‘MAVİ MARMARA’NIN ARDINDAN

10.06.2010

‘Mavi Marmara’ saldırısı Orta Doğu ve dünya dengelerini derinden etkileyeceğe benziyor. İsrail’in bu son hukuk dışı davranışının ve neden olduğu ölümlerin yarattığı kriz iyi yönetilmediği takdirde Türkiye-İsrail ilişkilerinde kalıcı hasarlara yol açabilir. Bölgede mevcut gerginlikleri daha da artırabilir.

Ama bölge ve dünya barışı için bir fırsata da dönüşebilir. Başta İsrail olmak üzere bölge aktörlerini uluslararası hukuk ilkelerine uymak dışında bir yol olmadığına ikna edebilir. Hem Araplara hem İsrail’e birbirlerinin karşılıklı yaşam hakkını tanımaktan başka seçenekleri olmadığını gösterebilir. Bir ilk adım olarak İsrail’i Gazze halkının ıstıraplarına son vermeye sevk edebilir (Nitekim İsrail ablukayı hafifleteceğine dair bir ilk işaret vermeye mecbur oldu). Halen donmuş olan Filistin sorununun çözümü yolunda ciddi görüşmelerin başlatılmasını tetikleyebilir.

Olası gelişmelerde baş rollerden biri tabii ki Türkiye’ye ait. Türkiye’nin şimdiye kadarki tutumunu eleştirmek mümkün değil. Türk hükümetinin bir çok uluslu sivil toplum yardım kuruluşunun bir bakıma kendi ülkesiyle özdeşleşmiş savunmasız gemisinin İsrail askerlerince uluslararası sularda zapt edilmesine ve kendi vatandaşlarının katledilmesine kayıtsız kalması düşünülemezdi. Bu tepkisini öncelikle uluslararası platformlarda dile getirmesi ve uluslararası toplumu arkasına almaya özen göstermesi isabetliydi. İnsani değerlerden ve hukuktan güç alan argümanları İsrail’in tüm mazeret yaratma çabalarına kapıyı kapadı.

Başbakan Erdoğan’ın sert söylemi aslında Türkiye’de toplumun bütün kesimlerinde kabaran ve muhalefet partilerinin de körüklediği infialin yansıması. Erdoğan çoğunlukla bu infialin İsrail halkına değil Netanyahu-Liberman hükümetine yönelik olduğunu altını çizmeye gayret etti. Daha da önemlisi İsrail aleyhtarlığının Türkiye’deki Musevi azınlığı olumsuz etkilememesi gereğini sürekli vurguladı. Bunda başarılı da oldu.

Buna karşı Erdoğan’ın İsrail eleştirilerindeki vurguların zaman zaman İslami renklere bürünmesi, söyleminde neredeyse düşman bir ülke için kullanılabilecek terimler yer alması dünyada ve özellikle Batı’da giderek fazla rahatsızlık yaratıyor. ‘Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor mu?’ sorusu sadece İsrail ve ABD’deki Musevi lobisi veya Bush döneminden kalma neo-con çevrelerinde sorulmuyor.

Türkiye’nin ‘eksen değiştirdiğini’ şimdiden söylemek zor. Artan ekonomik gücünün ve son yıllarda izlediği çok yönlü dış politikasının yükselttiği profilinin Türkiye’nin hareket serbestliğini arttırdığı açık. Şimdiye kadar Ankara’nın Batı ile her zaman aynı paralelde olmayan girişimlerinin çoğunu Batı camiası –bu arada AB- üyelerinin her birinin zaten kendi çıkarlarını kollamak için sahip olduğu serbestlik çerçevesinde görmek mümkün. Türkiye’nin Rusya dahil bütün komşularıyla geliştirdiği yakın ilişkilerin, bölgesel ve bölge dışı atılımlarının rahatsızlık yaratması için neden yok. Hatta, nükleer silahlanmanın önlenmesi konusundaki ilkeli tutumu ve kendi çıkarlarına da zarar verecek bir ambargo uygulanmasını önlemeye çalışmasının meşruluğu ışığında Türkiye’nin İran politikasını dahi Batı karşıtlığı olarak mahkum etmek kolay değil.

Ancak yine de Ankara’nın serbestliğinin Ankara’nın geleneksel Batı aidiyeti temelli denge politikalarının çizdiği bazı sınırları var. Bu sınırlara din ve etnik temelli dış politika gütmemek de dahil, bölgedeki ihtilaflarda geri dönülmeyecek şekilde taraf haline gelmemek de. Bu çerçevede, Türkiye’nin İsrail hükümetinin Gazze’deki gayrı insani politikalarını bazen uluslararası hukuk ve insanlık değerleri ölçütlerinden saparak eleştirmesi, hele hele İsrail’i değişmez hasım ilan etmesi de bu sınırları zorluyor.

Erdoğan hükümetinin dış dünyada çatışma yerine işbirliği kavramını, orman kanunu yerine hukuk ve insani değerleri savunarak kazandığı nüfuz halen bir sınavdan geçiyor. Din ve etnik motifli bir popülizme kurban edilmediği takdirde bu nüfuzu Türkiye’yi bölge barışını gerçekleştirmekte en etkin aktör haline getirir. Aksi halde bizzat Türkiye bölgenin sorunlarının bir parçası haline gelir.

Krizin fırsata dönüşmesinde diğer baş rol tabii ki İsrail’in. Netanyahu hükümetinin bugünkü izolasyonist ve hukuk ve insani değerlere nazaran güvenliğe ödünsüz öncelik veren politikalarını kısa dönemde ve gerekli ölçüde değiştirmesini ve adil ve dengeli bir Orta Doğu barışının önünü açmasını beklemek fazla gerçekçi değil. Ancak halen oluşan uluslararası baskı ve artık Gazze’deki ablukanın sürdürülemez olduğunu da kabul eden ABD’nin kayıtsız şartsız desteğinde açılan gedikler zaman içinde İsrail’in de daha makul politikalara yöneltilebileceği umudunu veriyor. Bu ülkede güvenliğin aslında ancak barış ile sağlanabileceğini anlayan bir muhalefetin sesinin giderek daha gür çıkması bu umudu destekliyor.

Nihayet, bölgedeki iki müttefiki arasında kalmış gözüken ABD’nin belirleyici gücünü ne yönde kullanacağı da son derece önemli. Evet, Mavi Marmara bir yandan ABD’ye İsrail’i uluslararası hukuk ve vicdan gereklerine uymaya yönlendirme cesaretini verdi. Ama diğer yandan Türkiye-İsrail ilişkilerini tamir için yaratıcı çözümler bulma sorumluluğunu da yükledi. Krizin tekrar gündemin ön sıralarına getirdiği Filistin sorununun çözümü için ilgili bütün tarafları masaya oturtabilecek yegane güç de hala ABD. Vaşington’un artık bazı Bush kalıntısı ön yargılardan kurtulup ciddi adımlar atıp atamayacağını göreceğiz.

Temel Iskit, em. Diplomat