Bugünlerde gündemde olan Hevsel Bahçeleri’yle
başlayalım. Diyarbakır’ın tarihî yeşil alanı Hevsel’in imara açılacağı iddiaları
üzerine bölgede bir direniş yaşanıyor. Hevsel meselesinin özü nedir?
Ayşe Seda Yüksel: TOKİ’nin Diyarbakır’daki kentsel
dönüşüm projelerinin en önemli ayağını Suriçi oluşturuyor. Fakat, Kasım 2013’te
TOKİ Hevsel Bahçeleri’ni de konut rezerv alanı ilan etti. Konut rezerv alanı,
kent içindeki riskli alanlarda ya da riskli yapılarda yaşayanların
nakledileceği öngörülen yapılaşma alanı demek. TOKİ buraya konut yapım izninin
verilmeyeceği, ama Hevsel’in yapılandırılacağı yönünde açıklama yaptı.
Valilikten de benzer bir açıklama yapıldı. BDP milletvekili Altan Tan keza
benzer bir beyanatta bulundu. Açıkçası, Hevsel’le ilgili kimin ne dediği
netleşmiş değil. Fakat Hevsel üzerinden çıkan tartışma çok önemli. Kente
devletin müdahalesi kent mekânını metalaştırırken, siyasileştiriyor da; siyasî grupların
kent hakkı üzerinden daha somut ve elle tutulur taleplerle mücadele etmelerini
sağlıyor. Ama dediğim gibi, Hevsel’le ilgili tarafların tutumları henüz
netleşmiş değil.
Bunun nedenlerinden biri Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi’nin net olmayan pozisyonu olabilir mi?
2000’lerin başından bu yana, Kürt hareketinin
kent yönetimi modelinde yeni bir ufuk açtığını söyleyebiliriz. Kürt hareketinin
siyasî geçmişine baktığımızda, kapitalizme de eleştirel bir duruş sergilediğini
görüyoruz. Bu eleştirel duruşun ve siyasî mücadelenin Türkiye’deki ve dünyadaki
makro dönüşümlerle ilişkisini de göz önünde tutmamız lâzım. 12 Eylül’den
itibaren Türkiye ekonomisinin neoliberalleşmesine paralel olarak bölgelerarası
eşitsizliğin giderek artması, kent girişimciliği söyleminin ortaya çıkması,
2000’lerin ortasından bu yana devletin artan bir şekilde kent mekânlarına
müdahale etmesi işleri değiştirdi. Bazı reformlarla birlikte belediyeler
merkeze karşı göreli olarak özerkleşti. Bu, Kürt hareketine devlete karşı
belediyeler üzerinden yeni bir mücadele alanı açtı. Buna rağmen, belediyelerin
de bu büyük dönüşümün aktörlerine çok direnme şansı yok. Mesela Suriçi’ndeki
dönüşümde Kürt hareketi mutabakat sağlamış değil. TOKİ kentsel dönüşümü
öngördükten sonra belediyenin bu süreci durdurabilmesi pek mümkün değil. Mesela
Kent Konseyi’nden veya belediyeden insanlar şöyle diyordu: “Dönüşüme karşı
duramayınca, bizzat dahil olup en azından evlerinden çıkarılacaklar için
sürecin daha yumuşak geçmesini sağlamaya çalışıyoruz.” Ancak, şunu da belirtmek
lâzım, hem Sur belediyesindeki hem de büyükşehir belediyesindeki birçok aktör
için Suriçi’ndeki dönüşüm turizm üzerinden ekonomik gelişme demek. Sur Belediye
Başkanı’nın dönüşümden sonra Suriçi’nin turizm cazibe merkezine dönüşmesini
beklediği açıklamalarını unutmamak gerek.
Belediye Kürt sermayesiyle ilişkisini neye
göre yönlendiriyor?
