Türkiye tarımının serbest piyasaya uyarlanması ve küçük çiftçiliğin tasfiyesi - Yayınlar

Abdullah Aysu

Türkiye’yi 12 Eylül cuntasına götüren sürecin temel taşları 1973-1979 arasında yürütülen GATT Tokyo Turu sırasında döşendi. Küresel şirketlerin tarımın serbest piyasaya açılması talimatını ilk uygulamaya koyan ülkelerden biri, bunu Tokyo Turu’nda reddeden Türkiye oldu; hem de neredeyse reddini bildirdiği yılda! Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel (ki ekibinde geleceğin başbakanı Turgut Özal da vardı) 1980 başında, 24 Ocak Kararları diye bilinen kararları yürürlüğe koydu. Fakat toplumsal muhalefet çok güçlüydü, alınan kararları uygulamak mümkün değildi. Aynı yıl, 12 Eylül’de askerî darbe yapıldı.

12 Eylül cuntasının oluşturduğu iklim ve atmosferi arkasına alan Turgut Özal neoliberal politikaları uygulayabilmek için Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) ile işbirliğine giderek işe başladı. Böylece, Tokyo Turu’nda reddedilen tarımın serbest piyasa içine alınması 24 Ocak Kararları’yla fiilen uygulamaya kondu ve sadece çiftçiler için değil, işçiler, memurlar ve gençler için de hayatı cehenneme çevirecek yeni dönem başladı. Türkiye ekonomisinin dümeni IMF ve DB’ye, tarım sektörü serbest piyasa çarkına teslim edildi. “Kardeş kanı dökülmesine son vermek”, “iç savaşı önlemek”, “huzur ve asayişi temin etmek”, “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğünü tesis etmek” gibi hedeflerle işbaşına gelen cuntanın ilk ve değişmez önceliği Türkiye ekonomisini küresel şirketlerin isteği doğrultusunda serbest piyasaya teslim etmekti.

Çözülüşün adımları
24 Ocak Kararları’yla Türkiye ekonomisinin ve tarımının Dünya Bankası nezaretinde başlayan yeniden yapılandırması tarımı tahrip etti, çiftçiliği ortadan kaldırdı, yerine şirket tarımcılığını ikame edecek noktaya adım adım taşıdı. Süreç, 1980’de yapısal uyarlama kredisi adıyla DB tarafından verilen beş genel uyarlama kredisiyle başladı. İlk adımda, 1982’de tohumda başlayan liberalizasyon 1984’te tohum dış alımının serbest bırakılmasıyla tamamlandı. Alanın böylece hazırlanmasıyla, tarım sektörünü kapsamlı bir biçimde küresel piyasaya açan ilk adımı olarak Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama Kredisi (Tarım SECAL) için koşullar hazırlandı. Tarım SECAL, tarım sektörünün ürün planlamasından kredi sistemine, girdi sağlama sisteminden sektöre dönük kamu örgütlenmesine kadar sektörün yönetimini yeniden yapılandırdı.1 DB’nin Türkiye ekonomisini topyekûn yeniden yapılandırmak (yani özelleştirmeler dönemini başlatmak) üzere kredi politikalarını sektörel düzeyde derinleştirme stratejisinin başlangıcı olan Tarım SECAL’i diğer sektörleri dönüştürmeye hizmet eden benzer kredi anlaşmaları izledi.2 Tarım SECAL kapsamında 1984’ten itibaren fiyatlar dolar cinsinden belirlendi, 1986’da da tam serbestleştirme gerçekleşti. Bu dönem anlaşmaları Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) ile Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlüklerini (TİGEM) içine aldı, TZDK kapatma yoluyla tasfiye edildi, şimdilerde TİGEM’ler de kiralama adı altında parça parça kamudan özel sektöre devredilmektedir.

Tarımdaki araştırma faaliyetleri, DB’nin 1984’teki Tarımsal Yayım ve Uygulamalı Araştırma Kredisi ve 1992’deki Tarımsal Araştırma Projesi Kredisi ile halledili.3 Bu kredilerle tarım ve ormancılık alanlarında araştırmaların kapsamını genişletmek ve güçlendirmek adı altında, Tarım Bakanlığı’nın bütçe ve planlama sistemine müdahale edildi, araştırma alanındaki kamu güvencesi ortadan kaldırılıp araştırma kuruluşları işlevsizleştirildi.

DB kredilerinin bir başka şartı da tarımsal kredi faizlerinin serbest bırakılmasıydı. Bu yolla devletin tarımda sübvansiyon imkânları önemli ölçüde budandı. 1983 ve 1989’daki iki kredi anlaşmasıyla Ziraat Bankası’nın Tarım Kredi Kooperatiflerindeki (TKK) rolü azaltıldı ve sonunda banka önemli ölçüde tarım sisteminin dışına çıkarıldı.4

Devletin tarımdaki egemenlik ve etkisini sistemli bir şekilde kırmayı amaçlayan Tarım SECAL anlaşmasının en yaygın teşkilâta sahip iki kamu kurumu olan Devlet Su İşleri (DSİ) ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü (KHGM) boş geçmesi elbette düşünülemezdi. Sulama ve drenaj alanlarıyla ilgili kredilerle bunların defterinin dürülmesine de başlandı.5 Bu kredilerle kamu tarafından yapılan ve yürütülen sulama Sulama Birlikleri’ne devredilerek tarımsal sulama, ticarî esaslara göre yürütülen ve yönlendirilen bir dönüşüme uğratıldı. 1997 tarihli Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi DB’nin bütün dünyada uygulatmaya çalıştığı suyun özelleştirilmesinin altyapısını hazırladı.

1980-85 arasında beş tarımsal krediyle başlayan yeni süreç 2000’de imzalanan malî sektör, sayısal güvenlik sektörü, telekomünikasyon ve enerji sektörlerini de kapsayan Ekonomik Reform Kredi Anlaşması ile yeni bir aşamaya geçti.6 Bu anlaşmanın uygulama ilkelerini belirleyen 600 milyon dolarlık Tarımsal Reform Uygulamaları Kredisi, 2001’de imzalandı.7 Ne yazık ki, anlaşmanın Türkiye ayağındaki yetkilisi Tarım Bakanlığı değil, IMF ve DB’nin yönlendirmesi altında olan Hazine Müsteşarlığı’ydı.

