On yıldır, Anadolu doğası üzerinde tarihte görülmemiş ölçüde bir tahribat gerçekleştiriliyor: Planlananlarla birlikte sayıları 4 bine yaklaşan HES ve baraj projeleri, 40 bin civarında maden işletme ruhsatı, yüzbinlerce hektar orman arazisinin yatırıma açılması, geleneksel tarım ve hayvancılığı ortadan kaldıracak uygulamalar ve mevzuat değişiklikleri, termik ve nükleer santraller… Saymakla bitecek gibi değil ve neredeyse her gün yeni bir olumsuz gelişmeyle karşılaşıyoruz.
Adında “koruma” ibaresi geçse de maalesef içeriği tabiatı katletmek olan bir kanun taslağı ise uzun zamandır ülke gündeminde. Mevcut haliyle taslak hazırlanışı, esası ve biçimiyle doğa üzerinde geri döndürülemez tahribatlara neden olacak.
Türkiye’de yıllardır, doğa koruma konusunda çerçeve bir kanun ve doğa koruma mevzuatının iyileştirilmesi ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç gerek doğa koruma alanında çalışan sivil toplum örgütleri, akademisyenler ve bakanlık görevlileri gerekse bu mevzuattan yaşamları doğrudan etkilenen yerel topluluklar tarafından dile getiriliyordu.
Bu doğrultuda, 2000’li yıllarda sivil toplum örgütlerinin ve akademisyenlerin de katılımıyla bir girişim başlatılmıştı. Bu ilk çalışmanın temel amacı şöyle saptanmıştı: Biyolojik çeşitliliğin ve doğanın daha etkili korunması için kurumsal ve yasal çerçeve oluşturmak; doğa ve biyolojik çeşitliliğin dağınık haldeki mevzuatını tek bir yasa çerçevesinde toplamak; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yüklendiği taahhütleri daha etkili bir şekilde yerine getirmesini sağlamak için gerekli yasal temeli oluşturmak. Ancak, kaleme alınmaya başlandığı 2003 yılından 2013’e kadar bu taslak beş kez değişti ve bu süreçte amacından tamamen saparak tanınmayacak hale geldi. Halkın, sivil toplum örgütlerinin ve bilim insanlarının görüşleri ise hiçbir şekilde dikkate alınmadı. Sonuçta, tüm Türkiye sathında doğanın, tüm canlı türlerinin kaderini temelden etkileyecek bir kanun taslağı sadece rant politikalarına göre şekillendi.
Tabiat ve biyolojik çeşitliliği koruma kanunu tasarısının geçmişi
Türkiye’de ilk millî park 1958’de kuruldu. Bugün, millî park, doğal sit alanı, özel çevre koruma bölgesi, tabiat koruma alanı, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahası adı altında farklı statü ve büyüklükte 1624 korunan alan var. Bu alanların toplam büyüklüğü Türkiye’nin büyüklüğünün sadece yüzde 4’üne denk geliyor. Oysa 2010’da toplanan Dünya Biyoçeşitlilik Konferansı’nda 2020’ye kadar bu oranın en az yüzde 15’e çıkarılması kararı alındı.
Taslak kanun ise şu anda korunan alanların koruma statülerini iyileştirmek veya geliştirmek şöyle dursun, hepsini ortadan kaldırabilecek kolaylaştırıcı bir rol üstleniyor. Bu alanların üstün kamu yararı kılıfıyla yatırıma ve işletmeye açılabilmesini amaçlıyor; bir anlamda, Anadolu’daki canlıların ve kırsal yaşamın son sığınaklarının bütün koruma kalkanlarını kaldırıyor.
Tabiat Kanunu İzleme Girişimi’nin taslakla ilgili değerlendirmesinin başlıca noktalarını şöyle:
Yasanın bütünü incelendiğinde, doğa koruma çalışmalarını yönlendirebilecek, doğaya yönelik tehditleri ve çatışmaları (madenler, kentleşme, enerji, HES vb.) giderebilecek bir tasarı olmadığı, “koruma” vurgusunun yetersiz olduğu ve “kullanma”ya yönelik düzenlemelerin ağırlıkta olduğu görülmektedir.
Birçok belirleyici madde ve uygulamayla ilgili kritik hükümler endişe uyandıracak şekilde gelecekte hazırlanacak yönetmeliklere bırakılmıştır. Bu durum tasarının temel hedefini ve etkinliğini büyük ölçüde zayıflatmaktadır.
