Modernleşmenin dayanılmaz cazibesi: Büyüme fetişizmi - Yayınlar

Bengi Akbulut, Fikret Adaman

“Bir ülke ne kadar fazla elektrik tüketiyorsa o ülke o kadar güçlüdür, kalkınmada o denli süratle ilerliyor demektir. Demek ki fabrikalarımızdaki çarklar işliyor, demek ki işletmelerimizdeki üretim artıyor, demek ki konutlardaki tüketimi artıyor, demek ki ülkenin tamamında teknoloji daha da yaygınlaşıyor. Dünyanın ileri, gelişmiş devletlerinde atılan kontrollü ve akıllı adımlarla büyük açıkları onlar kapadılar ve sıkıntılarını giderdiler. İnşallah biz de bu sıkıntıyı gidereceğiz. Onun için, biz şimdi yeni bir adım atıyoruz; ‘Su akar Türk bakar’ anlayışını, ‘Su akar Türk yapar’ anlayışıyla değiştiriyoruz ve bu açığı da inşallah kapatıyoruz.”1

Bu sözler, 2010 yılında, Türkiye’nin başbakanı tarafından, olası çevresel etkileri açısından son derece tartışmalı olan bir hidroelektrik santralinin açılışında sarfedilmiştir. Ekonomik büyüme, ya da daha doğrusu, ekonomik büyüme önderliğinde modernleşme takıntısı, çok yakın bir tarihe kadar bu kadar bariz ifade edilmemiştir. Elbette modernleşmenin gerçekleşmesi ve ekonomik ilerleme uzun zamandır Türkiye’nin yasa koyucularının istikrarlı amaçlarından biri olmuştur. “Batı”yı yakalamak, 18. yüzyılda Osmanlı’nın düşüşünden beri Türkiye’de siyasetin belkemiğini oluşturmuş, modern cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ise kurumsallaşmıştır. O gün bugün, modernleşme fikri başka hiçbir meseleyle kıyaslanamayacak kadar siyasî hayatı himayesi altına almıştır. Her ne kadar modernleşme / kalkınma2, ekonomiyi de içine alan bütünsel ve dönüşümsel bir süreç olarak ele alınmışsa da, büyümeye özsel bir görev biçilir: modern bilim ve teknolojinin ekonomik süreçlerde işlerlik kazanması ile erişilecek hızlı ekonomik büyüme, yeni kurulmuş siyasî ve toplumsal düzeni destekleyecek bir araç olacaktır. Ekonomi, geri kalmış ve geleneksel toplumun tüm hastalıklarının hem sebebi, hem de çaresi olarak görülmüştür, hâlâ da öyledir. Kısacası, bazen gecikmeyle de olsa toplumsal ve siyasî meseleleri de otomatik olarak çözeceği varsayımına dayanılarak kalkınma politikalarına öncelik verilmiştir.

Bu nedenle, ekonomik kalkınmanın nasıl teşvik edileceği etrafında dönen tartışmaların Türkiye siyasetinde her zaman önemli bir yer işgal etmiş olması şaşırtıcı değildir.3 Ancak bu tartışmalar hiçbir zaman “kalkınma alternatifleri” siyasetinden “kalkınmaya alternatifler” siyasetine doğru evrilememiştir. Bundan dolayı siyasî ortam, Gandhi’nin hind swaraj’ında ya da Nyrere’nin ujaama’sında rastlanabileceği üzere, proto-post-kalkınmacı önermeler içermez.4 Türkiye siyasetinde ideolojiler, kendi aralarında geniş bir çeşitlilik arz etse de, bir ilerleme saiki olarak ekonomik kalkınmaya olan inançları tamdır. Modern cumhuriyetin temel ilkeleri –laiklik ve üniter milliyetçilik– devrimci sosyalizmden İslamcı köktenciliğe kadar birçok siyasî unsur tarafından sorgulanmış olsa da, hızlı ekonomik büyümeyle kalkınma nosyonu ilerlemenin sine qua non’u olarak kabul edilegelmiştir. Özellikle 1980’lerden sonra, modernleşme projesinin sorgulandığı zamanlarda bile, bu eleştiriler kendi başına modernleşmeye yöneltilen eleştiriler olmaktansa, modernleşmenin tepeden inme doğasına, bazen de Batı modelinin bir taklidi olarak katı uygulanmış olmasına yönelik eleştiriler olmuştur.5