Kısacası, 1980’lerde on kredi, 1990’larda yedi kredi olmak üzere, toplam 17 kredi anlaşması imzalanmış oldu. Her kredinin karşılığında hükümetler tarafından bazı ödünler verildiğinden, bu krediler tarım sektörünü serbest piyasa ekonomisine itekleyerek Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı kıldı. Bu makalenin kapsamında bu kredilerin tarımda küçük üreticinin yararlandığı son mevzileri de dağıtan bir topçu ateşi işlevi gördüğünü hatırlatmakla yetinelim, çünkü krediler şu şartlara bağlı olarak verilmişti:
- Desteklemelere tümüyle son verilmesi,
- Doğrudan gelir desteğine geçilmesi,
- Devletin tarımsal üretim ve tarımsal sanayi alanında hiçbir etkinlik göstermemesi,
- TZDK, ÇAY-KUR, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş’den (TŞFAŞ) geriye kalanların özelleştirilmesi ya da tasfiye edilmesi,
- Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin (TSKB) DB’nin uygun bulacağı biçimde yeniden düzenlenmesi.
Böylece, bir yandan ülkenin ürün deseni değişirken bir yandan devletin (ve Tarım Bakanlığının) ülke tarımındaki kör topal da olsa uygulanan öncülük, koruyuculuk, düzenleyicilik rolü ortadan kalktı. Tarım ülke ihtiyaçlarının karşılanmasına değil, küresel şirketlerinin kârlılığına öncelik veren bir mecraya sokuldu.

Zemini hazırlama aşaması
IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB Ortak Tarım Politikası (OTP) patentiyle 1980’den itibaren uygulanan politikalar Türkiye’nin özellikle Büyük Bunalım ve İkinci Paylaşım Savaşı sırasında kurduğu ve esas olarak büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin çıkarlarını gözetse de köylüye de bir ölçüde koruma ve güvence sağlayan kurumların bir bir tasfiyesini gerektiriyordu.
1980’le başlayan “serbest piyasacılık” dönemine dek, her ne kadar (toprak ağaları-tefeci tüccar sermayesi ittifakı eliyle) ta başından uğradığı müdahale ve sabotajlarla çarpık ve eksik kurulmuş da olsa az çok “genel çıkarı” ya da “ortak iyiyi” hedefleyen bir kamu-çiftçi-tüketiciler zincirinden söz edilebilirdi.8 Söz konusu zincirde kamunun rolü üretici ve tüketiciyi koruma amaçlıydı. Bu zincirin büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerine geçmesi için küresel ölçekte çalışmalar başladı, tarımın tahribatına böyle geçilebildi.

Tarımın serbest piyasa içine çekilebilmesi için öncelikle devlet ile çiftçinin bağının koparılması gerekiyordu. IMF ve DB bu amaçla a) tarımsal girdilere uygulanan sübvansiyonların tedricen kaldırılması, b) tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi, c) tarımsal Kamu İktisadî Teşekküllerinin özelleştirilmesi, d) destekleme alımları yapan kuruluşların özelleştirilmesi ya da işlevsizleştirilmesi “buyruğunu” verdi.
Kapitalist merkezlerce dayatılan ekonominin yeniden yapılandırılması görevi belirttiğimiz gibi 12 Eylül darbecilerinin “ortalığı temizlemesiyle” 1983’te iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında başladı. Bu partinin 1991’e dek sürecek iktidarının ilk altı yılında Başbakanlık görevini 24 Ocak kararlarının mimarlarından Turgut Özal yürüttü. KİT’lerin özelleştirilmesini engelleyen yasaları değiştirmekle işe başlayan Özal çiftçi ile devletin bağını koparmak için ayrıca,
- Üç yanı denizle çevrili ülkenin akarsu ve göllerindeki ürünlerden doğru ve iyi yararlanılmasında önemli görevler üstlenen ve daha geliştirilmesi gerekirken Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Gıdaların kalite ve sağlıklılığının hem test hem de kontrolünü gerçekleştiren Gıda Kalite ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nü,
- Hayvanların sağlıklı yetiştirilmesi ve tüketicilerin sağlıklı hayvansal gıda tüketmesinde yararlı görev gören Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Üretici köylüyü yeniliklerle buluşturan Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Bitki sağlığı ve zararlılarla mücadelede etkili teknik ve bilgi desteği sunan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü’nü,
- Tarım topraklarının amaç dışı kullanımını engelleyen Toprak-Su Genel Müdürlüğü’nü kapattı.
ANAP Hükümetinin kapattığı bu genel müdürlüklerden boşalan yerlere özel sektör girdi; tarım toprakları kâr amaçlı olarak konuta ve sanayiye açıldı. İlaç ve gübre kullanımı yakın zamana kadar özel sektörün “ne kadar çok satarsa o kadar çok pirim alacak olan” gezgin satıcılarının eline terk edildi.

Özal hükümeti ayrıca, DB ve temsil ettiği küresel şirketlerin talepleri uyarınca tarımdaki devlet tekellerinin kaldırılması işlemlerini başlatarak Türkiye kırsalındaki toplumsal dokuyu kökten değiştirecek tasfiye sürecinin önünü açtı. İşe çayla başlandı; tütün ve şekerdeki devlet tekellerinin tasfiyesi Özal’ın ekonomi politikalarına “muhalefet eden” başka siyasal partilerin hükümetlerine nasip olacaktı.
Çay Yasası: Çay tarımı genellikle, küçük aile işletmeciliğine dayandığından bölge için ekonomik, sosyal ve politik önemi vardı. Bölge insanının çay tarımıyla yoğun bir şekilde uğraşması ve çay sanayinde görev alması nedeniyle bilgi beceri ve kültüründe farklılaşma ve gelişme görülmüş, çay üretimi ve sanayisi bölge halkı için önemli istihdam kaynağı olmuştu.

Gıda üretiminin önemli alt sektörü olan ve küçük aile tarımı şeklinde yapılan çay tarımı ve sanayindeki kamuya ait çay tekeli 44 yıl sonra, 04 Aralık 1984 tarih ve 3092 sayılı kanunla kaldırıldı, çay tarımı, işlenmesi ve satışı serbest bırakıldı.

Şeker Yasası: ANAP hükümetlerinin başladığı işi tamamlamak 28 Mayıs 1999-18 Kasım 2002 arasındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetine nasip oldu. Bu hükümet, 4 Nisan 2001’de IMF ve DB’nin isteğiyle 4634 sayılı Şeker Yasası’nı çıkardı.

Şeker pancarı çiftçilerin bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapabilmesine olanak sunan önemli bir endüstri bitkisidir. Şeker pancarının tüm yan ürünleri, baş ve yaprakları, küspesi melası en ucuz kaba yem olarak değerlendirilir. Bir dekar şeker pancarı yan ürünlerinin içerdiği hayvansal besin değeri 500 kilogram arpaya eşdeğerdir. Başka bir deyişle, bir dönüm şekerpancarı yetiştirirken hayvanlar için de yaklaşık iki dönüm arpa yetiştirmiş gibi ek değer üretilir. Kendisinden sonra ekilen hububatta ise yüzde 20 verim artışı sağlayan, baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 5 kilogram saf fosfor ve 15 kilogram potasyuma eşdeğer bitki besin maddesi temin eden bu eşsiz ürünün 450 bin aile tarafından 65 ilde, 7 bin 200 yerleşim biriminde ziraatı yapılmaktaydı. Bütün bu özellikleriyle tarımın şirketleşmesinin önünde engeldi, çünkü çiftçi, 1 dekar şeker pancarından elde ettiği geliri 4-5 dekar buğday ekerek elde edebilmekteydi. Şeker pancarı, tarıma oluşturduğu bu dayanaklar sayesinde, hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin birlikte yapıldığı işin adı olan tarımın, doğal yollarla yaşayabilmesine olanak sağlamakta, küçük aile çiftçiliğin sürmesine destek olmaktaydı.

