Gezi Parkı etrafında büyüyen isyan Avrupa kurumlarını sarstı. Kimse böyle kuvvetli bir itirazı öngöremedi. Her ne kadar zamanlama ve tetikleyici sebepler şaşırtıcı olsa da, altta yatan hoşnutsuzluklar yakından bakanlar için uzun zamandır ayan beyandı. Türkiyeliler yıllardır Erdoğan’ın böl ve yönet taktiğinin halkın özgürlüklerini adım adım yok ettiğine dikkat çekmeye çalışıyordu. Ancak, Avrupalılar çoğunlukla bu uyarıları abartılı bularak omuz silkti. Neticede, Erdoğan çoğunluğun oylarıyla iktidara gelmiş, Kürtlerle ve Ermenilerle (bazen başarılı, bazen başarısız olsa da) diyalog girişimlerinde bulunmuş ve kabinesinde Avrupa Birliği Bakanlığı’nı kurmuştu. Dolayısıyla, Türkiye’de yaşanan her değişim hafifsendi. Başörtülü kadınların daha az ayrımcılığa maruz kalması elbette olumlu bir gelişmeydi; gittikçe daha çok yol ve köprü yapmak akıllıca bir ulaşım politikası olmasa da yadırgatıcı da değildi. Alkol tüketimine kısıtlamalar getirilmesi girişiminin sağlıkla ilgili bir boyutu da vardı ve başka ülkelerde de denenmiş bir düzenlemeydi.
Ancak Türkiyelilerin çoğu büyük resmi gözden kaçırmamayı başardı. Erdoğan’ın giderek cüretkârlaşan politikaları ve giderek büyüyen projeleri bunu daha da kolaylaştırdı: büyük altyapı projeleri, devasa camiler ve bunlarla birlikte gittikçe otoriterleşen siyaset tarzı. Erdoğan hâlâ seçmenlerin çoğunun desteğine sahip olsa da, iyi bir yönetim halkı böylesine kutuplaştırmamalı ve başbakanın yaptığı gibi Gezi direnişçilerine karşı gösterileri harekete geçirmemeliydi. Bu tavır ona da fayda sağlamayacaktır.
Polisin aşırı güç kullanımı Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği de dahil olmak üzere, Avrupa ve dünyanın pekçok kurumu tarafından eleştirildi. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi Ashton konuyla ilgili eleştiren açıklamalarda bulunurken, AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Stefan Füle İstanbul’da Gezi eylemcileriyle görüştü. Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda bütün siyasî gruplar polis şiddetinin kınanması, polis şiddetiyle ilgili derinlemesine bir soruşturma açılması ve protestocularla diyalog başlatılması taleplerinde fikir birliğine vardı. Erdoğan’ın uzlaşmaz tavrı açıkça eleştirildi.
Avrupa Parlamentosu Yeşiller grubuysa eylemcileri destekleyerek Türkiye Yeşiller Partisi’nin eşsözcülerinden Sevil Turan’ın da dahil olduğu Gezi hareketinin temsilcileriyle parlamentoda bir konferans düzenledi. Avrupa’nın bütün ülkelerinden Yeşiller mektuplar yazarak, gösterilere katılarak, olaylarla ilgili haberleri paylaşarak destekte bulundular.
Occupygezi hareketine verilen destek hakikaten de hayret verici. İnsanlar ellerindeki haberleri ve görselleri paylaşıyor ve Avrupa’nın dört bir yanında destek gösterileri düzenliyor. Her ne kadar Facebook ve Twitter gibi sosyal medya araçlarının varlığı bunu kolaylaştırsa da Eylemcilere duyulan empati ve gösterilen dayanışma çok dikkat çekici. İnsanlar sadece yardım çağrılarını retweetlemekle kalmadı, ayrıca Türkiye elçiliklerinin önünde gösteriler düzenleyerek bu çağrıları sosyal medyanın dışına da taşıdılar.