2007’de Diyarbakır’da, Kürt hareketinin
siyasî elitleriyle şehirdeki işadamları arasında çok gergin bir ilişki olduğunu
gözlemlemiştim. Sadece siyasî elit değil, Diyarbakırlılar genel olarak
işadamlarını soyguncu, rantçı, güvenilmez olarak tanımlıyordu. Birçok kişi bana
neden “bu insanlar” üzerine çalıştığımı soruyordu. Hatta bu, birçok işadamının
da içselleştirdiği bir algıydı. Diyarbakır’da görüştüğüm birçok işadamı
Diyarbakır’daki sermayedar sınıfı güvenilmez, ticaretten anlamayan, işadamı
bile olamayan kişiler olarak görüyordu. Bu algının önemli sebeplerinden biri
Diyarbakır’daki işadamlarının iş hayatına çok yeni atılmış olmaları. 2007’de
Diyarbakır Organize Sanayi Bölgesi’nde bir araştırma yaptık ve yüze yakın
firmayla görüştük. Diyarbakırlı işadamları çoğunlukla 1970’lerde kente göç
etmiş çiftçi ailelerden gelen insanlar.
Mesela, Diyarbakır’ın önde gelen işadamlarından
Raif Türk daha önce Özgür Gündem muhabiriymiş…
Evet. Diyarbakır’da kurumsallaşmış aile
şirketlerinden, ikinci, üçüncü nesil bir ticarî burjuvaziden veya imalat
sanayiinde kendini ispat etmiş bir sermaye sınıfından bahsedemeyiz. Bölgedeki sermayedar
sınıfın bu özelliği hak temelli siyasî mücadelelerle kuracağı ilişkiyi de
belirliyor. Her yeni yükselen sermaye hukuk ve demokrasiden ziyade istikrardan
yanadır. Çok tecrübesiz, ama dinamik, öte yandan çok agresif stratejiler
uygulayabilecek bir sınıf olduğunu söyleyebiliriz.
Nedir o agresif stratejiler?
Hukukî boşlukları değerlendirmeye, ilişkiler
üzerinden ilerlemeye mecbur; kendini engellenmiş ya da dışlanmış hissettiği
için bu ilişkilere daha agresif bir şekilde tutunan bir sınıf. Bir Kürt işadamı
bana “biz hep olması gereken ama olmayan, oldurabileceğimiz ama olduramadığımız
şeylere özlem duyuyoruz” demişti.
AKP döneminde Kürt hareketine karşı yeni bir
orta-üst sınıfın sübvansiyonlarla da güçlendirilerek büyütüldüğü tespitine katılıyor
musunuz?
Ekonomik raporlar 2002’den beri bölgede
önemli bir canlanma olduğunu gösteriyor. Canlanma AKP dönemine denk geliyor,
ama aynı tarih aralığında başka gelişmeler de oldu. OHAL’in kaldırılması bölge
ekonomisinin canlanmasında önemli bir etken. Evet, AKP döneminde güçlenen bir
Kürt sermayesi var, ama bunun doğrudan AKP eliyle olduğunu iddia edemeyiz.
ABD’nin Irak müdahalesinden sonra Irak Kürdistanı çok önemli bir ekonomik kapı
açtı. Diyarbakır’da 2002’den bu yana kurulan ihracatçı firma sayısı yaklaşık
dört kat arttı.
İhracat esas olarak Güney Kürdistan’a mı yapılıyor?
Diyarbakır ihracatının yaklaşık yüzde 55’i
Irak’a yapılıyor; mermer, taş ve gıda... Orada inşaat ve hizmet sektörüne
giren; kreş, restoran, otel açan çok sayıda Diyarbakırlı işadamı var.
‘90’larda, Kürt sermayedarlarının OHAL valileriyle, Ankara’daki bürokratlarla
yakın ilişkiler kurduğunu görüyoruz. Devletle ilişki kurmazlarsa ayakta
kalamazlardı. Kürtlerin sermayedarlara dair negatif algısının altında bu da yatıyor.
‘90’larda Kürt hareketine yakın durduğu için dışlanan, iflas eden çok işadamıyla
konuştum. Tansu Çiller’in “elimizde PKK’ye yardım eden Kürt işadamları listesi
var” demesinden sonra bir anda işleri tepetaklak olanlar var. Ayakta
kalabilenlerin çoğu o dönem OHAL valileriyle, Ankara’daki bürokratlarla yakın
ilişki kuranlar.
Kürt hareketinin eriştiği güce bakınca,
sermayedar kesimin devletle ilişkilerinin kısmen de olsa değiştiği söylenemez
mi?
