Kentsel dönüşüm projeleri ve büyük projeler/etkinliklerden bahsedebilmek için öncelikle kentsel mekânın sermaye birikim süreçlerindeki yerini hatırlamakta fayda var. 1970’lerde kapitalizmin yaşadığı büyük kriz, dünyada refah politikalarının yerini neoliberal politikaların almasıyla sonuçlandı. Türkiye’de, 24 Ocak kararları ve bu kararların hayata geçirilmesi için gerekli düzenin oluşturulacağı zemini yaratan 12 Eylül darbesi bu açıdan kritik dönemeçlerden biridir. Bu dönem, ithal ikameci politikaların terk edilerek ihracatın teşvik edildiği kalkınma politikalarına geçiş yapıldığı ve sermaye birikim süreçleri açısından birinci çevrimin ikinci çevrim karşısında geri plana itildiği; yani, üretim yoluyla birikim yerine rant yoluyla birikimin ön plana çıktığı dönemdir.
Kentsel dönüşüm projelerinden söz ederken mekânsal olarak iki tipte yerleşim akla gelmekte; birincisi gecekondu alanları, ikincisiyse çöküntü alanı olarak takdim edilen tarihî konut alanları. Kentsel mekânda kapladığı yer, içerdiği nüfus ve kendine has özellikleri ve bu özellikleriyle sermaye birikimindeki önemli yerini dikkate aldığımızda gecekondu alanlarını tarihsel perspektiften kısaca incelemekte fayda var.
Gecekondu olgusunun yaygın tanımı, kamu mülkiyetindeki arazi üzerine inşa edilen kaçak konuttur. Böylesi bir tanım gecekonduyu fiziksel bir varlık olarak nitelemekte kullanılabilirse de toplumsal ve ekonomik bir olgu olarak incelenmesine olanak vermemekte.
Kırda büyüyen istihdam sorunu, kentlerde ortaya çıkan ve gelişen istihdam olanakları nedeniyle kırdan kente yoğun bir göç dalgasının başladığı 1940’lar, gecekondu alanlarının da ortaya çıkmaya başladığı yıllardır. Bu nedenle, gecekondu kavramı basitçe, kentlerdeki altyapı yetersizlikleri nedeniyle kırdan göçen nüfusun kendi konut ihtiyacını kentin çeperinde hazine arazisi ya da özel mülkiyet üzerine gecekondu inşa ederek çözmesi olarak da açıklanmaktadır. (Ataöv ve Osmay, 2007)
Kente yeni göç eden işçi sınıfının yerleşmek üzere seçtiği yerler esas olarak yeni çalışma alanlarıyla ilişkili yerlerdir. Bu durumu konut ve ulaşım maliyetleriyle açıklayabileceğimiz gibi iş olanaklarına yakınlık ve sınıf içi dayanışma ve yaşam alışkanlıklarıyla da açıklayabiliriz.
Gecekondu sorununa ilişkin günümüze kadar geliştirilmiş çözüm önerileri ve araçlarına baktığımızda, kentlere en çok etkide bulunanların 775 sayılı Gecekondu Yasası (1966), 2981 sayılı İmar Affı Yasası (1983) ve 2003 yılı ve sonrasında çeşitli yasalarda yapılan değişikliklerle gündeme getirilen kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri olduğunu söyleyebiliriz.
775 sayılı yasanın temel yaklaşımının konut açığı sorununa çözüm bulmak ya da kente göçle gelen nüfusun barınma ihtiyacını karşılamaktan öte, bir mülk edinme stratejisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bu yasanın sonraki düzenlemelerden farkı, geçmişe dönük çözümleyici önlemler getirmesi ve sonrasına ilişkin önleyici araçlar tanımlamasıdır.
2981 sayılı İmar Affı Kanunu ise, gecekondulara ve tüm kaçak yapılara af getirerek bunların tümünü yasallaştırmış, ayrıca gecekonduların hak sahiplerince mülk edinilebilmesini kolaylaştırmıştır. 2981 sayılı yasayı dönemin özellikleri bağlamında değerlendirdiğimizde, 1980’lerle başlayan inşaat sektörünü teşvik bağlamında gecekonduların ve kaçak yapıların formel konut piyasasına dahil edildiği ve gecekonduların alınıp satılabilir birer mal haline geldiği tespitini yapabiliriz. Ayrıca, Şenyapılı’nın (1998) da aktardığı gibi, 1980 sonrasındaki ekonomik ve siyasî değişim, reel ücretlerin düşmesine, sendikal hakların kısıtlanmasına ve kamu sektöründe istihdamın düşürülmesine yol açmış, buna karşılık fiziksel mekândan taviz verilerek, popülist bir mantıkla gecekondu af yasaları uygulamaya konmuştur.