Kalkınma odaklı modernleşmenin hakimiyeti ve çekiciliğinin kökenleri, devlet-toplum ilişkisinin kurgulanış biçiminde yatıyor olabilir; bilhassa, Türkiye’de devlet, devletin gerekliliğine dair geniş oybirliğinden faydalanarak kendini sunmuş ve yönetim talebini meşrulaştırmıştır. Türkiye devleti, tarihsel olarak kendi gücünü ve meşruiyetini, öncelikli olarak modernleşme idealini tamamlama vaadiyle kurar. Modernleşme ve ekonomik kalkınma zorunluluğu, bir kolektif çıkar oluşturmuş, tüm ulusun kendini içsel bölünmelerden azade organik bir bütün olarak görmesine olanak sağlamıştır, ki geçerliliğini sorgulamak bile vatanseverliğe sığmaz. Türkiye devleti, modernleşme politikaları üzerinden kendisini, insanların kolektif iradesinin cisimleştiği tarafsız bir kurum olarak temsil edebilir hale gelmiş, böylece yönetme hakkını meşrulaştırmak için toplum rızasını alabilmiştir. Bu da demek oluyor ki, modernleşme/kalkınma fikri, devletin salt baskıyla değil, devamlılığı yönünde kurulan rıza ile yönetebilme kabiliyetine içkindir. Öte yandan, modernleşme hevesi, çeşitli sosyo-ekonomik eşitsizlik düzlemlerinde ayrışmış bir toplumu bir arada tutmanın formülü olmuştur.

Ekonomik büyüme üzerinden modernleşme, iki ayrı ancak bağlantılı amaca da, Türkiye devletinin varoluşunu ve egemenliğini yeniden üreterek hizmet etmiştir. İlk olarak, bir amaç olarak modernleşme / kalkınmanın cazibesi, Türkiye devletinin toplumsal adalet ve varlıkların yeniden dağıtımı meseleleri etrafında mobilize olabilecek bir muhalefeti önceden engelleyebilmesine olanak sağlamıştır. Örneğin sınıf temelli eşitsizlikler, sınıfların zaten görünmez olmasından dolayı bir kenara itilmiştir; sınıf diye bir şey yoktur, olsa olsa her Türk vatandaşının ülkeyi Batılı medeniyetler seviyesine yükseltmek için üstüne düşeni yaptığı bir iş bölümünden söz edilebilir. Modernleşmenin kolektif bir çıkar olarak inşası, farklı grupların bu “evrensel amaç” etrafında bütünleşmesini sağlamış ve toplum-arası bölünmelerden doğabilecek hak arayışlarının formüle edilebilmesinin önünü tıkamıştır. İkincil olarak, ekonomik ilerleme üzerinden kalkınma şiarı, maddi imtiyazların dağıtımına izin veren bir gerekçe haline gelerek sınıfların itaatini ve rızasını temin etmiştir. Türkiye devleti, meşruiyetini büyük çapta cömertliğiyle korumuştur. Kentli küçük burjuvazi ve küçük taşra üreticisi desteklendiği, ve toplumun en yoksullaştırılmış kesimleri bile maddi ilerlemeyle yaşam standartlarının içine çekilebildiği müddetçe de devletin meşruiyeti sorgulanmaz.6