2002’den sonraki rahatlamayla işadamlarının
Kürt hareketi ve yerel siyasetle ilişkilerinde kendilerini yeniden konumlandırdıklarını
görüyoruz. Bir yandan devletle ilişkilerini sürdürmek zorundalar, bir yandan da
Kürt hareketinin askerî ve siyasî kanadıyla sürtüşme yaşamamaları lâzım.
Kürt sermayedarlarının, Kürt hareketinin ideolojisine
yaklaşımı nasıl?
Şunu teslim edelim, Türkiye’de devlet hakkında
bu kadar eleştirel olan başka bir sermayedar kesim hayal edemezsiniz.
Görüştüğüm işadamlarının çoğu konuşmaya 1915’ten söz ederek başlıyor. Şeyh Said
İsyanı’ndan 1980’lere, köy boşaltmalara, işkencelere değiniliyor. Diyarbakır
Sanayici ve İşadamları Derneği’nin kuruluşu bile bize çok şey anlatıyor.
1995’te, derneği kurmak için yaptıkları toplantılarından biri basılıyor ve
işadamları “izinsiz toplantı” yapmaktan gözaltına alınıyor. 1993’te Çiller’in
“Kürt işadamları listesi” ortaya çıkınca çoğu takip ediliyor, tehditler alıyor.
Devletin karanlık yüzünü öyle veya böyle deneyimlemiş insanlardan bahsediyoruz.
Kürt sermayesinin Kürdistan’da kayda değer
bir gücü var mı?
Kürdistan’daki Kürt sermayesi gücün
merkezinde değil; dışarıda, periferide, itilmiş bir sermayedar sınıf. Devletin
hukuksuzluğunu da bizzat yaşamış ve yaşıyorlar. O yüzden de Kürt hareketine
karşı ancak istikrarı bozduğunda reaksiyonları oluyor. Ama bu, ideolojik olarak
birçok konuda mutabık olmalarını engellemiyor.
Demokratik Toplum Kongresi’nin ilan ettiği
demokratik özerklik metninde, apitalizmin minimize edilmesine dair bir başlık
vardı. AKP milletvekili ve işadamı Galip Ensarioğlu “hayatında bakkal
işletmemiş insanlar Kürdistan’a ekonomi modeli sunuyor” diyerek bu metne tepki
göstermişti. Kürt hareketinin bu hedefi sermayedarların siyasî konumlanışını
nasıl etkiliyor?
Kapitalizmin minimize edilmesi,
kurumsallaşmaya çalışan kapitalist sınıfın reddi demek. Dolayısıyla bu,
Ensarioğlu’nun varlığıyla çelişen bir ideolojik tutum. Kürt sermayesi Kürt
hareketiyle daha ziyade Kürt kimliğinin kültürel boyutunda; dile, kültüre sahip
çıkma, belli bir siyasî özerkliği savunma konusunda ortaklaşıyor. Kürt
hareketinin kapitalizmi eleştiren damarıysa tabii ki sermayedar sınıfı
korkutuyor.
Kürdistan’da orta sınıf yükselişi de var…
Evet, bu daha ziyade yerel siyasetçiler,
avukatlar, doktorlar, STK mensupları gibi Kürt hareketiyle olumlu ilişkileri bulunan
kesimden oluşuyor. Bu yükselişi mesela Kayapınar’da gözlemliyoruz.
Kayapınar nasıl bir yer?
Orta sınıfların oturduğu, modern, site tipi
apartmanların olduğu bir mekân. Diyarbakır’ın modern yüzü, parklarla, bulvarla,
alışveriş merkezleriyle donatılmış bir yer. Buna benzer, daha varlıklı
kesimlerin yaşadığı Hamravat Evleri gibi bir-iki katlı lüks evlerin olduğu,
çoğunlukla üst-orta sınıf mensuplarının yaşadığı kent mekânları da var.
Mart 2006 olayları sırasında bir grup gencin
bu evlere doğru yürüyüşe geçmek istediğini biliyoruz. 2008’de Cizre’de Yahya
Menekşe isimli çocuğun panzer tarafından ezilerek öldürülmesinden sonra
kepenklerini kapatmayan esnafa karşı da birtakım saldırılar olmuştu. Bu tür
olaylar Kürt siyaseti içinde sınıf temelli bir çatışmanın belirtileri sayılabilir
mi?