Bu dönemdeki önemli düzenlemelerden biri de Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) kurulmuş olmasıdır. Kuruluş aşamasında ‘’dar gelirlilerin konut sorununu kamu arazileri ve finansman olanaklarını da kullanarak çözmek’’ amacıyla örgütlenen TOKİ’nin son dönemlerdeki faaliyetleri incelendiğinde hedef kitlesini değiştirmiş olduğu açıkça görülmektedir.
1980 ve ‘90’lı yıllar inşaat sektörünün gelişme göstermeye başladığı yıllar olarak göze çarpmaktadır. Ancak, bir önceki dönemin yap-satçı müteahhit şirketleri bu dönemde henüz inşaat sektörünü ilk sıralara taşıyacak kadar gelişmiş değildi. 1980’ler daha çok ihracatın desteklenmesiyle birlikte hayalî ihracat skandallarının patlak vermesine yol açacak denli mal odaklı bir sermaye birikimine sahne oluyordu. 1990’larda hız verilen özelleştirme uygulamaları bu dönemin niteliğini belirlerken bir yandan da sürekli patlak veren ekonomik krizler ve siyasî stabilizasyonu zorlaştıran koalisyon hükümetleri dönemi, enflasyonun yüksek seviyelerde seyretmesine yol açarak ihracatın yine en kârlı sermaye birikim stratejisi olarak ön plana çıkmasını sağlıyordu.
İnşaat sektörü açısından iki tarih belirleyici önem kazandı. Bunlardan birincisi, büyük bir yıkıma yol açan 17 Ağustos 1999 depremi; ikincisi ise toplumun birçok kesimini büyük bir etkiyle saran 2001 ekonomik krizi. Bu tarihlerden ilki kent krizinin ayyuka çıktığı bir dönemeç olarak kent mekânında yaşanacak büyük bir fiziksel ve ekonomik dönüşümü meşrulaştırırken, ikincisi ise sermaye birikiminde yeni stratejilerin gündeme gelmesine yol açtı.
TOKİ işte bu tarihlerden sonra farklı bir anlamda ön plana çıkmaya başladı. 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinin ardından yapılan bir dizi yasal düzenlemeyle, birçok yetki ve muafiyete tâbi bir kuruluş olarak kentleşme alanında en yetkili otorite haline geldi. TOKİ’nin yetkilerini genişleten başlıca yasal düzenlemeleri özetle geçelim. Konut seferberliği kapsamında temin edilen arsaların ve Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’nün görev ve yükümlülüklerinin TOKİ’ye devredilmesiyle, TOKİ’nin arsa stoku 2 sene içinde 16,5 milyon m2’den 194 milyon m2’ye çıkarıldı. “Konut sektörüyle ilgili şirketler kurmak veya şirketlere ortak olmak, yurtiçi ve yurtdışında doğrudan veya iştirakleri aracılığıyla konut uygulamaları yapmak ve kaynak sağlanmasını teminen kâr amaçlı projeler geliştirmek” hakkını eline aldı. Görev alanları turizmden, küçük sanayi işletmelerine, eğitimden sağlığa kadar genişletildi. Yani, artık karşımızda kamu kaynaklarından beslenen ve her alanda yatırım yapabilen devasa bir girişimci vardı. Ayrıca, yapılan düzenlemelerle malî denetim dışı bırakıldı. (İMECE, 2008)
5162 sayılı kanun ile “gecekondu dönüşümü uygulamalarında kamulaştırma, imar planı yapma” yetkileri TOKİ’ye verildi. “Yenileme Kanunu” olarak bilenen 5366 sayılı Kanun ile TOKİ kent merkezlerinde yer alan tarihî konut alanlarında da yetki sahibi oldu.