Onlarca HES’e ve onbinlerce rant amaçlı girişime engel teşkil eden “doğal sit” statüsü ortadan kaldırılmaktadır. Doğal sitler bugün Türkiye’de hâlâ bakir kıyılara sahip olabilmemizin nedenidir. Bunun yanı sıra, HES’ler başta olmak üzere, doğal sit alanlarında gerçekleştirilen ve doğaya zarar veren birçok müdahale koruma kurulları ve mahkemelerce engellenebilmiştir.
Tasarının 6.maddesinde “yeniden değerlendirme” kısmı endişe vericidir. Gerçek veya tüzel kişilerin önerileriyle daha önce belirlenmiş ve ilan edilmiş korunan alanların sınırlarının değiştirilebileceği, kısmen veya tamamen farklı statü kapsamına alınabileceği veya koruma kararlarının kaldırılabileceği belirtilmektedir. Korunan alanların sayısı ve yüzey alanları taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerle kabul edilen hedeflerin çok gerisindedir. Ülke yüzölçümünün yaklaşık yüzde 4-5’i civarında olan korunan alanların artırılması gerekirken bu maddeyle var olanların da “korumasız” kalmasına imkân verilmiş olacaktır. Taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler (BM Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Ramsar Sözleşmesi gibi) dikkate alındığında Türkiye’nin yeni korunan alanlar ilan etmesi (en az yüzde 15) ve bunları daha etkili bir şekilde koruması gerekirken “yeniden değerlendirme” adı altında mevcut korunan alanlarımızın dahi koruma güvencesinden mahrum kalması endişeyle izlenmektedir.
Tasarının 8. maddesindeki “üstün kamu yararı” ifadesi son derece muğlâk ve istismara açıktır. Doğal alanlara zarar verebilecek birçok yatırımın önü bu maddeyle açılmaktadır. “Çevreye yarar” diye yine son derece muğlak ve istismara açık bir ifade kullanılmıştır. “Çevreye yarar” ifadesine dayanarak madencilik, enerji, sanayi, tarım, turizm gibi doğa üzerinde olumsuz etkiye sahip birçok yatırımın kolaylıkla gerçekleştirilebilmesi mümkün olacaktır.
Tasarının 9. maddesindeki “Bilgilendirme ve Katılım”a dair bölüme göre, herhangi bir alanda gerçekleştirilecek koruma ve planlama çalışmaları hakkında yöre halkı yalnızca “bilgilendirilecek”tir. Yöre halkının karar alma aşamalarında yeri yoktur. Gerçek anlamda katılım için bilgilendirmenin yanı sıra, paydaşların görüşlerinin dinlenmesi, işbirliği ve aktif katılımla karar alma ve uygulama sürecinin “birlikte” şekillendirilmesi gerekir.
Tasarının 10. Maddesinde “Korunan alanda işletme yetkisi, kısmen, talepte bulunmaları halinde il özel idarelerine, belediyelere, bu Kanunun amacına uygun faaliyetler yürüten vakıf ve derneklere ilgili bakanın onayıyla devredilebilir veya geri alınabilir” denmektedir. Valiliklere bağlı İl Özel İdaresi’ne yapılan yetki devirlerinin onarılması imkânsız tahribata yol açtığı en son Bolu-Abant Tabiat Parkı örneğinde yaşanmıştır. Korunan alan yönetimi gibi son derece hassas ve dikkatle ele alınması gereken bir sorumluluğun, konunun uzmanı olmayan ve yeterli teknik bilgi birikimine sahip olmayan kurumlarca yerine getirilmesi ciddi ve geri dönüşü olmayan kayıplara neden olabilir.
Tasarı koruma alanlarıyla ilgili karar süreçlerinin tamamında Bakanlığı tek yetkili kılmaktadır. Sivil toplum kuruluşlarının, akademisyenlerin, yerel yönetimlerin, hatta ilgili diğer kamu kurumlarının katılımı gözardı edilmiştir. Tasarının 10. maddesinde Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Danışma Kurulu’nun kurulması öngörülmüş, ancak kurulun teşkili, görevi ve ne şekilde işleyeceğiyle ilgili herhangi bir hüküm getirilmemiştir. “Kurulun oluşturulması ve çalışmasına dair usul ve esaslar Bakanlıkça belirlenir” şeklinde bir keyfilik görülmektedir. Bu durum çağdaş ve demokratik bir işleyişe uygun olmadığı gibi, taraf olduğumuz sözleşmelerin “katılımcılık” ilkesini de gözardı etmektedir.