Kuşkusuz, devletin varoluşunun yapıtaşı haline gelen bu modernleşme / kalkınma takıntısı fiziksel çevreyi çeşitli şekillerde değiştirmiştir –bu açıdan Türkiye devletinin inşasını, çevrenin nasıl inşa edildiğine bakarak da okumak mümkün. Bu gibi dönüşümlere dolaysız örneklerden biri, Türkiye’de baraj yapımı ve bu stratejinin en tipik temsilcilerinden, Devlet Su İşleri müdürlüğünün ardından 1965-1980 yılları arasında kesintili olarak da olsa başbakanlık yapmış olan “baraj kralı” Süleyman Demirel. Görevi sırasında Demirel, birkaç düzine barajın yapımını öngörmüş, 50’nin üzerinde barajın inşasına önayak olmuş ve ayrıca büyük Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) başlatmıştır. GAP’la ilgili sözleri açıklayıcı olmanın da ötesinde, kendi halkının rızasını temin etmek adına sürekli olarak yaratılan modernleşme getiren devlet imgesi retoriğine de mükemmel bir örnek niteliğinde: “GAP sevgisi Türkiye sevgisidir. GAP, Türkiye birliğinin çimentosudur; cumhuriyetin en büyük projesidir. (…) Bir mühendislik projesini aşan bir olaydır. (…) İnsanları, mutlu yapma kavgası vardır. Olay, sadece suları ırmaklardan alıp, ovalara götürme olayı değildir. O, olayın bir parçasıdır. Bunun içerisinde insanların eğitilmesi vardır; insanların yeni bir dünyaya, yeni dünyanın şartları için hazırlanması vardır.”7

AKP: “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün”

AKP, yukarıda yer alan bu en güncel seçim sloganın da beyan ettiği gibi,8 sadece modernleşme / kalkınmaya olan bu tarihsel olarak güçlü sadakati sürdürmemiş, aynı zamanda uygulanması yönünde kökten agresif bir gündem de benimsemiştir. Bu gündemin kılavuzu ise devlet destekli (devlet-merkezli olmasa da) inşaat patlaması ve sıcak para girişi tarafından finanse edilen yıkıcı enerji yatırımlarıdır. Tartışma götürse de, günümüzde hiç olmadığı kadar etkin olan modernleşme / kalkınma projesi, yönetilenlerin rızasının gerekli olduğu ve toplumun marjinalleştirilmiş kesimlerinin siyasî sistemin içine doğru çekildiği bir kolektif çıkar olarak kurulmaya devam ediyor; bir bakıma bu, siyasî sistemin yapısal krizlerine verilen imalı bir cevap.9

Modernleşmeci / kalkınmacı ajandanın AKP iktidarındaki bu özel uygulanışı, bir yandan da önceki uygulamalara kıyasla birden çok noktada farklılık gösteriyor. Artık iyice anlaşıldı ki, AKP farklı bir ticarî grubu mobilize ediyor; isim vermek gerekirse, son tahlilde benzer bir modernleşme idealine sahip olsalar da daha önceki egemen koalisyon tarafından dışlanan, küçük-orta büyüklükteki kapitalistler. Buna eşlik eden kaydadeğer ideolojik dönüşüm ise İslam etiğinin, Batı kapitalizmi için Protestanlık ne ise benzer bir yönde yeniden yorumu.10 Ancak daha da önemlisi, AKP’nin modernleşmeci / kalkınmacı fetişi, gözle görünür bir şekilde mekânsal. Bilhassa bu dönem, doğal çevrenin hızlı bir şekilde sermayeleşmesine tanıklık etti; buna daha önce kamusal mülkiyet altında olan araziler, ve kamulaştırma ve yeniden dağıtım yoluyla “yasal olarak” dönüşen kent mekânları da dahil.