Kentsel dönüşüm projelerinin işleyişini de kısaca özetlemekte fayda var. Projelerin esas dayanağını oluşturan, Belediye Kanunu’nun 73. maddesi. Buna göre, ilçe belediyesi, büyükşehir belediyesi ve TOKİ arasında bir üçlü protokol imzalanır. Bu protokol uyarınca büyükşehir belediyesi üst ölçekli planlarda gerekli düzenlemeleri yapmakla görevli ve eğer isterse üretilecek konutlardan pay alma hakkına sahiptir. İlçe belediyesi ise alanda yaşayanlarla anlaşma yapmak, konutları boşaltmak, yıkmak, alanı temizlemekle görevlidir. Yani ilçe belediyesi kentsel dönüşüm alanını, şantiye kurmaya hazır boş bir arsa olarak TOKİ’ye teslim etmekle yükümlüdür. TOKİ ise projeyi üretmek ve ihale etmek görevlerini yerine getirmektedir.
Alanda yaşayanların hak sahipliği meselesi işin bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Kimi uygulamalarda pazarlık usulü anlaşma sağlanırken, kimi uygulamada bedel tespit komisyonlarının devreye girdiğini görüyoruz. Buna göre, tespit komisyonunun belirlediği bedeller hak sahiplerine verilecek konutlar için peşinat yerine sayılmaktadır. Tapulular bu bedelin tamamını almaya hak kazanırken, tapu tahsis belgeliler ise bu bedel üzerinden hesaplanan enkaz bedelini alabilmektedir. Bu da yeni konutların fiyatına göre oldukça düşük bir miktara denk gelmektedir. Sonuçta, yeni konutların edinilmesi büyük miktarlarda borç yükü altına girmeyi gerektirmektedir. Bugün TOKİ konutlarına taşınanların çoğu, konutların taksitlerini ödeyemedikleri için evlerini borcuyla satmak zorunda kalmış, kent merkezinde kiralık evlere taşınmak zorunda kalmışlardır. Belgesiz gecekondu sahipleri bu projeler karşısında en kırılgan kesimi oluşturmaktadır. Kiracılar ise bu projelerde ancak, kuraya girmeden TOKİ projelerinden konut satın alma hakkına sahip olabilmektedir.
Acele kamulaştırma ise kentsel dönüşüm projeleri açısından bir başka tartışma konusu. Tarihî konut alanlarındaki projeler için gerektiğinde acele kamulaştırma yapılabileceği yönünde düzenlemeler bulunmakta. Fakat bu düzenlemeler Anayasa’ya açıkça aykırı. Karşılaştığımız örneklerde, idare eğer mülk sahibiyle anlaşamazsa, mülk sahibi adına bir banka hesabı açtırıp buraya kamulaştırma bedelini yatırmakta ve tebligatta bulunuyor. Buna göre, mülk sahipleri ancak kamulaştırma bedeline karşı dava açabiliyor.
Dönüşüm projeleri ile üretilen konut alanlarında, eski yoksul mahallelerin yerinde, bir kısmı TOKİ tarafından, bir kısmı özel sektör tarafından üretilen lüks konutlar yükselmektedir. Bu projelerden bazılarında konut fiyatları 400 bin liradan 700 bin liraya kadar çıkabiliyor.
Söz konusu yıkım ve tahliye süreçlerine karşı mücadelelerden de bahsetmek gerek. Direnen mahallelerin bazılarına inşaat şirketlerinin iş makineleri polis zoruyla, mahalleliye gaz bombalarıyla saldırarak sokulmuştur. Bazı mahallerde ise projelere karşı güçlü bir muhalefet oluşmuş ve gerek hukukî süreçler, gerek örgütlenme açısından erken davranıldığı için projeler iptal edilmiş ya da askıya alınmıştır. Direnişte önemli olan noktalardan biri de mahallelerin birbirleriyle dayanışma içerisinde olabilme başarısıdır.
2000’lerle başlayan bu süreçte, yalnızca İstanbul’da 50’den fazla mahalle kentsel dönüşüm projeleri nedeniyle yıkım ve tahliye tehdidi altında bulunuyor. İstanbul’da 80 bin kişi kentsel dönüşüm süreçlerinden etkilendi, 13 bine yakın kişinin evi yıkıldı. Bu süreç daha da yıkıcılaşarak devam edecek görünüyor. Tüm dünyada emlâk ve inşaat sektörünün yarattığı krizler devam ederken, Türkiye’de de inşaat sektörü geriliyor. İktidar ise 2001 krizinin üstesinden gelmek için kullanılan reçeteye daha büyük bir heyecanla sarılıyor.