Bu, hareketi Arap Baharı protestolarından farklı bir yere taşıyor. O hareketlerde de sosyal medya araçları ağırlıklı bir rol üstlenmişti, ama en azından Avrupa’da bugün gördüğümüz gibi bir destek hareketini beraberinde getirmemişti. Bunun bir sebebi muhtemelen Avrupa’nın geri kalanının kendilerini İstanbullulara Kahire ya da Şam’da yaşayanlardan daha yakın hissetmesi olabilir. Bu da kısmen, insanların tatil, öğrenim ve arkadaşlıklar üzerinden Türkiye’yle kurdukları bireysel bağlardan kaynaklanabilir. Ama asıl önemlisi, Brüksel, Berlin ve Madrid’deki gençlerin Türkiye’deki gençleri kendileriyle eşdüzeyde görmesi. Farklı değil, eşit. Biber gazına maruz kalan, dayak yiyen ve gözaltına alınanlar pekâlâ onlar da olabilirdi. Türkiye Avrupa’nın bir parçası olarak görülüyor. Ve barışçıl eylemcilerin Avrupa’nın ortasında polis tarafından dövülüp yaralanmasını insanların havsalası almıyor. Türkiye’de yaşananlar komşu şehirde yaşanıyor gibi hissediliyor ve “o sen de olabilirdin” etkisi yaratıyor.
Protestoların Türkiye’nin “en Avrupalı” şehrinde başlamış olması da gösterilen destekte rol oynamış olabilir. Ya da belki de protestolara yol açan meselenin kendisi bunda rol oynamıştır; yani park, ağaçlar ve Avrupa’nın pekçok şehrinde de insanların maruz kaldığı ticarileşme ve soylulaştırma meselesi. Kıvılcım ne olursa olsun, aradaki bağ sosyal medya ortamında kesintisiz gürültü koparmaya, gösterilere Türkiye dışında yaşayan Türkiyelilerin haricinde kalabalıklar çekmeye ve Gezi eylemcileriyle özdeşlik kurmayı sağlamaya yetecek kadar sıkı.
İşte bu protestolar birçok Avrupa ülkesinin yöneticilerini Türkiye hükümetine dair kaygılarını dile getirmeye yönelttiği gibi konunun Avrupa Parlamentosu’nun gündemine girmesine de katkıda bulundu. Genel kurulda, normalde anadillerinde kendi ulusal dinleyicilerine hitabeden Avrupa Parlamentosu vekilleri, bu sefer İngilizce olarak doğrudan Türkiye hükümetine seslendi.
Maalesef Erdoğan, yurtdışından gelen bütün barış ve diyalog çağrılarına kulak tıkadı. AB adayı bir ülkenin başbakanı sıfatıyla Avrupa Parlamentosu kararını geçersiz ilan etmesi yaz başında taze bir başlangıç yapacağı varsayılan AB’ye katılım müzakeleri için hiç de iyi bir alamet olmadı. Yeni fasılların açılması ve bu yılın Türkiye’yi Avrupa müktesebatına yakınlaştıracak iyi bir yıl olması yönündeki temenniler zarar gördü. Bu beklentilere dair hayal kırıklığı oluşmuş durumda. Sivil ayaklanmanın taşıdığı potansiyele rağmen bu maalesef böyle. Kıbrıs sorununun yanı sıra –ki Kıbrıs cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Güney’in petrol rezervlerini kullanma isteğiyle umut verici bir yola girmişti– Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkanlar çoğunlukla devletin Kürtlere ve diğer azınlıklara yönelik tutumunu, İslamîleşme korkusunu ve otoriter bir lider tarafından yönetilen büyük ve büyüyen devletin ezici gücünü gerekçe gösteriyorlar.
Eğer Türkiye hükümeti en azından barışçıl protestoları müsamaha gösterebilse, çoğulculuğu kucaklayabilse, kent planlamasında ve genelde toplumsal katılım stratejisini gözden geçirebilse, farklı hayat tarzlarına saygı gösterebilse, kazançlı çıkacaktır. Bu, Türkiye’yi sadece Avrupa’ya değil kendi insanına da yaklaştıracaktır. Erdoğan bu fırsatı değerlendirmeye niyetli görünmüyor. Aksine, göstericilere hakaret ederek, aşırı güç kullanarak ve gerilimi tırmandırmaktan başka bir işe yaramayacak karşı gösteriler düzenleyerek Avrupa’dan daha da uzaklaşıyor. Böylece Avrupa’daki en azılı düşmanlarına kendi eliyle cephane veriyor.