Şeker pancarının bir başka önemli özelliği istihdam yaratmasıydı. Ekim sahalarında yüzde 40 oranında işgücü değerlendirilmekteydi. Şeker pancarı tarımı buğdaya göre 18 kat, ayçiçeğine göre 4.4 daha fazla istihdam yaratır, yan ürünleriyle de süt ve et hayvancılığını teşvik eder.9
Şeker Yasası sonrasında,
- Pancar üreticileri yaklaşık 2 milyon dekar arazide artık pancar ekemiyor,
- 175 bin üretici üretim dışına çıkarıldı,
- 200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe ihtiyacı karşılanamıyor,
- şeker fabrikalarında çalışan işçiler işlerinden ve aşından oluyor,
- 18 milyon ton olan şeker pancarı üretimi geriledi,
- ekolojik denge azalan şeker pancarı üretimi oranında bozuldu, çünkü bir dekar şeker pancarının sağladığı oksijen üç dekar çam ormanına eşittir.10

Sadece şeker pancarı üretimine getirilen yüzde 10’luk kota bu kadar yoksulluğa ve işsizliğe neden oldu. Yasayla nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotalarının yüzde 50 artışı veya eksiltme yetkisi Bakanlar Kurulu’na verildi. Bakanlar Kurulu bu yetkiye sahip olduğundan bu yana NBŞ kotasını hep yüzde 50 arttırdı. NBŞ kotasının arttırılmasıyla,11
- NBŞ üretimi 117 bin ton arttı, pancar şekeri üretimi 117 bin ton düştü,
- kg. başına 12 TL katma değer yaratan pancar şekeri yerine NBŞ kullanıldığında, 50 kuruşluk kâr için 11,5 TL katma değer kaybedildi, yılda 1 milyon 345,5 TL’lik katma değer kaybı yaşandı,
- pancar üretiminde 850 bin ile 1 milyon ton kayıp oldu,
- 60 bin çiftçi ailesi pancar üretimi yapmaktan alıkondu,
- 400 bin dönüm arpaya eşdeğer yem üretimi ve nakliye sektöründe 2 milyon ton iş hacmi kaybına neden olundu,
- NBŞ kotası yüzde 50 arttırılmasa 5 adet NBŞ üreticisi şirket 150 milyon TL kârdan olacaktı. Türkiye binlerce çiftçisiyle birlikte 250 milyon ilave katma değerini kaybetti.
Tütün Yasası: DSP-MHP-ANAP çiftçiliği ortadan kaldıracak, şirket tarımcılarına avantaj sağlayacak, tütün üreticilerinin yıkımına neden olacak, üzüm üreticilerini derinden etkileyecek olan Tütün Yasasını çıkararak yola devam etti.

Tütün, küçük aile çiftçileri tarafından yapılan bir faaliyettir: Tütüncü aile 14 aya yayılan zaman diliminde toprağı 3-4 kez işler. Yoğun ve incelik isteyen bir emek sonucu ekonomik değeri yüksek ürün elde eder. Tütünü tütün makinesi ve traktörü olmayan yoksul çiftçiler de ekebilir, ailesiyle birlikte çalışabilir.

Kanun çıkarıldığında Türkiye’de sigara tüketimi 168 bin tondu. Bu da 8.4 milyar paket sigara demekti. Yasanın çıkarıldığı dönemde bir paket sigaranın ortalama fiyatını 1 milyon kabul edersek, sigara pazarının değeri 8.4 katrilyon liraydı. Bunun yaklaşık 6 katrilyonu vergidir. Bu hacimdeki büyük pazar küresel tütün ve sigara şirketlerinin iştahını kabartıyordu. Türkiye’de 2000 yılı itibarıyla 200-220 bin ton tütün üretilmekteydi. Tüketim ise 170 bin tondu. 110 bin ton da ihracat yaptığımız hesaba katıldığında, Türkiye’nin ihtiyacı 280 bin tondu.12

Muhalefetteyken Tekel’in özelleştirilmesine karşı politika yürütenler iktidar olduklarında “ülkemizde tütün yakılmaktadır” ifadesini dillerine pelesenk edip özelleştirme için kamuoyu oluşturma çabasına girdiler.
Pazar hacmi ve devlet kasasına sağladığı gelirin yanı sıra, şark tütünü daha az verimli ve meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi mümkün değil. Bu arazilerde ekim yapılamayacağından yağmur ve rüzgâr erozyonuyla toprak tabakası kaybolacak, verimli topraklar akacak, verimsiz kaya tabakaları kalacak. Toprak üretim dışı kalacak, doğa tahrip olacak. Bunların hepsinin bilinmesine karşın dış güdümlü politikacılar buna aldırmadılar. Yasanın çıkarıldığı dönemde Türkiye’de 5001 köyde tütün ekimi yapılırken tütün üreticisi aile sayısı ise 575.796 idi,13 çoğunluğu tütün üretemeyerek kentlere göç etmek zorunda kaldı. Çiftçiler üretemez duruma geldikten sonra, tütün fabrikasının işçileri de işsiz kalacaktı.

Yabancı sigara üreticilerinin nikotinin bağımlılık yapıcı etkisini arttıran ve insan sağlığına zararlı, ölümcül hastalıklara yol açan katkı maddelerinin kullanıldığı kendilerince de ikrar etmiş olan ürünlerinin piyasaya hâkim olacağı bilindiği halde buna da aldırılmadı.

Kısacası, ülke ekonomisinin, toprak ve doğanın, çiftçilerin, işçilerin ve insan sağlığının zarar göreceğini, küresel sigara şirketlerinin kazanacağını bilerek çıkardılar bu yasayı.

Tütün Yasası sonrasında,
- küresel sigara şirketleri tütün ve sigara işini ele geçirme emellerine kavuştu,
- Tekel tütünde destekleme fiyatı ve alımı yapmaktan çıkarıldı. Tekel’e bağlı suma fabrikaları, üzüm üreticisinin üzümlerini artık almıyor,
- yaklaşık 583 bin olan tütün üreticisi sayısı 2010’larda 50.685’e geriledi,14
- 2000’de 234 bin hektarda tütün üretiliyordu, 2011’de tütün üretim alanı 40-50 bin hektara geriledi,15
- 2000’de 208 bin ton tütün üretilirken 2010’da 53.018 ton tütün elde edildi,16
- Tekel alımda olsaydı, tütünün kilo fiyatı 40 TL’den aşağı olmayacaktı, şu anda tütünün kilosu ortalama 12.5 TL’ye bile ulaşmıyor.17
Uygulanan bu politikalarla üreticiler ve köylülerle devletin bağı koparıldıktan sonra sıra, çiftçilerin örgütleriyle bağını koparmaya gelmişti.
Çiftçilerin örgütleriyle bağının koparılması aşaması: DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, IMF ve DB’nin isteğiyle şirketlerin egemenliğini sağlamak için 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası’nı (TSKB) çıkardı.18
Bu yasa ile
- birlik yönetimlerinin üzerinde üst bir yetkiyle donatılan Yeniden Yapılandırma Kurulları (YYK) oluşturuldu. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerin şirketlere dönüştürülmesinde YYK belirleyici hale getirildi;
- kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörülerek Birlik fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı. Ürün bazında kurulu kooperatiflerin, entegre tesislerinin şirketleştirilmesiyle bu ürünler de şirketlerin belirleyiciliğine girmiş oldu;
- birliklerin devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından malî destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu;
- birliklere banka kurma yasağı getirildi.

Üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle bağının koparılması bu yasayla başarıldı. Şimdi sıra “çiftçileri çiftçilikten çıkarma” aşamasına gelmişti.
Bu aşamayı incelemeye geçmeden önce kronolojik bir geri dönüş gerekli: Sosyalist sol ve Kürt hareketi dışında Türkiye’de temsil edilen her siyasal hareketin ve partinin hükümetlerde, dolayısıyla da ekonomik yıkım politikalarında pay sahibi olduğunu görmüştük. Hayvancılığın halledilmesi de Doğru Yol Partisi (DYP) ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP, sonradan CHP) koalisyonuna havale edilmişti.
Hayvan varlığının tahribi: Önce Süleyman Demirel, onun Cumhurbaşkanlığına geçmesiyle de Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP Hükümetleri (Mayıs 1991- Ekim 1995) hayvancılığı düzenleyen kurumların tasfiyesini üstlendi. Bu doğrultuda Et ve Balık Kurumu (EBK), Yem Sanayi (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) özelleştirildi. Bu kurumları alan şirketler ilk iş olarak yem fiyatlarını arttırdı, SEK’i alan şirketlerse süt fiyatını düşürdüler. Hayvan yetiştiricisi çiftçiler de hayvanlarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldı. Hayvanlarından yoksun bırakılan çiftçinin hayatına bu kez kredi kartlarıyla bankalar girdi. Çiftçilerin kara günlerde satacakları danaları, koyunları kalmayınca kredi kartlarına yüklendiler. Düzenli kazançları olmadığı için kredi ödemelerini gününde yapamadılar, bindirilen faizler nedeniyle kartopu gibi büyüyen borçlarını ödeyemez oldular; önce traktörleri haciz edildi, sonra da, topraklarını kaybetmeye başladılar. Tarımda tahribat, hayvancılık sektöründeki özelleştirmelerle hız kazandı, tespih taneleri gibi dağıldılar.

EBK, SEK ve YEM SANAYİ özelleştirilmeden önce, 1980’de 87 milyona ulaşan19 hayvan sayısı 2009’da 37.7 milyona geriledi.20 Türkiye hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi. En önemlisi de, bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile çiftçileri, ürettikleri bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan gübrelerini de toprağa saçarak hem ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor hem de şirket tarımcılığına karşı kendilerini savunabiliyordu. Hayvancılık alanındaki özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşındaki köylülerin üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı direncini kırdı. Kimyasala dayalı üretilen ürünler besin değeri bakımından fakirleşti. İlaç kalıntısı nedeniyle sağlık için risk oluşmaya başladı. Sadullah Usumi bu durumu şöyle anlatıyor:21 “Piyasalarda rekabet ortamı yaratan SEK devletin elinden çıkınca süt alım fiyatlarını sanayiciler tespit etmeye başladı. SEK satılmadan önce üreticilerin 18 bin liraya satabildiği sütlerin fiyatları üç beş ay içinde 12 bin liraya düşürüldü. Et piyasalarında denetim kalmadı. Üreticilerden ucuz fiyatlarla alınan et ve süt ürünleri tüketiciye yüksek fiyatlarla satıldı. Süt alım fiyatları sürekli düşürülürken, peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler zamlandı.1995’te süt fiyatları 12 bin lira iken, kilo başına destek 3 bin liraydı; süt bedellerinin dörtte biri. 1998’de süt alım fiyatları 85 liraya çıktı. Buna karşılık devlet desteği 3 bin liradan sadece 5 bin liraya çıktı. Süt bedelinin 16’ da biri… Bu arada yem fiyatları bir yılda 60 bin liraya tırmandı… Böylece süt üreticilerinin gelirleri azalırken, giderlerinden büyük artış oldu.”
Çiftçilerin çiftçilikten çıkarılma aşaması: Bilindiği üzere, tohum bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tarım tohumun bulunmasıyla başlamıştır. Tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye ve böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle üretici köylüler ve tüketiciler için tohum yaşamla eş anlamlıdır.

Şirketlerin en büyük hayali de, çiftçiyi/köylüyü kendine bağımlı kılmak için tohumu ele geçirmektir. AKP Hükümetinin 2006’da çıkardığı 5553 Sayılı Tohumculuk Yasası22 ile kamuya tohum alanından el çektirilmesi ve çiftçilerin ürettikleri tohumlarına sadece değiş tokuş hakkı tanınması, satışlarının engellenmesiyle meydan tohum şirketlerine bırakıldı. Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılmasında IMF, DB ve AB’nin etkisi büyüktür.

Tohumculuk yasasıyla,
- yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilerek çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirildi, tohumun sadece parasız değiş tokuşuna izin verildi;
- devlet-kamu tohum üretim alanının dışına çıkarıldı, tohumun sertifikalandırılması, ticaret ve denetimini şirketlere bırakıldı;
- şirketlerle çiftçiler arasındaki anlaşmazlıklarda devlet değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği yetkili kılındı.
Yasa çiftçileri ihtiyaçları olan tohumu şirketlerden karşılamaya mecbur bıraktı. Oysa kendi ürettiği üründen tohumunu ayırabilene çiftçi denir. Tohumculuk Yasası’yla çiftçilerin çiftçilikle bağı koparıldı! Tarımda uygulanan IMF-DB yaptırımlarına, DTÖ normlarının yanı sıra, 3 Ekim 2003’ten itibaren Türkiye’nin AB’ye aday üye olması nedeniyle, AB Ortak Tarım Politikası (OTP) müzakereleri de eklendi.