2011 yılı ise kentleşme politikaları açısından bir başka dönüm noktası olarak yerini çoktan aldı. 2011 yazında çıkan bir dizi kanun hükmünde kararnameyle TOKİ’nin ve yönetimlerin yetkilerinin birçoğu yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na geçti. Bu düzenlemelere göre Çevre ve Şehircilik Bakanlığı plan yapmaktan, yapılan binalara ruhsat vermeye kadar bir dizi yetkiyi kendinde topladı.
Projelere karşı çıkana cebir
Kentsel dönüşüm açısından ne değiştiğini inceleyecek olduğumuzda bu kanun hükmünde kararnamelerin devamına bakmak gerekli. Marmara Depremi kentsel politikalar açısından nasıl bir dönüm noktası ise Van Depremi de aynı şekilde bir dönüm noktası oldu. Bu büyük afetin ardından gündeme getirilen Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, kamuoyunda oluşan tepki ve eleştiriler dikkate alınmaksızın 2012 Mayıs’ında yürürlüğe girdi.
Yasanın afetlere karşı hazırlık kapsamında düzenlendiği ileri sürülse de, yasada afetle ilgili herhangi bir düzenleme tanımlanmıyor. Ne afetin tanımlaması yapılmış, ne de afet türlerine göre hazırlıklara yönelik detaylı açıklamalar getirilmiş. Üstelik, son dönem çokça tartışılan afet ve risklere duyarlı kent planlamasına tek bir atıfta dahi bulunulmamıştır. Oysa ki, afetlere hazırlık salt konut stokunun yenilenmesi anlamına gelmemekte, kentin mekânsal organizasyonunun da afetler ve kentsel riskler göz önüne alınarak tasarlanması gerekmektedir. Netice itibariyle yasada, afet öncesi ve sonrası müdahaleler yalnızca emlak piyasası üzerinden kurulmaktadır. Diyebiliriz ki, dönüşüme dair çıkartılmış tüm yasalar bir araya toplanmaya çalışılmıştır.
Üstelik bu yasa, tüm yasal düzenlemelerin üzerine çıkarak mevcut mevzuatı geçersiz kılmıştır. Bu yasa uyarınca yapılacak planlar İmar Kanunu (3194) ve imara ilişkin hükümler içeren özel kanunlar dahil, mevzuatta belirtilen kısıtlamalara ve askı ilan sürelerine tabi değildir. Bu yönüyle yasa, doğanın tahribine yönelik keyfî uygulamaları mümkün kılarak kıyılar, tarım alanları, zeytinlikler, meralar, orman alanları ve sit alanlarının yapılaşmaya açılabilmesine yol açacaktır.
Yasaya göre riskli alan ilan edilen yerlerde, yalnızca depreme dayanıksız olan binaların değil, sağlam binaların da bakanlıkça yıktırılabilmesinin önü açılıyor. Bu alanlarda mülk sahiplerine sadece enkaz bedeli verilecek, tahliye ve yıkım masrafları mülk sahiplerine ödetilecek ve ödemeyenlerin borçları tapu kaydına ipotek olarak işlenecek. Ayrıca tahliyeleri hızlandırmak adına, su, elektrik ve doğalgaz hizmetleri kesilebilecek.
Yasanın getirdiği bir başka önemli değişiklik ise dava süreçlerini ilgilendiriyor. Bu yasayla, açılacak davalarda yürütmeyi durdurma kararı alınamayacağı hükmü getirilmesi dikkat çekici bir noktayı işaret ediyor. Yargı usulünün bir parçası olan yürütmeyi durdurma kararları, telafisi imkânsız ya da zor uygulamaların dava sonuna kadar durdurulmasını sağlarken, getirilen bu hükümle, mülk sahipleri sonunda davayı kazanmış olsa bile evleri çoktan yıkılmış, kendileri devlete borçlanmış olacaklar.
Bir başka hukuka aykırı düzenleme ise projeye karşı çıkanlara hapis cezası verilmesini öngören madde. Bu maddenin meşruiyetini tartışmayı bir kenara bırakacak olsak bile, Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir suç tanımlanmamış olduğundan bu ceza mevcut hukuka aykırı. Böyle bir düzenlemeyle, kentsel dönüşüm projelerine her karşı çıkışın cebir yoluyla bastırılacağı sonucunu çıkartabiliriz.
