Diyarbakır’dan Lice’ye giden beyaz bir minibüse bindiğimde henüz 17 yaşımı doldurmamıştım. Ailemin bana sağlayabileceği en iyi geleceğe sahip olabilmek için daha 14 yaşında yatılı okula gitmiş ve veteriner sağlık teknisyeni olarak 17 yaşında devlet memuru olmuştum. Mutlu olmak yerine büyük bir korku duyuyordum. Hiç bilmediğim bir çevre, anlamadığım bir dil, hatta babama benzediği için anne tarafımdan akrabalarımın Kürt diyerek kızdırdığı kardeşim... Ama aslında korktuğum şey 17 yaşımda yetişkin olmak zorunda olmamdı.
Yazıya buradan başladım, çünkü aslında aynı korkuyu hâlâ taşıyorum. Sanki sonsuz bir ergenlikten yetişkinliğe geçiş eşiğinde yaşıyorum. Kimileri bu durumun bu ülkenin laneti olduğunu söyler.
1995 yılı başından 2000 yılına dek aralıklarla Lice’de geçirdiğim üç yıl sonrasında, 2001 yılında, vicdani reddimi açıkladım. Elbette bir eylemin tek bir nedeni olmaz, ancak sanırım savaşa şahit olmak beni savaşın tarafı olmak dışında bir tarafa doğru itti. Belki de eşcinsel olduğum için kendimi hiçbir yere ait hissedememe duygumu daha zor bastırabilir olmuştum.
2001 yılında reddimi açıkladığımda devlet memurluğundan istifa etmiş, Ankara’ya yerleşmiştim. Bir süre sonra da İstanbul’a... Bir yandan LGBT örgütleriyle çalışıyor, bir yandan da antimilitarist çalışmalara katkı sağlamaya çalışıyordum. Elbette “asker kaçağı-kanun kaçağı” olduğumdan, garsonluktan editörlüğe, çeşit çeşit ve sürekli olmayan işlerde çalışıyordum. Bu durum 2005 yılında tutuklanmama dek sürdü.
2005 Nisan ayında, Kitap Fuarı’nda çalıştığım yayınevini temsil etmek üzere gittiğim İzmir’de gözaltına alındım. Tutuklu kaldığım 11 ay boyunca Sivas Askerî Cezaevi’nde fiziksel ve psikolojik işkence ile tecrit de dahil olmak üzere pek çok ihlâle maruz kaldım. Türkiye yasalarında vicdani red konusunda herhangi bir düzenleme olmadığından Askerî Ceza Kanunu’nun 88. maddesi, yani “toplu erat önünde emre itaatsizlikte ısrar” suçlamasıyla hakkımda iki dava açıldı. Daha sonra bu iki dava birleştirilerek her birinden ikişer yıl olmak üzere toplam dört yıl hapis cezasına çarptırıldım. O tarihe kadar bir vicdani redciye verilmiş en ağır ceza olan bu hükümde asgarî hadden uzaklaşılmasının nedeni olarak, eşcinsel olmama rağmen, fiziksel muayeneyi reddetmem gösteriliyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Yeterlilik Yönetmeliğine göre, eşcinsellik bir hastalık olarak tanımlanıyor ve bunun tespiti için de ilişki anında ve penetrasyon görünür halde iken çekilmiş fotoğraf ya da videolar istenebiliyor. Bu görüntüler her zaman istenmeyebilse de, anal muayene gibi yöntemlerle eşcinsellik tespit edilmeye çalışılıyor. Bense bu onur kırıcı muamelelere karşı mücadele yürüten bir hareketin parçası olmam kadar, vicdani red konusunda yürümesi gereken bu davanın cinsel yönelimime odaklanmasına karşı çıktığım için, herhangi bir muayeneyi reddetmiştim. Kaldı ki, eşcinsellik bir hastalık olmadığı gibi, herhangi bir muayene ile tespit edilebilecek bir şey de değildir.
Dört yıllık cezanın Askerî Yargıtay tarafından “muayene yapılması gerekliliği” nedeniyle bozulmasından sonra, yerel mahkemenin kararında direnmesi üzerine, Askerî Yargıtay Genel Kurulu davamı görüşerek kararı bozdu ve tahliyeme karar verdi. Yerel askerî mahkemenin davayı yeniden görüşerek verdiği 25 ay hapis cezası ise halihazırda Askerî Yargıtay’da görüşülüyor. Ayrıca, tahliyem üzerine askerî birliğe gidip askerlik yapmaya başlamadığım için de “firarî” statüsünde aranıyorum.
Geçtiğimiz Temmuz ayında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yaşadığım ihlâller dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni mahkûm etti. Vicdani redciler hakkındaki önceki kararlarda olduğu gibi, Türkiye karara itiraz etmeyerek aslında pozisyonunun ve yaptıklarının savunulamaz olduğunu kabul etmiş olsa da, vicdani redciler için bir düzenleme yapmamakta ısrar ediyor. Ben hâlâ kimliğim olmadan, hastalandığım zaman bir hastaneye başvuramadan, sosyal güvenlik sağlayacak bir işte çalışmak bir yana, kendi adıma bir banka hesabı bile açamadan hayatımı sürdürmeye çaba sarf ediyorum. Kanunî düzenlemeler olmadığı için kışla, askerî mahkeme ve askerî cezaevi arasında bir kısır döngü ile pratikte ömür boyu hapis riskiyle yaşama anlamına gelen bu durumu AİHM “sivil ölüm” olarak tanımlıyor.
Tüm yargılanma sürecinde mesele benim kim olduğumdu. Askerî Mahkeme, dolayısıyla devlet, benim piyade er Mehmet Tarhan olduğumu iddia ediyor ve bir asker kişi olarak beni Askerî Ceza Kanunu’na göre yargılıyordu. Ben ise vicdani redci olduğumu, dolayısıyla asker olmadığımı ve Askerî Mahkeme’nin beni yargılama yetkisi olmadığını iddia ediyordum.
Aslına bakarsanız, sanırım Türkiye’de yaşamak böyle bir şey: Devlet sürekli size kim olduğunuzu söylüyor ve siz ne söylerseniz söyleyin ya da kim olursanız olun bildiğini okuyor. Onun istediği kadın, onun istediği erkek, onun istediği gazeteci, onun istediği siyasetçi olmadığınız sürece üzerinize basıp geçmekten tereddüt etmiyor. Hatta onun istediği mahkûm değilseniz açlığınıza timsah gözyaşını bile çok görüyor.
Mehmet Tarhan
1978’de Gaziantep’te doğdu. Orta öğreniminin ardından 2000 yılına dek veteriner sağlık teknisyeni olarak Diyarbakır-Lice’de çalıştı. 2001’de vicdanî reddini açıkladı. 2005-2006 yıllarında Askerî Mahkeme’de yargılanarak 11 ayını Sivas Askerî Cezaevi’nde geçirdi. Davası halen devam ediyor. 2002’den bu yana, Lambdaistanbul LGBT Dayanışma Derneği’nde LGBT hak ihlâlleri ve hukukî destek alanlarında gönüllü faaliyetler yürütüyor.