Bu açıdan AKP, modernleşme / kalkınma fikrinin devamlılığını kaçınılmaz hale getirerek mekânsal siyaseti başarılı bir şekilde mobilize etti: Otoyollar, elektrik santralleri, İstanbul Boğazı üzerine inşa edilecek üçüncü köprü ve Marmara ile Karadeniz’i bağlayacak olan kanal projesi, sadece devletin varlığını yeniden üretip halkı için gerçekten çok çabaladığı görüntüsünü yaratmıyor, ayrıca bu projeler toplumun çeşitli kesimlerinden takdir toplamak adına modernleşme / kalkınma idealini en etkili biçimde cisimleştiriyor. Diğer bir taraftan, bu mekânsallaşmış, inşaat temelli modernleşme/kalkınma modeli, geniş toplum tabakalarının rızasını alabiliyor, ve bunu sadece kira gelirlerinin geniş kitlelere yeniden dağılımı ve yeni açılan yatırım alanları üzerinden değil, ayrıca konut mülkiyeti ve yeni tüketim fırsatları üzerinden orta-alt sınıfları etkili bir şekilde ikna ederek elde ediyor. Ekolojik yıkım ve kentsel dönüşüm karşıtı toplumsal mücadelelerin daha fazla inşaat ile sessizleştirilmesi ve itibarsızlaştırılması ise toplumsal imgelemdeki modernleşmeyle birleşerek bu stratejiyi pekiştiriyor. Neticede, farklı dışavurumlarla ve farklı katmanlarda da olsa modernleşme / kalkınma nosyonunun yeniden ve yeniden dolaşıma sokulması devlet egemenliğini yukarıda tartışıldığı üzere sağlamlaştırıyor.

Büyüme fetişizminin sosyo-çevresel sonuçları

Büyüme fetişizmi üzerinden modernleşme zemininde çevresel meseleleri ele alma yönündeki beceri ve istek çoğunlukla sınırlı kalıyor. Ekonomik büyümenin tekil amaç haline gelmesi, çevrenin niteliği ve toplumsal adalet gibi meseleleri önemsizleştiriyor. Türkiye devleti tarafından harekete geçirilen kalkınmacı stratejiler sadece çevreyi dara sokmakla kalmıyor, Türkiye devletinin yükümlülükleri arasında yer almasına rağmen çevre koruma politikalarının etkili bir şekilde uygulanışına da ket vuruyor.

Çevre kirliliğinden doğal kaynakların aşırı kullanımına ve nesli tükenen türlere kadar giden çevresel problemlerin kısa bir özeti bile büyüme fetişizminin çevreye nasıl bir darbe vurduğunu açıklar nitelikte: Deniz ve yer altı sularının kirliliği; tarımda gübrelerin, tarım ilaçlarının ve böcek ilaçlarının aşırı kullanımı; Türkiye’nin dünyada en fazla karbondioksit salınımı yapan ülkelerden biri olması; ev ve sanayi atıklarının dönüşümünde yaşanan sorunlar; madencilik faaliyetlerinin yarattığı ekolojik yıkım, çevresel sorunlardan sadece birkaçı. Çevresel nitelik değerlendirmeleri genellikle ölçüm ve sunum hataları içerse de, doğal kaynakların çeşitliliği, kirlilik seviyelerinin ve çevresel koşulların insan sağlığı üzerindeki negatif etkileri gibi bileşenleri hesaba katarak oluşturulan 2012 Çevresel Performans Endeksi’nde Türkiye’nin tüm ülkeler arasında 109. sırada yer alması genel manzarayı doğrular nitelikte.11 Ancak, bu gelişmeler, özellikle son yirmi sene içinde yükselen toplumsal muhalefeti ve direnişi de körükledi. Özellikle enerji sektörünün serbestleşmesiyle ve gittikçe görünür hale gelen hidroelektrik santral inşaatlarıyla alevlenen ve enerji yatırımları etrafında cereyan eden sosyo-çevresel mücadeleler, çevresel sorunlarının derinliğine işaret ediyor. Gerze elektrik santraline, Bergama, Ida ve Artvin altın madenlerine, Sinop ve Akkuyu nükleer santrallerine ve ülkenin her yerine dağılan onlarca küçük hidroelektrik santrali inşaasına karşı oluşan yerel direnişler, bu mücadelelere verilebilecek en önemli örneklerden bazıları.