Küçük tutulan maliyetler abartılan beklentiler
Kentlerde büyük fiziksel ve sosyal değişimlere yol açan diğer uygulamalar olan büyük ölçekli projeler ve etkinlikler ise her zaman belli özelliklerle ortaya çıkmaktadır. Çevresel ve insanî etkilerin gözardı edilmesi bu temel özelliklerden biridir. Hindistan’ın Narmada vadisindeki baraj projeleri bir milyon kişinin topraklarının su altında kalmasına ve büyük bir göç dalgasına neden oldu. Yerinden edilme ise olayın bir başka boyutu. Konut Hakları ve Tahliyeler Merkezi COHRE’ye göre, 1998-2008 arası Olimpiyat Oyunlarında 4 milyondan fazla kişi zorla tahliye edildi. Olimpiyat bahanesiyle Pekin’in yerleşik mahalleleri yıkılarak 1 milyon 250 bin kişi zorla tahliye edildi ve bu alanlar alışveriş merkezleri, lüks rezidanslar ve spor tesisleriyle donatıldı. 2014 Dünya Kupası ile 2016 Olimpiyatları’nın ev sahibi Rio’nun favelalarından da kenti temizleme operasyonları duyuluyor. Associated Press’e göre, Rio’da sadece 2010’da 170 bin zorla tahliye var.
Bir diğer özellik maliyetlerin azımsanması. Harcanan maliyet ile ilk başta hesaplanan maliyetin oranına baktığımızda, arada büyük farklar olduğunu görüyoruz. Örneğin, Boston tünel çalışmasında hesaplanan maliyetle harcanmış olan maliyet arasında yüzde 275 gibi bir fark ortaya çıkmış. Maliyet hesabına dair bir diğer sorun ise elde edilecek gelirin gerçekleşecek olandan daha fazla gösterilmesi ya da tahmin edilmesi. Örneğin, İngiltere ve Fransa arasında yer alan Eurotunnel, açıldığı 1994 yılından bu yana, henüz maliyetini karşılayamadı.
Abartılan iktisadî gelişim beklentisi ise istisnasız bütün büyük projeler/etkinliklerde rastladığımız bir durum. Örneğin, 2004 Atina Olimpiyatları’nın hesaplanan maliyeti 1,6 milyar dolarken, 16 milyar dolara çıkmış. Londra 2005’te ev sahipliğini kazandığında giderler 2,37 milyar dolar hesaplanmışken, oyunların hemen öncesinde 24 milyar dolara yükselmişti. 2010 Vancouver Kış Olimpiyatları’nda da bütçe 660 milyon dolardan 5 milyar dolara çıkmış, borçların ödenmesi 20 yıla yayılmıştı.
Tüm bu sürecin sonunda, büyük projeler/etkinlikler daha önemli ve kamusal yarara sahip projelerin rafa kalkmasına, kamusal varlıkların ve kamu gelirlerinin büyük şirketlere aktarılmasına neden oluyor. Bu tür projelerin uygulanmasında son dönemde Kamu-Özel İşbirliği (Public-Private Partnership) adı verilen görece yeni bir sistem uygulanmakta. Bu sistemde, özel sektöre üç temel destek veriliyor. Hazine arazileri, üzerindeki kıyı, orman, su kaynağı gibi korunması gereken alanlarla birlikte tahsis ediliyor; projeyle üretilmesi beklenen hizmet vb. için uzun yıllar boyunca satın alma garantisi veriliyor ve projelerin uygulanması için yabancı bankalara kredi başvurusu yapan şirketlere kamu garantörlük sağlıyor. (Sönmez, 2013)
Anormal projeler
Büyük projeler ve kentsel dönüşüm projelerinin birbirleriyle bağlantılarını tartışmak için biraz daha somuta inerek İstanbul’a bir göz atalım. Son dönemde İstanbul’da anormal bir mekânsal dönüşüm yaşanmakta. Gerek sürmekte olan projeler, gerekse bunlara ekleneceği ısrarla dile getirilenler aslında birbirinin tamamlayıcısı olarak değerlendirilebilir.