Şirketlerin tarımda egemen kılınması
Hükümetler şirket yanlısı dış güdümlü politikalarıyla, çiftçilerin tasfiyesinde belli bir aşamaya geldiler. Şimdi sıra, şirketleri tarım ve gıdada tam egemen kılmaya gelmiştir. Bu amaçla çıkarılan kanunlar:
Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası:23 Şirketlerin karşısında örgütsüz bırakılan çiftçiler örgütlensin diye yasa çıkarıyoruz yanılsaması yaratmak için çıkarılan Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası ile esasında çiftçilerin birlikte davranmaları engellenmektedir. Çünkü bu yasa,
- Birlik üyelerinin kolektif üretim yapmasını engelliyor,
- tüm üyelerin birliklere ortak olmasını, ancak birliklerin üyelerinin ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurmasını önlüyor,
- birliklerin üreticilerin kullandıkları girdilerin (ilaç, gübre vb.) iç veya dış piyasadan toptan alıp üreticilere dağıtmasını engelliyor,
- üretici-tüketici ilişkisini kurup aracıları ortadan kaldırmayı sağlayamıyor,
-birliklerin çiftçiler adına tek tek olmak kaydıyla sözleşme imzalayabilmesini, ancak tüm üyeleri adına sözleşme imzalamasını yasaklıyor.
-birliklerin gelirlerinden üyelerine pay dağıtılması engelliyor,
-birliklere tarımla ilgili olan ve onaylanmış uluslararası sözleşmeleri aynen kabul etme ve gereğini yapma zorunluluğu getiriyor.
Bu yasanın üreticilerin birliğini tesis etmek üzere değil, dağıtmak maksadıyla çıkarıldığı açıktır.

Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Yasası:24 Lisanslı Depoculuk Yasası ABD’den örnek alınmış bir yasadır. Ancak, doğru kopyalanmamıştır. Türkiye’de çıkarılan yasa ABD’deki uygulanmasından farklıdır: ABD’deki Lisanslı Depoculuk Kurumu çiftçinin/tarım şirketlerinin sorununu çözmeye ve çiftçiye kazandırmaya göre oluşturulmuştur, çünkü sıfır faize yakın kredi destekli, depo kirası yoktur. AKP Hükümeti’nin çıkardığı Lisanslı Depoculuk Yasası ise çiftçinin sorununu çözmeye değil, şirketlere kazandırmaya göre oluşturulmuştur. Ürüne karşılık çiftçiye ucuz kredi desteği yok, depo kirası var. Bu yasa, depolarda ürünlerini bekletme gücüne sahip toprak ağalarıyla şirketlerin yararına, küçük ve orta ölçekli çiftçilerin zararınadır.

Organik Tarım Yasası:25 Organik tarım sertifikası nasıl ürünlerin organik olduğuna dair belge ise, Organik Tarım Yasası da tarımın şirketlere devredilmesinin belgesidir. Şöyle ki; yasa organik tarım sertifikasını verme yetkisini devlet kuruluşlarına değil, çiftçilere para karşılığında hizmet verecek olan şirketlere vermiştir.

Tarım Sigortası Yasası:26 Tarım Sigortası Yasası, mevzuatı çiftçileri değil, sigorta şirketlerini gözetecek, daha da zenginleştirecek şekilde düzenlemiştir. Yasayla çiftçilerin ödeyeceği sigorta priminin yüzde 50’sinin devlet tarafından karşılanması öngörülmüş, fakat yasa bu öngörüyle çıktıktan sonra sigorta şirketleri prim oranlarını devletin çiftçilere vereceği teşvik oranında yükseltmiştir.

Tarım Kanunu:27 Çiftçilere gayri safi millî hasılanın yüzde 1’inin altında destekleme yapılmayacağı kanun maddesi haline getirilmiş, daha ilk yıldan itibaren, çiftçilere verilen destekler her yıl yüzde 1’in altında kalmıştır.28

Ziraat Odaları Kanunu:29 Ziraat Odaları’na üyelik aidatlarını arttırma yetkisi gibi “ufak tefek”, “ağza bir parmak bal çalma” misali kazanımlar sağlandı. AKP hükümetinin çiftçiler aleyhine, şirketler lehine çıkardığı yasalara Oda’nın sesiz kalmasını çiftçiler Oda’ya sağlanan “bir parmak bala” yormaktadır. Ziraat Odaları Kanunu, çiftçiler ile Ziraat Odası’nın zaten sıcak olmayan ilişkilerinin daha fazla soğumasına neden olmuştur.

Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu:30 Birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz kurulmuş olan sanayicilere af getirmenin ötesinde bir işlevi olmamıştır.

Hal Yasası:31 Eski hal yasası da yeni hal yasası da üretimden pazara kadar uzanan sürece çiftçileri değil, şirketleri egemen kılıyor. Çiftçilerin bin bir güçlükle yetiştirdiği ürünlere hallerde yok pahasına el konuyor. Çiftçilerin katma değerden yararlanmaları Hal Yasası’yla engelleniyor. Düzenlemeler çiftçilerin ürettiği ürünlerin katma değerini arttırmıyor. Aracılara kazandırıyor.

Yeni yasa ile belediyelere halleri devretme yetkisi de verildi, belediyeler isterlerse halleri özelleştirilebilecek. Hallerin özelleştirilmesi halinde, ürünün fiyatını üretici/çiftçi değil, satın alacak olan halin sahibi şirket belirleyecek. Hem de tek başına! Belediyelerin haftada bir gün üretici köylülerin ürünlerini getirip satabilecekleri pazar yeri sağlaması öngörülüyor. Buna da belediyeler zorunlu tutulmuyor.
Bundan sonra, bildik aracılardan çok daha büyük tarım ve gıda şirketleri pazara egemen olacak, pazarlarda köylülere yüzde 20 tezgâh yeri verecek.

Ulusal Biyogüvenlik Yasası32: Şirketlerin isteğiyle Ulusal Biyogüvenlik Yasası çıkarıldı. Halbuki, Ulusal Biyogüvenlik Yasası doğa için Anayasa niteliğindedir. Çıkarılan yasayla hayvan besleme amaçlı GDO’lu yem ithalatına izin verildi. Hayvan yemi olarak kullanılacak olan taneli yemlerin, örneğin GDO’lu mısırın çiftçiler tarafından tohum olarak kullanılmasını engellemek zordur. Hayvanların yeminde kullanılan GDO’lu tohumların hepsini çiğneyemeyeceği için bir kısmının gübrelerle birlikte toprakla buluşma riski vardır. Ayrıca, çocuk maması hariç, GDO’lu ürünlerle gıda üretmek serbest bırakıldı.