Tasarının 20. maddesinde, “Tabii durumuna uygun hale getirilemeyen alanlar buna en yakın yaşama alanına dönüştürülür” ifadesi açık bir biçimde bir alandaki tahribatın meşrulaştırılmasına ve tahribatın giderilmesi için yapılabilecek rehabilitasyon çalışmalarının zaafa uğratılmasına zemin hazırlamaktadır. “En yakın yaşam alanı” ifadesi bilimsellikten yoksundur ve ne kastedildiği açık değildir.
Tasarının 29. maddesinde, “2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu’na göre, kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgesi ve turizm merkezi olarak ilan edilecek yerler için Bakanlığın uygun görüşü alınır” denmektedir. Bu maddeyle, ülke yüzölçümünün ancak yüzde 4-5’ini kaplayan korunan alanların “turizm teşvik” adı altında yapılaşmaya açılması mümkün kılınmıştır.
Tasarının 57. Maddesinde, “9/8/1983 tarihli ve 2873 sayılı Millî Parklar Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır” ifadesi yer almaktadır. Millî Parklar Kanunu doğa koruma konusundaki en önemli yasal düzenlemelerden biridir. Tasarıda korunan alan statülerinden biri olarak “millî park” statüsü yer almasına rağmen, bu alanların hangi usûl ve esaslara göre yönetileceği, korunacağı belirsizdir. Millî Parklar Kanunu’nun tasarıyla yürürlükten kaldırılması halihazırda zaten ciddi baskılarla karşı karşıya kalan millî park alanlarını olumsuz yönde etkileyecektir. Son dönemde sayıları hızla artan HES’lere karşı açılan davalarda önemli bir dayanak olan Millî Parklar Kanunu bu düzenlemeyle ortadan kaldırılmaktadır. Bakanlığın tasarı yasalaştıktan sonra çıkarmayı planladığı yönetmeliklerin kamuoyu ve ilgili STK’lar tarafından önceden bilinerek müdahale edilmesi mümkün olamayacağından millî park alanlarını nasıl bir sürecin beklediği endişe uyandırmaktadır.
Tabiat Kanunu taslağı 10 yıldır devam eden bir sürecin tepe noktasını oluşturuyor; başta HES ve barajlar olmak üzere doğa ve dolayısıyla insan yaşamı üzerinde geri dönülemez tehditler yaratan yatırımların önünü açmak için bugüne kadar yürütülen büyük mevzuat operasyonunun son büyük adımı. Mahkeme kararlarına gerekçe olan tüm doğa koruma yasaları ve ilgili mevzuat değiştirilmiş veya halen değiştirilmektedir: Elektrik Piyasası Kanunu, Elektrik Piyasası Üretim Lisansı Yönetmeliği, Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği, Mera Kanunu, Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Orman Kanunu, Su Ürünleri Kanunu, DSİ’nin (Devlet Su İşleri) Kuruluş ve Teşkilat Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu…
Bu mevzuat operasyonunun başındaysa maalesef doğanın korunması amacıyla kurulmuş bulunan, eski adıyla Çevre ve Orman, yeni adıyla Orman ve Su İşleri Bakanlığı bulunuyor. 2007’de, ülkenin en büyük yatırımcı kuruluşlarından DSİ’yi bünyesine katan ve doğayı korumaktan ziyade ismini ve yetkilerini bu yatırımların meşrulaştırılması için kullanan bir Bakanlık.
Hukukun asgarî ölçüde dahi olsa adaleti tesis edeceğine ilişkin inancın yok olduğu bir süreç yaşamaktayız. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların hükümleriyse zaten fiilen bir anlam ifade etmemekte. Tabiat kanunu başta olmak üzere tüm bu mevzuat değişikliklerine ve uygulamalara yönelik demokratik protestolar ise muhatap alınmadığı gibi, birçok vakada çok sert bir şiddetle karşılanmaktadır.
----------------------------------------------------------
Engin Yılmaz
1977 Ankara doğumlu, 2002 Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. Lisansı sırasında iki sene Moskova Devlet Üniversitesinde burslu olarak okudu. 2002’den beri çeşitli sivil toplum örgütlerinde çalışıyor. 2010’dan yılından bu yana Doğa Derneği’nde genel müdürlük görevini sürdürmektedir.