Türkiye şehircilik camiasında uzun süredir dile getirilen bütüncül planlamanın terk edilerek parçacıl/proje bazlı müdahalelerin kenti şekillendirdiği yönündeki eleştiri geçerliliğini sürdürmekle birlikte, bu müdahalelerin birbirini nasıl tamamladığına bakmak bize oldukça çarpıcı bir değerlendirme imkânı sunuyor.
Karadeniz Sahil Yolu ile birleşmesi düşünülen Kuzey Marmara Otoyolu, Boğaz geçişini İstanbul’un en kuzeyine kaydırarak yeni bir köprünün yapımını öneriyor. Kuzey Marmara Otoyolu’nun diğer kısımları için çalışmalar devam ederken üçüncü köprü ve bağlantı yollarının inşaatı ise büyük bir hızla başladı. Kentin mevcut meskûn mahallerinden bu kadar uzakta yapılacak bir köprünün ne işe yarayacağı sorusuna verilen cevap transit trafiğin buraya yönlendirilerek şehir içi trafiğin hafifletilecek olması. İkinci Boğaz Köprüsü için de aynı gerekçe sunulmuş olduğundan bu cevap bir geçiştirme olarak kabul görüyor. Üstelik, bilimsel veriler de bizi haklı kılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendi verileri dahi transit trafiğin İstanbul trafiği içindeki payını yüzde 2 ile 3 arasında gösteriyor. Henüz 2009’da hazırlanan İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda bu köprünün ve bağlantı yollarının bulunmadığını da hatırlatalım.
Köprü bağlantı yollarını takip ettiğimizde ise karşımıza İstanbul’un Karadeniz sahili kesimine yapımı planlanan üçüncü havaalanı çıkıyor. Dünyanın en büyük havaalanı olması planlanan bu proje için ise gerekçe olarak Atatürk Havaalanı’nın kuş yolları nedeniyle tehlike arz ettiği gösteriliyor. Oysa, araştırmalar gösteriyor ki, üçüncü havaalanının yapılacağı yer bırakın kuş göç yollarının üzerinde olmayı, aynı zamanda kuşların konaklama alanı. Ayrıca, İstanbul’un diğer yakasında bulunan Sabiha Gökçen Havaalanı’na yapımı başlayan ikinci pistle beraber, halen tam kapasiteyle çalışmayan bu havaalanının kapasitesi İstanbul’un ihtiyacından çok daha fazlasını oluşturacak. İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda üçüncü havaalanının da bulunmadığını ekleyelim.
Üçüncü havaalanının sınırlarının belirlendiği Bakanlar Kurulu kararına baktığımızda, bu havaalanından güneye Marmara kıyılarına kadar inen devasa bir proje alanıyla karşılaşıyoruz. Burası Afet Yasası kapsamında rezerv alan olarak belirlenen bölge. Yani yıkımı gerçekleşen konutların sahiplerinin hak sahibi yapılacağı projelerin üretileceği yer. Oysa daha Afet Yasası gündeme gelmemişken buraya Yeni İstanbul adında bir milyonluk şehir yapılacağı bizzat hükümet tarafından dillendirilmekteydi. İstanbul’un son kalan tarım alanlarının büyük bölümüne yayılan bu proje de yine tahmin edilebileceği üzere, İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda yer almıyor. Üstelik, bu alanda yer alacak olan ve küresel bir zincirin halkası olan Bio-İstanbul projesinin lansmanı Çevre Düzeni Planı’nın hazırlandığı 2009’da yapılmaya başlanmıştı.
Birçok yapının istimlak edileceği bu bölgenin sınırları, Marmara kıyısında hem bir lagün olarak doğal bir değere sahip Küçükçekmece gölünün kendisini hem de etrafındaki arkeolojik alanları; daha kuzeyde Sazlıdere barajını da içine alarak Karadeniz tarafındaki Terkos gölünün sınırlarına kadar geliyor. Bunun anlamı şu: 2011 seçimleri öncesi çılgın proje olarak bizzat Başbakan tarafından açıklanan Kanalİstanbul projesinin ya bu 3 gölü birbirine bağlayarak yapılması düşünülüyor ya da bu gölleri besleyen tüm yerüstü ve yeraltı kaynaklarını keserek yakınlarından geçmesi. İstanbul’a halihazırda Istrancalar’daki longoz ormanlarından ve Bolu dağlarından su getirildiğini göz önüne aldığımızda, mevcut su kaynaklarının bozulması sadece ekosistemin dengesi açısından değil, kentin su ihtiyacı açısından da olumsuzluklar içeriyor. Bu projenin, birbirine sadece İstanbul Boğazı ile bağlı olan Karadeniz ve Akdeniz gibi birbirinden oldukça farklı iki ayrı deniz ekosistemi açısından olumsuzluklar içerdiğini de deniz biyologlarının dile getirdiğini ayrıca ekleyelim.
