Katılımcı demokrasiyle mücadele - Yayınlar

Image removed.
 NarPhotos / Erhan Arık

Serdar Paktin

Yeni İnternet Yasası olarak anılan 5651 sayılı kanunun
içinde bulunduğu torba yasanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanmasından
sonra, ulusal ve uluslararası ölçekte tepkiler büyüyor. Bu yasanın hemen ardından
hazırlanan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Yasası ile devlet artık istediği
herkesin ekonomik ve özel faaliyetlerini izleyebilecek. Böylece, her Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı resmen Orwelci bir distopyanın parçası haline geliyor.

AKP
tarafından yıllardır sürdürülen bir toplum mühendisliği ve ana akım medya
kuruluşlarının dolaylı bir şekilde kontrol edilmesiyle oluşturulan bir algı
yönetimi kampanyası yürütülüyordu. Bu süreç geçtiğimiz bir yıl içinde büyük
sekteye uğradı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, nüfusunun büyük çoğunluğu
gençlerden oluşan Türkiye vatandaşlarının yeni medya araçlarını gitgide daha
etkin ve daha cesur kullanmaya başlamasıdır. Maruz kalınan toplum mühendisliği
çerçevesinde insanlar yaşadıkları “alan daraltma harekâtı” nedeniyle giderek
köşeye sıkışmış, özgürlüğü kısıtlanmış ve edilgen hale geldi. Gezi Parkı
üzerinden gelişen durumda, bu toplum mühendisliği projesi tarafından kapana kısılan
vatandaşlar tepkilerini haykırma ortamı buldu. Dünya bu haykırışı yeni medya
araçları sayesinde duydu. Bu da yürütülen uluslararası algı yönetimi kampanyasını
sekteye uğrattı. Devlet bu konuda radikal bir düzenlemeye gitme ihtiyacı
hissetti. Bu düzenlemelerden sonra, Türkiye bildiğiniz gibi olmayacak!

2011 genel seçimlerinden sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı
seven-sevmeyen, ona inanan-inanmayan pek çok kişi balkon konuşmasında
söylediklerinin umut verici olduğunu düşünmüş, en azından söylediklerine itibar
etmişti. O konuşmada daha fazla demokrasi ve özgürlük vadeden Başbakan, halkın
büyük tepkisine rağmen, Güvenli İnternet Düzenlemesi’ni hayata geçirmekte ısrarlıydı.
Bu düzenlemenin hayata geçirilmesinin zarureti hakkında o zaman, gençlerin ve
çocukların internetteki zararlı içeriklerden korunması ve “çocuk pornosunun”
engellenmesi gerekçelerini kullanıyordu.

Kamuoyunun bu düzenlemeye yönelik çekincelerini 2011’in bahar aylarında
#internetimedokunma diyerek internet ortamında ifade etmesi ve 40 binden fazla
kişinin katılımıyla İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki yürüyüşte göstermesinin ardından,
22 Ağustos 2011’de devreye girmesi planlanan düzenleme, gözden geçirilmek üzere
geri çekildi ve yeni haliyle 22 Kasım 2011’de devreye girdi. Buna karşı çıkan
kişi ve gruplar “çocuk pornosunu destekliyorlar” diyerek kamuoyu gözünde
itibarsızlaştırılmaya çalışıldı.

AKP hükümeti, gündeme getirdiği kısıtlayıcı düzenlemelere karşı gösterilen
endişe, eleştiri, protesto ve muhalefeti anlamını saptırarak itibarsızlaştırarak,
bu kişi ve grupları kamuoyu nezdinde ilerlemeye karşıymış gibi konumlandırıyor.
Dolayısıyla, bu kişi ve gruplara karşı uygulanan orantısız güç ve polis şiddeti
haklılaştırılmaya çabalanıyor.
 

Alan daraltma harekâtı

Yeni
İnternet Yasası ve hemen ardından gündeme gelen MİT Yasası’nın genel
değerlendirmesine geçmeden önce, Başbakan’ın 2011 genel seçimleri sonrasında
yaptığı balkon konuşmasında söylediği şu cümleleri hatırlayalım:

“Milletimizden aldığımız güçle, yetkiyle demokrasi daha ileri standartlara
kavuşacak, özgürlükler çok daha ilerleyecek, herkes kendini daha rahat ifade
edecektir. Bütün kardeşlerimin, 74 milyonun böyle bir gönül huzuru içinde olmasını
yürekten temenni ediyorum.”