Turizmden sanayiye, madencilikten tarıma birçok ekonomik faaliyet alanının sebep olduğu çevresel baskı, kalkınmacı emellerin çevresel meselelerden üstün kılınmasının bir sonucu. Örneğin 1980’lerde turizmin yeni büyüyen sanayi olarak teşvik edilmesiyle birlikte ekolojik dengenin bozulması ve yıpranması, bitki örtüsü ve faunanın yok olması, narin jeolojik oluşumların tahribi, lağımsuyu arıtması ve atık tasfiyesi için altyapı yetersizliği ile birleşerek felaketin boyutları genişledi.12 Sanayinin durumu ise çok daha endişe verici. Hava ve su kirliliğini önleme yönünde resmi raporlarda sürekli olarak dil dökülmesine rağmen, sanayi şirketlerinin kirletici faaliyetlerine sınır getirilmiyor ve şiddetli çevresel bozulma insan sağlığı için ciddi bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. İstanbul’un 60 kilometre doğusunda yer alan Dilovası’nın durumu özellikle bahsetmeye değer. Altı tane organize sanayi bölgesini barındıran Dilovası’nda kanser kaynaklı ölümlerin oranı yüzde 33, bu da ülke ortalamasının üç katına tekabül ediyor.13

Türkiye devleti tarafından sürdürülen tarımsal büyüme politikaları ise modernist, büyüme odaklı fetişin çevresel yankılarına verilebilecek muhtemelen en gözle görünür örnek. 1950’lerde tarım sektöründeki hızlı ticarîleşme, Yeşil Devrim teknolojilerinin teşviği ve çoğunlukla devletin verimi arttırmak adına ana tedarikçisi olduğu tarım ilaçlarının kullanımı ile desteklendi. Tarımsal yoğunlaşma çeşitli planlamalar ve fiyatlandırma mekanizmalarıyla teşvik edildi. Arazi bölümünün artması  ve kırsal kesimlerde tarım dışı iş fırsatlarının eksikliği arazi kullanımını daha da yoğunlaştırdı. Aynı zamanda, birçok dere yatağında kurulan anıtsal sulama sistemleri, baraj yapımının önemini vurguladı. Büyük barajların yol açtığı yerinden edilmeler, bitki örtüsü ve faunanın yok olması, tuzlanma ve çamurlanma gibi sorunlar, artan sulama ve verimin getirdiği ekonomik kazanımları vurgulamak adına göz ardı edildi. Tarımsal modernizasyonun sosyo-çevresel bedelinin çok ağır olduğu aşikâr: Artan kimyasal kullanımı özellikle yeraltı suyu kirliliğine ve toprak verimliliğinin düşmesine sebep oldu; tarımsal yoğunlaşma ve kimyasal kullanımı uzun vadeli verimliliği tehlikeye soktu; ve büyük çaplı baraj yapımları sadece doğal hidrolojik döngüleri bozup biyoçeşitliliğin kaybolmasına sebep olmadı, aynı zamanda çevresel nitelik pahasına sulama tarımına teşvik sağladı.

Bu çevresel bozulma ve kirlenme süreçleri sosyo-ekonomik neticelerinden bağımsız olarak düşünülmemeli. Toplumsal alan farklı seviyelerdeki eşitsizliklerle örülü olduğundan, farklı türdeki çevresel dönüşümler çoğunlukla yoksulların ve toplumun imtiyazsız kesimlerinin omuzlarına yüklenen oransız bir yük olarak tecelli etti. Turizm işletmeleri, madencilik şirketleri, büyük arazi sahipleri ve sanayi kapitalistleri, çevre üzerinde baskı kuran bu uygulamalardan edinilen kârların keyfini sürerken, kırsal ve kentli yoksullar geçim kaynaklarını kaybetti, bozulan doğal kaynaklarla ve kirlenen yaşam alanlarıyla hayatını sürdürmek zorunda kaldı.