Bu tür projelerin yurtdışından yatırım çekerek ekonomiyi canlı tutmak ve çeşitli ekonomik göstergelerde emareleri beliren bir ekonomik krizi uzak tutmak için yapıldığı ortada. Zira, ne bu projelere ihtiyaç var ne de kentlilerin böyle bir arzusu. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bu tür projelerde maliyet hesabı neredeyse hiçbir zaman tutmuyor. Ayrıca, harcanan maliyetlerin geri dönüşü uzun yıllar alıyor. Kaldı ki bu projelerin birçoğu kamunun eline geçmeyecek kârlara yataklık edecek. Kalan kısmı ise işletme masrafı garantili bir şekilde uzun yıllar özel şirketlerin elinde kalacak. Devletin önünde ise ekonomik krizin bedelini ödemek zorunda kalan bir halk olacak. Üstelik, birçoğunun evleri yıkılmış, uzun sürelerle ve yüksek miktarlarda borçlanmış şekilde.
Bütün yetki merkeze
Kentsel dönüşüm alanlarına ilişkin tüm yetkinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda toplanması; büyük projelere ilişkin tüm çalışmaların da yine merkezî yönetim tarafından yürütülmesi ise işin bir başka boyutu. Bu noktada, gerek ilçe belediyesi gerekse büyükşehir belediyesinin merkezden verilen görevi yerine getirmek dışında bir dahli bulunmadığını aktarmak gerek. Yerel yönetimler tarafından yerine getirilmediği durumda ise bu görevler merkezî yönetim tarafından yerine getirilebilecek şekilde tüm planlama ve kentleşme politikaları merkezileşmiş durumda. Çoğu kez formalite icabı kâğıt üzerinde gerçekleştirilen katılım mekanizmaları, bu merkezîleşme karşısında tamamen devre dışı kalıyor. Bu projeler, halkın (belki) katılımının sağlanabileceği ÇED süreçlerinden dahi muaf tutuluyor.
AKP sözcüleri Gezi Direnişi sırasında sık sık “demokrasi sandıktan ibarettir” önermesini dile getirmişti. Başbakan buna ek olarak, “Bana oy verenler projelerime de oy vermiş sayılır” diyerek el yükseltmişti. Türkiye’nin simgesel açıdan en önemli meydanını 15 gün boyunca devletin tamamen çekildiği bir alan haline getiren direniş karşısında ise gerekirse referandum yaparız diyerek geri adım atmak durumunda kalmışlardı. Önümüzde yerel seçimler var. Ancak, her şeyin merkezden karara bağlandığı, AKP’nin elindeki bir yerel yönetimin hazırladığı planların dahi hiçe sayıldığı bir sistemde yerel seçimlerin anlamı da giderek güdükleşiyor.
Kaynakça
Anlı Ataöv, Sevin Osmay, Türkiye’de Kentsel Dönüşüme Yöntemsel Bir Yaklaşım, METU JFA, 2007.
Tansı Şenyapılı, Cumhuriyetin 75. Yılı, Gecekondunun 50. Yılı, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Tarih Vakfı, İstanbul, 1998.
İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi, Toplu Kurumsal İflasımız: TOKİ-Barınma Hakkından Sermaye Birikim Sürecine Doğru Konut Sorunu: Söylemler, Gerçekler ve Çözümler; Dünya Şehircilik Günü 32. Kolokyumu, ŞPO, Ankara, 2008.
Mustafa Sönmez, Her Yatırım Yeni Dış Borç Demek, Yurt Gazetesi, 06.05.2013.
-----------------------------------------------------
Gökhan Bilgihan,
1979’da Denizli’de doğdu. 2002’de Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden mezun oldu. 2006’da Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Kent ve Çevre Bilimleri Bilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamladı. Halen aynı kürsüde doktora çalışmasına devam etmektedir.