Başbakan bu sözlerinin arkasında duracak hemen hiçbir şey yapmadığı gibi,
“askeri vesayet” tehdidinin ortadan kalkmasıyla, 2002’den bu yana yumuşak ama
emin adımlarla sürdürdükleri toplum mühendisliğini çok daha belirgin ve izansız
biçimde uygulamaya devam etti. Bütün bu süreç boyunca kendilerine destek veren
liberal grupların ve Fethullah Gülen Cemaati’nin desteğini kaybetmeleri ve
onlarla çatışma haline gelmeleri de bu izansız toplum mühendisliğinin
çehresinin değişmesinden kaynaklanıyor.

Başta Başbakan olmak üzere, tüm hükümet yetkilileri ve sözcüleri, hiçbir
bilimsel altyapısı olmayan, tamamıyla ideolojileriyle çerçevelenen
düşüncelerini topluma kabul ettirmek için buyurgan ve otoriter bir dille her
konuda yönlendirici beyanlarda bulundular. “Her kürtaj bir cinayettir”, “En az
üç çocuk doğurmalısınız”, “İçki içen herkes alkoliktir”, “Hamile kadınların
sokakta dolaşması terbiyesizliktir” gibi beyanlar kamusal alanda dolaylı bir
baskı oluşturmuş, bireylerin özgürlüklerini kısıtlayıcı etkiler doğurmuştur.
Başbakanın sözlerini emir telakki eden bir toplumsal grubun varolduğunu ve
bunların toplum polisi edasıyla onun sözlerini uygulatmaya çalıştıklarını da
belirtmek gerek.

Bu yaklaşımı,
yürütülen toplum mühendisliği sürecinde, kamusal alanı düzenlemek için kullanılan
bir dolaylı baskı veya sansür olarak yorumluyorum. Bunun dışında, özellikle
2011’den sonra, Güvenli İnternet Düzenlemesi’nin de dahil olduğu pek çok yasa
ve düzenlemeyle iletişim ve ifade özgürlüğü giderek kısıtlandı. Basın ve medya
kuruluşlarının çoğu ile kurulan tatlı-sert ilişkiyle neredeyse tüm basın
organlarının yayın politikalarını etkileyebiliyor ve —son çıkan telefon kayıtlarının
ispatladığı üzere— yönlendirmede bulunabiliyorlardı. Kontrol altına alınamayan
gazeteci ve araştırmacılar ise, çeşitli iddialarla yıllarca süren tutuklu yargılamalarla
hapsedildi ve böylece sesleri kısıldı. Hapsedilmeyenler ise doğrudan Başbakan’ın
“ricasıyla” medya patronları tarafından kovuluyor.

AKP hükümeti toplumsal mühendislik projesi ve onun etrafında yürüttüğü
“alan daraltma harekâtı”yla herhangi bir toplumsal itiraz, eleştiri ve
muhalefetin gelişmesini engellemek istiyor. Eğitim sisteminde değiştirilen
müfredatla hemen her gün ortaya çıkan skandallar, orantısız biçimde çoğalan
imam hatip okulları, bir bütün olarak 4+4+4 eğitim sistemi, okul öncesi eğitimi
islamileştirmek üzere kurulan “Okul Öncesi Din Eğitimi Projesi” ve daha pek çok
yapılanmayla başbakanın istediği gibi bir “dindar nesil” yetiştirilmeye başladı
bile.

Bu alan daraltma harekâtının bir diğer yönü de yeni Büyükşehir Belediye
Yasası ile gerçekleştirildi. 30 Mart 2014 seçimlerinden sonra bunun etkilerini
çok daha net gözlemleyebileceğiz.

Orwell’in distopyası

Çok
uzun zamandır, televizyon, radyo ve gazete gibi “geleneksel” mecralardan haber
ya da bilgi edinmek durumunda kaldığınızda, bir nevi “zihinsel dekoder”
kullanmanız gerekiyor. Bu mecraların hangi haberi, nasıl, hangi ses tonuyla ve
ne uzunlukta verdiklerinin, kurguladıkları görüntülerin neler içerdiğinin hep
bir anlamı var. Geleneksel medya kanallarında verilen mesajları çözümlemek ve
aslında neyin ne olduğunu anlamak için haber kaynağının duruşu ve yaklaşımını
da bilmek elzem. Bu, internet ortamındaki içeriklerin bu çerçeveden bağımsız ve
tarafsız verildiği anlamına gelmiyor elbette. Ancak, internetteki durum bu
kadar kısıtlayıcı değil.

Türkiye’deki kamu iletişimine gelecek olursak, çok daha öncesinden başlamış
olmakla beraber, 2011’deki genel seçimlerden bu yana iletişim, habercilik ve
siyasî propaganda iyice çehre değiştirmiş durumda. Buna neden olarak, siyasî
reklam yasağının kaldırılmış olmasını, siyasî arenaya pek çok farklı aktör ve
paydaşların katılmasını ve yeni medya araçlarının toplum tarafından daha etkin
ve gündem oluşturabilecek düzeyde kullanılmaya başlamasını sayabiliriz.