Büyükşehir-Bütünşehir Yasası:33 Hükümet 13 yeni büyükşehir kurulmasına ilişkin kanun çıkardı. Kanuna göre, 16 bin 200 köy mahalleye dönüşürken 1591 belde kapatılıyor. Beldeler sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarıyla aslında köydür. Mahalleye dönüştürülecek köylerle birlikte düşünüldüğünde, yaklaşık 20 bine yakın köy tasfiye edilecek. Toplam köy sayısı ise 34.500’dür. Bir başka ifadeyle, köylerin yüzde 47’si halka sorulmadan ortadan kaldırılıyor. Kanunla nüfusun yüzde 75’i (56 milyon kişi) şehirli yapılıyor. Kanunun gerekçesinde “etkin, etkili, vatandaş odaklı, katılımcı, saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışı” vurgulanıyor. Gerçekse, AB’nin “kırsal nüfusu yüzde 8-10 civarına indirin” talebinin yerine getirilmesinin yanında kırsalın rantçılara açılması ve sermayenin yeni birikim alanı olarak görülmesidir. Kırsal alanda yapılacak enerji santralleri (HES’ler, termik santraller, rüzgâr enerjisi santralleri-RES’ler ve güneş enerji santralleri-GES’ler) için yetkiyi merkezde toplamak ve böylece hukuka çalım atarak muhalefeti devre dışı bırakmaktır. Türkiye’deki köylerin yarısını köylükten çıkaracak olan bu yasayla köylülerin, ekonomik, sosyal, siyasal ve en önemlisi de kültürel hakları ile birlikte üretme hakları ellerinden alınmış olacak:
- Tarım ve hayvancılıkla uğraşan, suyu bedava kullanan, vergi muafiyetine sahip köyler belediye sınırlarına alındıktan sonra bu haklarını kaybedecek, köylü için hayat daha pahalı hale gelecek. Yeni alanlarda yasalar gereği hayvancılık yapılamayacağından insanların iktisadî faaliyeti kısıtlanacak, kültürel yaşamları erozyona uğrayacak.
- Tarıma ve gıdaya şirketlerin egemen olması için küçük ve orta ölçeğe sahip çiftçilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. AB’nin talebi de tarımda köylü nüfusunun yüzde 10’un altına düşürülmesidir. Üretici köylü olan çiftçileri tasfiye eden bu yasayla küresel tarım ve gıda şirketlerinin taleplerine yanıt verilmiş oluyor.
- Kente dahil edilecek köy arazileri kıymetlenecek, ancak bu ranttan köylü herhangi bir pay alamayacaktır. Üstelik, başka yer gösterilerek veya kamulaştırma yoluyla köylerinden sürülebilecek, yaşam alanı üzerindeki haklarını kaybedebileceklerdir.
- Beldelerde ve köylerde yaşayan halka sormadan bu yönetim birimlerinin tüzel kişiliklerini kaldırmak demokratik değildir. AKP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes Türel: “Avrupa Konseyi’nde (AK) 1989’da imzaladığımız Yerel Yönetim Özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni yapabiliyoruz” diyor. Evet, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan ilk ülkelerden biri Türkiye’dir. Ancak, bu Şart hizmetin halka en yakın yönetim birimlerince verilmesi ilkesine dayanır. Köyler ve belde belediyeleri halkın yönetime ulaşması ve katılması bakımından en uygun yönetimlerdir. Belde belediyelerinin, dolayısıyla yerel halkın yönetim/yönetme yetkisini ortadan kaldırmak yanlıştır, yapılması gereken buraları idarî ve malî açıdan güçlendirmektir. Ayrıca, yerleşim yeri sınırları içinde yaşayanların ortak sorunlarının nasıl çözüleceğine, o sınırlar içinde yaşayanların karar vermesi en doğru ve demokratik olan yöntemdir.
- Toplumsal açıdan, bu kanun köylü ve özellikle küçük üreticiler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
- Siyasî bakımdan ise köylü, işçi, memur ve küçük üretici, küçük esnaf katılımcı demokrasiden tamamen uzaklaştırılacak, küresel ve ulusal büyük sermaye ile rantiyeler güçlendirilecektir.
Özetle, kanun demokratik değil, kâra odaklı bir yönetim modeli, çiftçiliği ortadan kaldıracak, tarım ve gıdaya şirketleri egemen kılacak antidemokratik bir toplum tahayyülüdür.
Havza bazlı model ve desteklemeler: Azaltılan desteklerin büyük çiftçilerle şirket tarımcılığı yapan kapitalistlere aktarılması için 2010’dan itibaren “havza bazlı üretim ve destekleme modeli”ne geçildiği ilan edildi. Bu modelde, iklim, topografya ve toprak verileri dikkate alınarak Türkiye 30 havzaya bölündü, ekolojik olarak benzer bölgelerden oluşan bu havzalarda küçük ve orta çiftçilerin tasfiye edilmesi öngörülüyor.
Türkiye çiftçisinin asıl sorunu, maliyetlerin yüksek olmasına neden olan girdi fiyatlarının yüksekliğiyken bu modelde girdilerin (gübre, tohum, ilaç, su, mazot) sübvanse edileceği söylenmiyor; girdilerdeki vergiler kaldırılmıyor, düşürülmüyor.

Model belli ölçekteki tarlanın ve belli sayıdaki hayvanın altında tarla ve hayvana sahip olan çiftçilere destek verilmemesini öngörüyor; yani, desteklerin şirketlere ve büyük toprak sahiplerine aktarılması maksadıyla hazırlandığı aşikâr.

Yönetmelikler
Kanunların yetişmediği yerlerde yönetmeliklerle şirketlere ön açıcılık yapılıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği bu konuda en çarpıcı örnektir.34 AKP Hükümeti yönetmeliklerle küçük çiftçilerin ürünlerini TMO’ya satmalarına engel oluyor; ürünlerini piyasada satmaya zorluyor. Hububat Alım Satış Alım Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır için asgari alım miktarı, 2009’dan başlayıp 2018’e kadar kademelendiriliyor. 2010’da 3 ton, 2011’de 5 ton, 2012’de 10 ton, 2013’te 15 ton, 2014’te 25 ton, 2015’te 40 ton, 2016’da 60 ton, 2017-2018’de 80 tondan az ekmeklik buğday, arpa, çavdar, yulaf ve mısır üreten üretici ürününü TMO’ya satamayacak. Benzer asgarî miktar sınırı makarnalık buğday ve çeltik/pirince de getiriliyor.

Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerin Aşılattırılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair: Yönetmelik:35 Zeytin ve zeytinden elde edilen gıdalar çevreye zararlı hiçbir atık bırakmaz. Zeytinlikler her dem yeşildir, bu özellikleriyle önemli bir karbondioksit yutak ve oksijen üretim alanıdır. Barışın ve sağlığın simgesi olan zeytin ağaçları da neoliberal saldırılarla karşı karşıya. Zeytinlikler, onları ortadan kaldıracak maden aramalarına açılmak isteniyor. Fakat 3573 sayılı yasa buna engel olduğu için yönetmelik çıkarılarak arkasından dolanma yoluna gidiliyor. 3573 sayılı yasa şöyle diyor: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevî atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytin fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının iznine bağlıdır. Zeytincilik sahaları daraltılamaz.”

Yasanın ruhuna aykırı olarak çıkarılan yönetmelik 25 dekarın altındaki sahaları zeytinlik olmaktan çıkararak zeytinlikleri kirletici şirketlerin talanına açıyor. Türkiye’deki zeytinliklerin ortalama büyüklüğü 12 dekardır. Bu yönetmelikle zeytinliklerin yüzde 70’i yok sayılıyor. Başka bir deyişle, bu alanları enerji, maden, gaz ve petrol şirketleri dileğince talan edebilecek.