Başka bir kalkınma ihtimali:

Sınırlar ve umutlar

Son yirmi sene içinde, özellikle akademik ve yasa koyucu çevreler, kalkınma kavramını toplumsal adalet ve ekolojik nitelik yönündeki kaygılara cevap verecek şekilde yeniden tanımlama girişimlerinde bulundu. “Sürdürülebilir kalkınma” kavramının bu kadar popülerleşmesinin ardında da bu girişimlerin olduğu söylenebilir. Ancak, barındırdığı radikal bileşenlerden arındırılıp çağdaş neoliberal kalkınma paradigması içinde eritildiğinden, tartışmaların büyük bir kısmı sürdürülebilir kalkınmanın nasıl tanımlanacağı ve gerçekleştirileceği etrafında döndü. Bu tartışmaların derinlikli analizi ne bizim niyetimiz ne de bu makalenin kapsamında. Ancak, bu tartışmaların temel gerilim noktasının ekonomik büyümenin kalkınmadaki rolü olması kayda değer; büyüme nosyonunun nasıl olup da her türlü kalkınma fikrinin ana eksenini oluşturduğunu güzel bir şekilde açık ediyor. Kısacası kimileri, kaynakların verimli kullanımıyla elde edilecek ekonomik büyümenin ekolojik nitelik ve koruma kavramlarıyla tamamen uyumlu olduğunu öne sürerken, kimileri de sürdürülebilir teknoloji yatırımlarının ve ekolojik etkilerinden soyutlanmış ekonomik faaliyet alanının yenilgiye mahkûm olduğu fikrinde.

Bu ikinci görüş, “büyüme karşıtı” hareketi benimserken,14 kaynakların sınırlı olduğu ve çevresel olarak yıpranmış bir dünyada büyüme odaklı kalkınmanın doğal olarak sürdürülemez olduğunu savunuyor. Bu demek oluyor ki, güncel tüketim seviyeleri, kaynakların doğal yenilenme hızını aştığından, ekonomik büyüme kaçınılmaz olarak doğal kaynakların tükenmesiyle sonuçlanacak. Ancak, daha da önemlisi, “büyü-me-me, sadece aynı şeyi daha az yapmak gibi niceliksel bir mesele değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, değerlerin paradigmatik olarak yeniden düzenlenmesi, özellikle toplumsal ve ekolojik değerlerin yeniden doğrulanması ve ekonominin yeniden siyasîleşmesi meselesi... Büyü-me-me, daha az üretmek ve tüketmek gibi niceliksel bir mesele olmak yerine, egemen ekonomik düşünceden daha radikal bir kopuş başlatmak için öne sürülen bir araç.”15

Bu gözleme dayanarak diyebiliriz ki, büyüme fetişizminden arındırılmış bir kalkınma vizyonu teknik bir meseledense siyasî bir mesele; kalkınma ve insanî koşulların iyileştirilmesi kavramlarında, toplum ve çevre tarafından da benimsenen radikal bir yeniden tanımlama gerektiriyor. Bu yeniden tanımlamanın güç eşitsizlikleri tarafından belirlenmiş var olan siyasi-ekonomik alanda gerçekleşmesi gerektiğini hesaba kattığımızda, steril, siyasileşmemiş bir süreç olmayacağını da tahmin etmeliyiz. Spesifik olarak, bu tür bir yeniden tanımlama ve yeniden düşünme, güç dengelerinde (“kazananlarıyla” ve “kaybedenleriyle”) ve de ekonomi, çevre, ve toplum arası ilişkilerde temel bir yer değiştirme anlamına geliyor.

Türkiye bağlamında ekonomik büyüme üzerinden kalkınma nosyonu, devletin kendini toplumsal alanda kurma ve varlığını meşrulaştırma yönündeki yaygın pratiklerine derinlemesine işlemiş vaziyette. Buna paralel bir şekilde, büyüme-odaklı modernleşme ideali, toplumsal tahayyülü kolayca göz ardı edilemeyecek şekilde boyunduruğu altına alıyor. Bir başka deyişle, ekonomik büyüme üzerinden kalkınmaya bağlılık, ekonomik / maddi sorunların da ötesine geçerek, devlet-toplum ilişkisinin tarihsel olarak nasıl kurulduğu ve birbirlerini nasıl şekillendirdikleri ile ilgili bileşenlere doğru da uzanıyor. Buna dayanarak denebilir ki, ekonomik büyümeyi fetişleştirmeyen bir kalkınma anlayışını gerçekleştirmenin ötesinde, bunu tahayyül edebilme ve arzulayabilme imkânları yaratabilmek için Türkiye’de devlet-toplum ilişkisinin radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesi ve demokratikleşmesi gerekiyor.