Gelelim İnternet Yasası’na, bu yasa hakkında konunun uzmanları, bilişim
avukatları, gazeteciler, akademisyenler, hatta AB ve ABD yetkilileri açıklamalarda
bulunarak yasanın mutlak bir gözetim toplumu oluşturacağı konusunda
çekincelerini dile getirdiler. Türkiye’nin, bu yasa çerçevesinde İran, Çin ve
Suudi Arabistan gibi kısıtlayıcı ülkelerin benimsediği yaklaşımı izlediği
aşikâr.

Kısıtlayıcı yaklaşım benimsemeyen ülkeler ise (çoğunlukla ulus-devletler)
modern endüstriyel dönemin şartlarıyla şekillenip yerleşmiş sistemlerdir. Tarım
toplumundan endüstri toplumuna değişirken ekonomi, din, sosyal yaşam, aile yapısı,
üretim biçimleri, iletişim kanalları ve tabii ki yönetim biçimleri değişti. Bu
eksende kurulan sistemler, yapıları gereği temsili düzeyde çalışabilir ve
oluşumları gereği hantal yapılardır, “sistemin bekâsı” için değişime
direnirler.

Ayrıca, bu çerçevede modernitenin getirdiği “bilimselcilik” anlayışı,
kendisinden önceki dönemin “dincilik” anlayışının yerini aldı. Bilimselcilik ve
bilimsel bilginin mutlak ve tek doğru olduğuna olan inanç ekseninde bilgi
üretimi kendisinden önceki mutlakiyetçi yapının yerine geçti. Yani, Ortaçağ’da
Vatikan ve din adamları nasıl Tanrı’nın mutlak bilgisinin temsilcisi idiyseler,
modernite bünyesinde de akademiler mutlak bilginin merkezleri, bilimadamları
ise bu bilginin temsilcileri oldu. Doğru bilginin tek ve nihai olduğuna inanıldığı
için bunun belirli merkezlerde, belirli metotlarla ve belirli formlarda
öğrenilmesi ve başkalarına bu şekilde aktarılması gerekiyordu.

Aynı şekilde, modern çağdaki iletişim de bu çerçevede şekillendi. Bilgi
ansiklopedilerde toplanırdı, bilimsel kutsal kitaplar olan ansiklopedilerden
mutlak doğrular öğrenilebilirdi. Gazete, sonrasında radyo ve ondan sonra da
televizyon da bu yaklaşım çerçevesinde gelişen iletişim mecralarıydı.
Geleneksel iletişim mecraları dediğimiz bu gibi platformlarda tek yönlü bir
iletişim gerçekleşir: Mesajı veren ve mesajı alan.

Mesajı veren bilgi kaynaklarına ve bilgi üretim araçlarına sahip olan
taraftır. Bilgi kaynağı tek ve nihai olduğu için verdiği mesaj doğru ve kesin kabul
edilir, ondan şüphe edilmezdi. Mesajı alan ise, mesajı verenin kurguladığı
çerçeve, içerik ve bağlamda mesajı algılayan ve —algı kapasitesine bağlı
olarak— yorumlayan taraftır. Bu iki taraf arasındaki ilişki hep tek yönlüydü.
Mesajı alanın mesajı verene geri bildirimde bulunmasına imkân yoktu. Geri
bildirim imkânları çok kısıtlı ve yine iletişim mecralarına sahip olanların
kontrolündeydi. Ayrıca, mesajı alanlar devlet kontrolündeki eğitim kurumlarında,
devlet ideolojisinin filtresinden geçmiş mutlak doğru bilgiyi aynı biçimde
öğrendikleri için aldıkları mesajı da aynı şekilde algılamaları bekleniyordu.
Yani, bir nevi otomasyon sistemi.

İnternetin kitlesel olarak kullanılmaya başlamasının ardından, web 1.0
olarak bilinen ilk dönemde iletişim aynı çerçevede devam etti. Bizler mesaj
alanlar olarak internete pasif katılımcılar olarak erişim sağlıyorduk. Daha
sonra, iletişim araçları gelişmeye ve kişilerin kendi katılımlarını da mümkün kılan
bir çehreye bürünmeye başladı.

Modern düzenin ilk büyük sarsıntılarından biri, bireyler arası dosya alışverişini
mümkün kılan ve kişilerin birbirleriyle müzik paylaşımı yapabilmesine olanak
sağlayan bir platform olan Napster’la yaşandı. Milyonlarca insan Napster’da
müzik paylaşmaya başlayınca, küresel müzik piyasasının kontrolü kırıldı. Bundan
sonraki süreç, bireylerin iletişim ve bilgi kaynaklarına doğrudan
erişebildikleri, kendi bilgilerini üretebildikleri ve mesaj alan konumundan çıkarak
mesaj alan-mesaj veren konumuna geçtikleri web 2.0’a getirdi. İşte bu noktada,
her şey çok hızlı değişmeye başladı.

