, Dış Ticaret İstatistikleri, http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=12., erişim tarihi: 20 Mayıs 2013.
------------------------------------------------------------
Ayşe Buğra
Yüksek öğrenimini Kanada’da tamamladı ve McGill Üniversitesi ekonomi bölümünden doktora derecesi aldı. Halen Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde öğretim üyesi ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu araştırma merkezinin kurucu başkanlarından. Gelişme iktisadı, iktisadî düşünce tarihi ve iktisat metodolojisi, girişimcilik tarihi ve karşılaştırmalı sosyal politika alanlarında kitapları ve makaleleri bulunuyor.
Osman Savaşkan
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü doktora öğrencisi ve Sosyal Politika Forumu araştırma görevlisidir. Neoliberalizm ve devletlerin dönüşümü, Devlet-iş insanları ilişkileri, kentsel siyaset süreçleri temel ilgi alanlarını oluşturmaktadır.