Yine Diyarbakır üzerinden gidelim. Evet,
kentsel ayrışma riski giderek artıyor. Mesela kayıtlı işsizlik yüzde 13 civarında.
Gerçek rakamların daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. İşsizliğin en yaygın
olduğu yaş grubu 25-34. Son dönemde inşaat alanındaki görece genişleme şehirde
yüzde 25’lik istihdam yarattı. Ama inşaata dayalı büyüme devamlı olamaz.
İnşaattaki istihdam durduğunda zengin-yoksul arasındaki uçurumun çok keskin
olduğu bir şehre dönüşecek Diyarbakır, şu anda bile bu uçurumun giderek
büyüdüğünü söyleyebiliriz. Vurgulamamız gereken bir başka şey ise, bu uçurum
artarken işadamlarıyla ilgili negatif algının da değişmeye başladığı. 2010’dan
sonra, işadamlarıyla Kürt hareketi veya belediye arasında bir uzlaşma oldu. Referandum
öncesinde, işadamı Raif Türk çok sayıda işadamıyla birlikte “evet” diyeceğini
açıklamış ve bazı dozerleri PKK’liler tarafından yakılmıştı. Osman Baydemir çıkıp
“benim dozerlerim yakılmıştır” gibi bir açıklama yaptı. Bu önemli bir yakınlaşmaya
işaret ediyor. Baydemir’in açıklaması sonrasında, “2013 Diyarbakır surları yılı
olsun” kampanyası var. DİSİAD’ın bu kampanya için belediyeyle birlikte var
gücüyle çalıştığını biliyoruz. Bu tür gelişmeler sermayedarlara karşı
Kürtlerdeki negatif algıyı değiştiriyor, kent için gerekli bir sınıf olarak algılanmaya
başlıyorlar. Ama, inşaat sektöründeki istihdamın azalması bu algıyı yeniden
tersine çevirebilir.
İnşaat sektöründeki gelişme yoksulların
yerlerinden edilmelerine sebep olan kentsel dönüşüm çalışmalarını da içeriyor
ama…
Tabii, Suriçi’ndeki dönüşümün sonuçlarını hep
beraber göreceğiz. Bir Kürt belediyesi olarak Suriçi’ni boşaltmanız, zorunlu
göçle gelmiş insanları ikinci kez yerlerinden etmeniz demek. Şimdiye kadar
Suriçi’nde 250’ye yakın ev yıkıldı. Burada oturanlar Çölgüzeli adında, şehrin dışındaki
TOKİ konutlarına gönderildi.
Direniş olmadı mı?
Muhatap bulamadılar. Belediyeye gidince
TOKİ’ye, TOKİ’ye gidince belediyeye yönlendiriliyorlar. Evleri yıkılanların
büyük bir kısmı zorunlu göçten önce, 1970’lerde gelenlerdi. Ama dönüşüm zorunlu
göç mağdurlarının yaşadığı mahallelere sıçradığında işler değişebilir.
Belediye neden bu dönüşümü reddetmiyor?
Belediye ekonomik sorunları turizmle
gidermeyi düşünüyor. Osman Baydemir surların restorasyonu tamamlandıktan sonra
üç milyon turist çekebileceklerini söylüyor.
Abdullah Öcalan’ın öngördüğü “kapitalist
moderniteye karşı demokratik modernite” tezinin Kürt hareketi tarafından hayata
geçirilmesinin güç olduğunu söyleyebilir miyiz?
“Kentlerimizi kendimiz yönetmek istiyoruz”
ifadesi sembolik alanda Kürt hareketine bir mücadele alanı açıyor, ama ekonomik
alanda devrimci bir belediyecilikten söz edemiyoruz. Var olan ekonomik sistem
içinde hareket ediyorlar. Enteresan bir paradoks; bir taraftan kent yoksullarına
istihdam alanı açmak istiyorsunuz, ama bunu yapabilmek için kentsel dönüşüm
projelerine dâhil oluyorsunuz. İşsizlik ve yoksulluk düşünüldüğünde, kente
sermaye çekmek zorundalar. Ancak, kent dönüştükçe, korumak istediğiniz insanları
kentin dışlananları haline getirebilirsiniz.
1970’lerde, bambaşka mesleklerden gelen
insanların şimdiki Kürt sermayedarları olduğunu söylediniz. Bu birikimi nasıl
sağladılar?