Web 2.0 ile sosyal bilimcilerin öngörmüş oldukları küreselleşme ve “küresel
köy” mecazı gerçekten hayata geçmeye başladı. Artık bireyler tek yönlü
iletişimin kendilerini mecbur bıraktığı pasif rolden çıkarak iletişimin parçası
haline geldiler. Dolayısıyla bu, kişileri dünyada olup bitenlere aktif katılımcı
haline getirdi.

Bu gelişmeler insanların çok daha hızlı ve etkin iletişim kurabilir, bilgi
üretebilir ve örgütlenebilir hale gelmesini sağladı. Dolayısıyla, modernitenin
getirdiği mutlak doğru bilginin ve merkezî iletişim kanallarının hegemonyası
geçerliliğini yitirmeye başladı. Ulus-devletler, akademi, gazeteler, televizyon
ve mevcut ekonomik düzen bu tek yönlü iletişim üzerinden varlıklarını
sürdürebilir, çünkü üzerine kurulu oldukları ideolojilerin devamlılığını bu
sayede sağlayabiliyorlar.

Diğer taraftan, insanlar karar verme mekanizmalarına katılım
gösterebilecekleri bir araç elde ettiler. Bu araç sayesinde yaşadıkları
mahalle, şehir ve ülkede yaşantılarını etkileyecek karar aşamalarına katılmak
istiyorlar. Örneğin, tüm Türkiye’yi saran Gezi olayları, birçok birey ve
kurumun Gezi Parkı projelendirme sürecine katılım göstermek istemesi ve tüm
taleplerinin ısrarla gözardı edilerek parkın yerine alışveriş merkezi yapılmak
istenmesi nedeniyle başladı.

Son on yılda, dünyada gerçekleşen sosyal ve politik hareketlenmeye
bakarsak, yeni iletişim araçları sayesinde insanların hızla örgütlenerek
harekete geçebildiklerini, ülkelerin gündemlerini etkilediklerini, uluslararası
kamuoyuna seslerini duyurduklarını ve hatta ülkelerinin yönetimini
değiştirebildiklerini görebiliriz. Buna karşı yapılacak —ve tarihî olarak
örnekleri görülmüş— iki şey var: Ya bunu engelleyip durdurmaya çalışacaksınız
ya da bu gelişmeleri benimseyerek değişime kucak açacaksınız. Türkiye, son
İnternet Yasası ile birinci seçenekten yana oy kullandığını gösteriyor.

Yine son on yıldaki değişime baktığımızda, birçok ticarî marka ve şirketin
bu değişime hızla uyum sağlamaya çalıştığını ve katılımcı bir yönetim yapısına
geçmeye gayret ettiklerini görebiliriz. Fakat, Türkiye’de AKP hükümeti ve
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu katılımcılığı bir “bela” ve devlet düşmanlığı
olarak algılıyor. Bundan ötürü, toplumun internetteki faaliyetini (ayrıca MİT
üzerinden diğer ekonomik ve özel faaliyetleri) tam da George Orwell’in
distopyasındaki gibi gözetleyerek, yeri geldiğinde sansürleyerek veya kişileri
hapsederek engellemeye çalışıyor.

Ama bilmedikleri bir şey var, değişim artık
gerçekleşti. Bunu engellemeye çalışmak, sadece hükümetin sonunu hızlandıran bir
hareket olacaktır. Sonuç olarak, dünyadaki tüm yönetimlerin temsilî
demokrasiden katılımcı demokrasiye geçmenin bir yöntemini bulmaları gerekiyor.

----------------------------------------------------------------------------

Serdar Paktin

Askeri liseden mezun olup, Hava Harp Akademisi’nden ayrıldı. Kültürel İncelemeler dalında lisans derecesi var. Arena Dergisi’nin editörlüğünü yaptı. Disiplinlerarası Beşeri Bilimler yüksek lisansını New York’taki Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu’nda tamamladı. Stratejik pazarlama iletişimi planlaması yaptı. 2011 genel seçimlerinde CHP’nin sosyal medya kampanyasının stratejik direktörlüğünü yürüttü. GriZine.com ve bugunbugece.com sitelerinde içerik stratejisi uzmanı olarak görev aldı. Change.org sitesinde kampanya uzmanı olarak çalıştı. Halen Kadir Has Üniversitesi’nde internette itibar yönetimi dersi veriyor. Ayrıca Polonya’daki Adam Mickiewicz Enstitüsü’nde içerik stratejisi danışmanı.