İstanbul’un seçilmiş bir belediye başkanı olmasına rağmen, kent planlamasına dair kararları başbakanın bizzat aldığı görülüyor. Yerel bir sorununun halkın ona olan öfkesini tetiklemesine şaşırmamak lâzım. Her konuyu tekeline alan Erdoğan Gezi parkı olaylarının bütün sonuçlarının da sorumlusu olacaktır. Erdoğan sanki köşeye sıkışmış ve son muharebesini veriyor gibi davranıyor. Halbuki tam tersine, çok rahat bir konumda. AK Parti yıllardır kamuoyu araştırmalarından ve seçimlerden birinci parti çıkıyor, partisinde liderliği rakipsiz, ana muhalefet partisi CHP tabanını genişletebilir gibi gözükmüyor, seçim yasasıysa yeni oluşumlara hayat hakkı tanımıyor. Erdoğan biraz müsamaha, başkalarına nefes alanı tanıma ve yumuşama yolunu tercih edebilirdi.
Ancak, tabanı genişledikçe Erdoğan’ın yönetimi de giderek otoriterleşti, Türkiye toplumunu değiştirme planları büyüdü ve daha sakınımsız, hatta saldırgan oldu. Bu durum kısmen yaygın bir fenomenle açıklanabilir: Uzun bir süre geniş bir destek görüyorsanız, bütün fikirleriniz ve kararlarınız size doğru gelmeye başlar. Partinizde rakipsizseniz sizi kimse eleştirmeyecektir. Bütün bunların üstüne Erdoğan, kamuoyunu yönlendirme konusunda kendi tarzını oluşturdu: medya açılan davalar, tutuklanan gazeteciler yoluyla püskürtüldü ve sadece bir avuç basın mensubu eleştiri yapmaya cesaret edebilir hale geldi. Gezi eylemleri boyunca Türkiye’deki gazetelerin manşetleri uluslararası medyadan çok farklı bir manzara resmetti. Provokatörlere, saldırıya uğrayan başörtülü kadınlara, polise gösterilen şiddete dair bir sürü hikâye var; ama, göstericilerin ne istediğine, kim olduklarına, barışçıl gösterilere ve edindikleri yerel ve küresel desteğe dair haberlere rastlanmıyor. Hatta Türkiye medyasının tamamı, protestoların başlangıcında birkaç gün boyunca tamamen sessizliğe bürünmüştü. Erdoğan korkutulmuş medyanın kamuoyu hakkında yazıp söylediklerinin gerçeği yansıttığını sanarak yanılıyor. Dolayısıyla, kendisine yönelik bu öfke patlamasına hayret etmesinde ve kamuoyu hakkında tuhaf görüşlere sahip olmasında şaşıracak bir yan yok.
15 Haziran
#direngezi’nin kalıcı ve güçlü bir harekete dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Bu tür devasa hareketler her zaman büyük bir potansiyele sahiptir ve gündelik hayat mücadelesinde, karar alma süreçlerinde ve çoğulluk konularında sorunlarla karşı karşıya kalır. Ancak, çoğulculuğun ve çeşitliliğin gelişmesi, siyasetçileri ve yöneticileri denetlemek üzere toplumun karar alma süreçlerine katılımı, yerel çalışmalar yapması ve gelecek tahayyülünün olması Türkiye için çok önemli bir fırsattır.
15 Haziran’ı 16 Haziran’a bağlayan gece ben bu satırları yazarken polis büyük bir şiddetle Gezi Parkı’na taarruz ediyor ve iki haftadır biber gazına maruz kalanların söylediğine göre şu ana kadarki en şiddetli müdahaleyle karşı karşıyalar. Yaralıların ve gözaltına alınanların sayısı hâlâ tam olarak bilinmiyor.
--------------------------------------------------------------------
Ska Keller
1981’de Doğu Almanya’da doğdu. Alman Genç Yeşiller’de, Avrupalı Genç Yeşiller Federasyonu’nda ve Yeşiller Partisi’nde aktif olarak görev aldı. Berlin’de ve İstanbul’da, İslamiyet, Türkiye ve Yahudi Çalışmaları alanında eğitim gördü. 2009’da Avrupa Parlamentosu’na seçildi. Uluslararası Ticaret Komitesi, İçişleri Komitesi ve ayrıca Birleşmiş Parlamento Komitesi AB-Türkiye ve Meksika delegelerinin de üyeleri arasında yer alıyor.