Değiştirilen 23. Madde şöyle: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytin ağaçlarının bitkisel gelişimini ve çoğalmalarını engelleyecek kimyevî atık, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal işletmelerin yapımı ve işletilmesi Gıda, Tarım ve hayvancılık Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Ancak; alternatif alan bulunmaması ve Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’na (ÇED) uygun olması, bitkilerin vegetatif ve generatif gelişimine zarar vermeyeceği Bakanlık araştırma enstitüleri veya üniversiteler tarafından belirlenmesi durumunda,

a) Jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımları, b) Bakanlıklarca kamu kararı alınmış plan ve yatırımlar, c) Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesisleri, d) İlgili Bakanlıkça kamu kararı alınmış madencilik faaliyetleri petrol ve doğal gaz arama ve işletme faaliyetleri, e) Savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar için yukarıda belirtilen faaliyetlerde bulunmak isteyenler, ilgili bakanlıkların onaylı belgeleriyle mahallin en büyük mülkî amirine başvurur…”
Yasayı değiştir(e)meyenler yönetmelikle hukukun arkasından dolanıyor. Zeytinlikler kirlilik yaratacak maden, kirli enerji ve gaz aramaları yapan şirketlerin kâr hırsına feda ediliyor.

Kanun Hükmünde Kararnameler
Yasalar ve yönetmeliklerden sonra, köylülerin tepkisine neden olabilecek konular şirketler lehine çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) TBMM ve kamuoyunda tartıştırılmadan bir tür “kaçak” yolla uygulamaya kondu.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığının,36 Orman ve Su İşleri Bakanlığının37 ve Tarım ve Gıda Hayvancılık Bakanlığının38 yetkileri KHK ile yeniden belirlendi ve tüm canlılara ait olan doğal alanların her türlü kullanım hakkı sermayeye devredildi.

Meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin hukukî mücadeleyle büyük başarılar elde ettikleri kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına yönelik konular, KHK’lerle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri yetki alanında sayıldı. Böylece, kamuoyunda büyük tartışma yaratan konularla ilgili işlemlerin kapalı kapılar ardında yürütülmesine olanak tanındı.39
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı isminden “Köyişleri” çıkarıldı, yerine “Gıda ve Hayvancılık” kondu.40

Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adı olan tarımdan hayvancılık kelimesinin ayıklanarak bakanlık adına eklenmesi tarımın şirketleştirilmesinin alenîleştirilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesi, çıktılarının birbirine kullanılabilmesini sağladığından çiftçileri üretim girdilerinde şirketlere bağımlıktan kurtarıyordu. Bitkisel üretim ile hayvancılığın birbirinden ayrılması şirketleri temin edici olarak devreye soktu. Çiftçi ile doğa birlikte, şirketler tarafından acımasız bir sömürüye tâbi tutuldu. Gıdanın besin değeri düştü, ayrıca sağlıksız üretim girdileriyle elde edilen gıdalar sağlıksız olduğundan insan sağlığı risk altına girdi.

Bir başka olumsuzluk da şudur: Mevcut bakanlığın görev ve yetki alanında olan, fakat yıllardan bu yana zaten fiilî olarak yapılmayan -daha doğrusu IMF ve DB tarafından yaptırılmayan- tarımsal yayım, eğiticilik, öğreticilik ve öncülük ile üretim ve denetim gibi alanlar bu yasayla özelleştirilebilecek. Bakanlık sadece gıda konusunda şirketlerin ithalat ve ihracat işlerini yürütmede/denetlemede ve kolaylaştırmada görevlendirilmiş oldu. Bunlara karşı mücadele edenler ise medya kullanılarak suçlu gösterilme, tutuklama, asker ve polisle baskı ve şiddet uygulama yoluyla yıldırılmaya çalışılmaktadır.

KHK’ler ile tarım arazileri ve hayvan yetiştiricileri için bedava yem ve sağlıklı hayvansal ürün elde etme kaynağı meralar sermayenin talanına açıldı. Bu konuda Ziraat Mühendisleri Odası’nın eleştirel katkısı şöyle:“17.8.2011 tarih ve 648 sayılı KHK ile ‘Köy yerleşik alan sınırı içerisinde Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu hükümleri uygulanmaz’ hükmü getirildi. Köylerde yapılacak yapılarla ilgili olarak daha önce sadece köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlar için sağlanan istisnaların herkese tanınması, tarım arazilerinin hızlı bir şekilde tahribine yol açacak uygulamaların başlangıcını oluşturacaktır. Özellikle kıyı şeridindeki köy yerleşim alanları ve çevreleri tarım arazilerinin özellikleri dikkate alınmaksızın tümüyle ranta açılacak; nitelikli tarım arazilerinin üzerine serbestçe lüks konutlar ve turistik tesisler yapılacak, mera, yaylak ve kışlaklar hayvancılık amacı dışında kiralanıp yapılaşmaya açılacak ve beton yığınlarına dönüşecektir. Bedava yem kaynağı meralarını amacı dışında kullanarak beton yığınına çeviren Türkiye ucuz et için yurtdışından canlı hayvan ve et ithalatına devam edecek.”41

Ayrıca şirketlerin lehine, çiftçi, tüketici ve ekoloji aleyhine olan Çay-Kanunu, Köy Kanunu, Bitki Koruma ve Biyoçeşitlilik Yasası Tasarıları da hazırlanmış durumda.
Sermaye birikimi yoluyla doğanın tahribi: Köylülüğün tahribinin ardından, sıra akarsuları ve çevresindeki toprakları şirketlere verecek çalışmalarla doğanın tahribine geldi. Acil Kamulaştırma Yasası ile köylülerin ortak malları şirketlerin yağmasına açıldı.

Türkiye’de yapımı tamamlanmış 172 adet hidroelektrik santral (HES) var. 148 HES’in inşaatı devam ederken, 2380 HES proje aşamasında. Bunların dışında 4000’in üzerinde mikro HES yapılacak ve mikro HES’erle bu sayı 6000’leri aşacak. Bu rakamlar büyük bir felaketin habercisi.

Ülkenin enerjiye ihtiyacı olduğu gerekçesiyle bu santraller kuruluyor. Bu gerekçe gerçek değil, çünkü kurulacak 2700’ün üzerindeki HES Türkiye elektriğinin ancak yüzde 2,5’ini karşılayabilecek. Esas itibarıyla, bu projelerle şirketler suya sahip olacak, çiftçilere ve herkese suyu satacaklar. Eğer isterlerse, çevredeki toprakları devlet şirketler için istimlak edecek!

Enerji elde etmek için su borular ve tünellerin içerisine alınınca su ile börtü böcek ve yaban hayatın ilişkisi kesilecek. Suya erişemeyen yaban hayat göç edeceğinden tarımın yaban hayatla bağı koparılacak. Ovada yılda iki ürün alan çiftçi, su boruya hapsedilince iki yılda bir ürün alacak. Düşen yağmur miktarı ve verimlilik azalacak. Ekolojik denge bozulacak. Doğa ve köylüler yoksullaşacak!

Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomi üzerinde olduğu kadar politikayı kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları güçle tarıma ve doğal varlıklara saldırıyorlar. Bu, köylülere ve doğaya karşı başlatılmış savaştan başka bir şey değil. Soygun ve talanı sadece endüstriyel tarım şirketleri yürütmüyor. Maden şirketleri, büyük barajlar, dağıtım piyasalarını kontrol edenler, kirletici sanayiciler, toprağı ve suyu üzerine geçirmeye çalışan toprak gaspçısı ve su korsanı şirketler de yapıyor. Şirketler, soygun ve talanlarını ancak hükümetlerin ön açıcılığıyla gerçekleştirebilirlerdi. Hükümetler bu konuda acil kamulaştırmalarla, kanuni düzenlemelerle yasal kılıflar hazırladılar. “Acele kamulaştırma” adı altında, şahıs arazilerine ve taşınmazlara şirketler el koymaya başladı. Böylece şirketler, HES, termik santral, nükleer santral yapmayı, maden çıkarma ve işleme tesisi kurmayı ve enerji nakil hatlarını geçirmeyi sağlayabildiler. Kamulaştırma Kanunu’nda istisnai olarak yer alan acele kamulaştırma yöntemiyle EPDK42 şahıslara ait yaşam ve geçim alanlarına el koydu.

Sonuçta, tarım, gıda, enerji ve ecza şirketlerinin çiftçiyi sömüren, ekolojiyi altüst eden, yaşamı riske sokan doğa ve yaşam alanlarına saldırısı tepki doğurdu. Kırsal alanda sermaye ile yoksul köylü karşı karşıya geldi / getirildi; sınıf mücadelesi ekolojik mücadele alanına sıçradı. Köylülerle birlikte hukukçular, bilim insanları, çevreci, ekolojist gruplar yaşamı savunmak için şirketler ve hükümete karşı mücadele için bir araya geldiler. Böylece, köylülerin, sermaye ve hükümet birlikteliğine karşı amansız mücadelesi biraz daha ivme kazanmaya başladı. Türkiye kırsalı saygıdeğer yeni bir mücadeleye tanık oluyor.

Dipnotlar

1 Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
2 Resmi Gazete, 13 Temmuz 1985, sayı 18810..
3 Resmî Gazete, 13 Haziran 1986, sayı 19133, (Mali Sektör İntibak Kredisi); 1 Temmuz 1987, sayı 19504 (Enerji Sektörü Uyum İkrazı).
4 Bkz. Resmi Gazete, 5 Ağustos 1984, sayı 18480 ve 9 Eylül 1992, sayı 21340.
5 Bkz. Resmi Gazete, 20 Ekim 1983, sayı 18197 ve 2 Ağustos 1989,sayı 20240
6 Bkz. Resmi Gazete, 25 Mayıs 1986, sayı 19117,Sulama ve Tarla içi Geliştirme Projesi; 27 Şubat 1998, sayı 23271 Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi.
7 Bkz. Resmi Gazete, 14 Haziran 2000, sayı 24079.
8 Bkz. Resmî Gazete,13 Temmuz 2001, sayı 24461.
9 Halkın tamamına yakınının çıkarına gibi görünen bu zincirin eksiklik barındırdığı zaman zaman toplumsal muhalefet güçleri tarafından dile getirildi. Aslında doğru olan, bu zincirin kamu-çiftçi örgütlülüğü (üretimden pazarlamaya kadar zincire egemenliğiyle)-tüketiciler şeklinde olmasıydı. Türkiye’de bu doğru zincirin oluşması için kamu cephesinden hiçbir çaba olmadı, ama engel hep vardı.
10 Abdullah Aysu, Tarladan Sofraya Tarım, Su Yayınları, İstanbul, 2002, s. 149-152-153.
11 Pankobirlik Dergisi; sayı:101, yıl 2011, s.42
12 “İşte Tatlandırıcı Gerçeği” broşürü; Şeker-İş Sendikası yayını.
13 Abdullah Aysu “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul, s.212-213, İstanbul
14 Abdullah Aysu “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul, s.211, İstanbul
15 Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK kayıtları.
16 Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, 17 Kaynak: Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-SEN) verileri-2012
18 Resmi Gazete, 16 Haziran 2000, sayı 24081
19 Sadullah Usumi; “75 Yılda Köylerden Şehirlere” 75 Yılda Hayvancılık: Gelişmeden Çöküşe s.42 Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Şubat 199, İstanbul
20 Doç.Dr. Ertuğrul AKSOY; “Müjde Şimdi de Ot ve Saman İthal Edeceğiz”, Tarım ve Mühendislik Dergisi, s.21, sayı:99-100/2012
21 Sadullah Usumi; age, s.42
22 Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
23 Bkz. Resmi Gazete, 6 Temmuz 2004, sayı 25514.
24 Bkz. Resmi Gazete, 17 Şubat 2005, sayı 25730.
25 Bkz. Resmi Gazete, 13 Aralık 2004, sayı 25659.
26 Bkz. Resmi Gazete, 21 Haziran 2005, sayı 25852.
27 25.4.2006 tarih ve 26149 sayılı Resmi Gazete
28 Kaynak: TKB ve BÜMKO
29 R.Gazete : Tarih : 23/5/1957, Sayı : 9614
30 Resmi Gazete, 21 Temmuz 2005, sayı 25880.
31 26 .3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
32 26.3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
33 6 Aralık 2012 tarih, 6360 Sayılı Kanun, 11.12.2012 tarih 28489 Sayılı Resmi Gazete
34 Hububat Alım ve Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği. Kabul Tarihi: TMO Genel Müdürlüğü, 24.1.2008 ve 2/16–6 sayılı Yönetim Kurulu Kararı, Yürürlük Tarihi: 1.6.2009. Erişim Tarihi: 14.02.2010 http://www.tmo.gov.tr/tr/sites/default/files/images/stories/dokuman/hub…
35 3 Nisan 2012 gün ve 28253 sayılı Resmi Gazete
36 Resmi Gazete: 17 Ağustos 2011 tarih 28028 sayı
37 Resmi Gazete:4 Temmuz 2011 tarih 27984 Sayı (mükerrer)
38 Resmi Gazete: 27 Ağustos 2011 tarih, 28038 sayılı
30 AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
40 3.6.2011 tarih ve 639 sayılı KHK’ile Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı kuruldu.
41 AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
42 14.9.2004’te, “… elektrik, doğalgaz ve petrol piyasalarının faaliyetlerinin gerektirdiği ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca yapılacak kamulaştırma işlemlerinde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. Maddesinin uygulanacağı” yönünde tanınan yetki ile el koymaktadır.

-----------------------------------------------------------------

Abdullah Aysu

1954 Ankara doğumlu. Ankara’da çiftçilik yapan bir ailenin sekiz çocuğundan biridir. Beş yılı zirai öğrenim, yedi yılı tarım bakanlığı bünyesinde olmak üzere, 39 yıldır tarımla uğraşıyor. “Tarladan sofraya tarım”, “Avrupa Birliği ve tarım”, “Küreselleşme ve tarım”, “Türkiye’de tarım politikaları” ve “Brezilya topraksız kır işçileri” adlı kitapların yazarıdır. Dokuz yıl Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı görevinde bulundu, halen Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanlığı ve Avrupa Via Campesina (Avrupa Çiftçi Yolu) hareketinin Türkiye temsilciliğini yürütmektedir.