Dipnotlar

1.         http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010/08/11/erdogan_akarsular_satilmiyor

2.         Makale boyunca modernleşme/kalkınma, hem devlet hem de toplumsal tahayyül nezdinde aynı anlama geldiğini vurgulamak adına birbirleri yerine kullanılmıştır.

3.         Parlamenter siyasetin iki ana partisi de, Cumhuriyet Halk Partisi – ordu-bürokrasi elitinin geleneksel partisi – ve yeniden dirilişçi Demokrat Parti – 1950’lerde iktidara gelen ana muhalefet partisi – kalkınmacı siyaseti desteklemiştir. Bu iki parti arasındaki çekişmeler, modernleşmeyi gerçekleştirmeye yönelik kalkınmacı emellerin geçerliliği üzerinde dönmez ve toplumsal adalet ve gelir dağılımıyla ilgili olmaktansa, büyüme stratejilerinin devlet kontrolünde mi yoksa liberal bir yörüngede mi seyredeceğiyle ilgilidir.

4.         Arsel, Murat (2005): Reflexive Developmentalism? Toward an Environmental Critique of Modernization, in: Environmentalism in Turkey: Between Democracy and Development? (Fikret Adaman and Murat Arsel, eds).

5.         Keyder, Çağlar (1997): Whither the Project of Modernity?, in: Rethinking Modernity and National Identity in Turkey (Sibel Bozdoğan and Reşat Kasaba, eds).

6.         Keyder, Çağlar (1997): Türkiye’de Devlet ve Sınıflar.

7.         http://arsiv.sabah.com.tr/1997/05/30/r11.html

8.         “Turkiye Hazir Hedef 2023: Istikrar Sursun, Türkiye Büyüsün”

9.         Madra, Yahya: Yapısal Krizin Sınırları Üzerine Düşünmek, in: Özgür Gündem, http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=58041&haberBaslik=Yapısal%20krizin%20sınırları%20üzerine%20düşünmek&action=haber_detay&module=nuce

10.      Çavuşoğlu, Erbatur (2011): İslamci Neo-Liberalizmde İnsaat Fetişi ve Mülkiyet Üzerindeki Simgesel Hale, Birikim, Ekim.

11.      http://epi.yale.edu/epi20

12.      Tosun, Cevat and Alan Fyall (2005): Making Tourism Sustainable: Prospects and Pitfalls, in: Environmentalism in Turkey: Between Democracy and Development? (Fikret Adaman and Murat Arsel, eds).

13.      http://politikekoloji.org/tehlikeli-dayanikli-endustriyel-atiklar

14.      http://www.degrowth.eu

15. Fournier, Valérie (2008): Escaping from the economy: The politics of degrowth, in International Journal of Sociology and Social Policy, 2008, 28(11/12). Fournier, ayrıca büyüme karşıtı yaklaşımlar üzerine kapsamlı bir makale taraması da sunuyor.

--------------------------------------------------------------------

Bengi Akbulut

Lisansını 2004’te Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümünde, doktorasını 2011’de University of

Massachusetts at Amherst’te tamamladı. Kalkınmanın ekonomi politiği, ekoloji siyaseti, kırsal ve çevresel dönüşüm, devlet-toplum ilişkileri, toplumsal ve çevresel hareketler, toplumsal cinsiyet ve ev içi emeği konularında ulusal ve uluslararası yayınlarda yayımlanmış makaleleri bulunuyor.

Fikret Adaman

Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi profesörü (Lisans ve lisansüstünü Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü, doktora Manchester University) olarak görev yapıyor. Avrupa Komisyonu’na toplumsal entegrasyon alanında uzmanlık hizmeti veriyor.