Kırtasiyecilikten bir şekilde para biriktirip
sonra örneğin madencilik sektörüne bu birikimini yatıranlar var. Öte yandan,
hem Ankara’daki hem de yereldeki siyasetçilerle ilişkilerini sağlam tutmuş
zenginler var. Bunlar daha ziyade ‘90’larda zenginleşmiş kesimler. 2000’lerde
ise Ankara’daki ilişkileri üzerinden teşviklerden faydalanarak birikimini yatırıma
dönüştürenler var. Ama şunu da belirtmek lâzım, Diyarbakır’ın veya bölgenin
zengini de bölgeye göre zengin. Mesela ‘90’larda bir çimento fabrikası
özelleştirilirken, Diyarbakır’dan on işadamı biraraya gelip fabrikayı alacak
parayı bulamıyor. Öte yandan, Diyarbakır’dan göç etmiş ve batıda zenginleşmiş
çok sayıda aile var: Tatlıcılar, Ceylanlar, Halis Toprak… Hepsi Diyarbakır’la
bağı kalmamış Diyarbakırlı zenginler. Bu tablo Kürt sermayesi kavramının
muğlaklığına da işaret ediyor. Kimdir Kürt burjuvazisi? Halis Toprak mı,
Pirinççizadeler mi yoksa Raif Türk mü?
2000’lere dek devlet aşiret reisleri aracılığıyla
Kürtleri yönlendirmeye çalışıyordu. Ama artık aşiret reisleri etkinliklerini
büyük ölçüde yitirdi. Aşiret reislerinin tebaaları varken sermayedarların da
işçileri var. Sermayedarların aşiret reislerinin misyonunu devralması ihtimali
var mı?
AKP’nin birçok Kürt’ten oy alması iş-aş
vaadiyle mümkün oldu. Bugün, iş-aş vaadi AKP lehine işliyor. İşçilerle
ilişkinin aşiret reisi ve tebaasıyla ilişkisine benzeyip benzememesi, hem Kürt
sermayedarlarının ne kadar güçlenebileceğine hem de işadamı algısına dair
anlamsal haritalardaki kırılmalara bağlı.
Kürt hareketi devletle mücadelesinde belli
bir güce kavuştu. Şimdi de Kürtler arası sınıfsal ayrışmanın Kürt sorununa yeni
bir boyut kattığını söyleyebilir miyiz?
Ne yazık ki
öyle, ancak bu durumun nüveleri daha önce de ortaya çıkmıştı. Mesela 2006 Mart
isyanı; gerillaya karşı kimyasal silah kullanımı sebebiyle başlasa da sınıfsal
karakteri çok belirgin bir isyandı. Yoksulların öfkesi sadece kamu kurumlarına
ve polise değil, aynı zamanda üst sınıfların alışveriş yaptığı dükkânlara,
sembolik anlamı yüksek café’lere ve bankalara yönelmişti. 2006 Mart isyanını sınıfsal
ayrışmanın ilk manifestosu olarak görebiliriz. Öte yandan, Güney Kürdistan’da
çok vahşi bir kapitalist dönüşüm var. Prof. Neşe Özgen oradaki tespitleri
önemli: Kürtler, Kürdistan’da, kendi yurtlarında, mülteci gibi yaşıyor. Çok ağır
koşullarda çalıştırılıyorlar. Irak Kürdistan’ı bize kuzeydeki gelişmelerin
sonuçlarına dair ipuçları sunabilir. Vahşi kapitalizm koşullarında ekonomik
gelişme ve istihdam yaratmaya çalışırsanız, sömürünün katmerlendiği bir duruma
kapı açarsınız. Kürt meselesiyle ilgili en dikkat edilmesi gereken hususlardan
biri bu sınıfsal ayrışma. Çok radikal bir neoliberal dönüşüm yaşanıyor.
Önümüzdeki dönemde sınıfsal çatışmalar somut bir problem olarak karşımıza çıkabilir.
-------------------------------------------------------------------------------
Ayşe Seda Yüksel
Orta Avrupa Üniversitesi (Central European University) Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji bölümünde Gaziantep ve Diyarbakır örneklerinden hareketle neoliberalizmin yerelleşme dinamiklerini konu ettiği doktora çalışmasını sürdürüyor.