İnsanlık tarihi üzerine yaptığımız her sohbette ortak olduğumuz nokta, yaşadığımız dönemlerin ne yazık ki bir zulüm tarihiyle anlatılabilir olduğu yönündedir. İnsanlığın yaşadığı iyi ve güzel anlar da var. Zaten böyle olduğu içindir ki iyi ve güzel anlar zulme karşı kazanıldığı gibi, yine onun ağır basması sonucu son bulmuş. Benim için de yaşamımla ilgili bir şeyler yazmaya başladığım anda, nedense ilk elde aklıma hep yaşadığım zulümler gelir anlatılarıma. Yaşadığım topraklarda tarih boyunca işgallerin, katliamların birbirini takip etmesi, baskının bilincime yansımasının bunda payı olmalı. Hele bir kadın olarak bu topraklarda yaşanmışlıkları anlatmak tarihin bu döneminde çok daha zor ve sorunlu.
Bu coğrafyanın egemen muktedirleri zulmü sonuna kadar uygulamakla birlikte, politikalarında unutturmayı, belleksizleştirmeyi tercih etmiş. Halbuki bir insanın, kendisi için anlamlı olan tek bir gün dahi unutturulmaya çalışılırsa, ruhu yaralanır. Muktedirler insan ruhunun yaralanması pahasına unutturma politikasını seçer ama sonuç olarak tarih, yaşanmışlıklar unutulmuyor, unutulduğu sanılıyor ama o ruhumuzun derinlerinde yaşanmışlıklarımızın derin düş uykusundadır, sağaltılmadığı sürece sadece patlak vereceği zamanı, kendi zamanını bekliyor.
Dersimin Pülümür ilçesi Çobanyıldızı köyündendi babam. Daha 12 yaşındayken Pülümür’den İstanbul’a ‘gurbetçi’ olmuştu. Mecburdu. Doğduğu topraklarda yokluk ve yoksulluk, İstanbul’da ‘meçhul umut’ vardı. Birikimiyle evlenmek için döndüğü toprağında, yakın köyden gösterdikleri akrabasının kızına aşık olmuştu. Bir bakıma zorla olsa evlenmişti annemle. Dört kız çocukları olmuştu. Tüm aile birlikte göçmüştük İstanbul’a.
O yıllar, İnsanların yoksulluklarını bilinçle bilendiği günlerdi. Cumhuriyet gazetesiyle tanıştığımız yıllardı. Evimizin duvarlarını Yılmaz Güney, ‘Umudumuz Ecevit’ sözcüğüyle Bülent Ecevit’in fotoğrafları süslerdi. Umutlu, kendi geleceğini kendi elleriyle kuracağına inanan özgüvenli bir toplum vardı. Çocuklara masallar yerine, Deniz Gezmiş’in serüveni anlatılırdı. Biz böyle yaşadık o dönemleri.
Kendimi bildim bileli aile geleneğinden gelme solculukla, devrimcilikle tanışır olmuştum. Solcu olmak iyi bir şeydi bizim için. Feminizm ise çok sonraları cezaevleri önünde tanıştığım bir bilinçti. İstanbul’da yaşıyorduk ama geldiğimiz toprağın, Dersim’in kültürünü hiç unutmadık. Ailemin tek derdi okumamızdı. Daha çocuk yaşta annem ilkokula yollarken, ‘Alevi olduğumuzu, Tuncelili olduğumuzu sakın söylemeyin’ diye sıkı sıkıya tembihlerdi bizi. Bu da İlk Eğitim’de daha o yıllarda ötekileşmiş farkındalıklarımızla okumaya, yaşamaya başlamamızı getirmişti. Alevi’ydik, solcuyduk, Kürt’tük. Kürtlüğümüz henüz sorunlu değildi. Söylemiyorduk çünkü. Kürtçe evlerin içindeydi... Bir yakınım Mamak Askeri Cezaevi’nde yatıyordu. 1968 kuşağındandı. İdamla yargılanıyordu. Deniz, Hüseyin ve Yusuf idam edildiğinde evimizdeki yas anlatılmazdı.
Bu yüzden bizlere daha fazla korumacı yaklaşıyordu ailemiz. Liseye kadar gelen süreçte okuduğumuz kimi kitaplarımız, bir yerlere gitmemiz istemeyerek de olsa denetleniyordu. Üniversitede de pek farklı değildi ilk zamanlar.
Lisede halkoyunu oynuyor, derslerini veriyordum. Öncesinde gizli yaptığım bu çalışmamı, babama zorlukla kabul ettirebilmiştim. Yakalananlardan işkence altında alınan ifadeler sonucu, siyasi poliste adım o dönem ‘folklorcu Nimet’ olarak gitmişti. Ailemin üzüntü içinde ‘korktuğumuz başımıza geldi’ cümlesini unutamam. 12 Eylül darbesi olduğunda liseyi bitirmiş, üniversiteye hazırlık için dershaneye giden bir öğrenciydim. Annemin haykırışları arasında evden ‘iki gün sonra bırakırız’ sözleri arasında gözaltına alınmıştım. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Gayrettepe’deki Siyasi Şubesi’nde sorguladılar. 12 Eylül’ün vahşi sorgusunda, bir dişim kırılmış, sol kolumu kullanamaz olmuştum. Çenem çıkmış, saçlarım köklerinden koparılmıştı. Gözaltındayken araba lastiği tekerleğinde çevrilmiş, giysilerim çıkarılarak bedenimin çeşitli yerlerine elektrik verilmiş, Filistin askısına alınmış, işkencede ölümlere tanık olmuştum. Günlerce ‘meydan dayağı’ denen işkenceye maruz kalmıştım. 40 günde sekiz kilo vermiştim. Bu yaşlara kadar işkence sonucu kulağımda çınlama oluştu ve bu durum yaşamımı bugün dahi zorlaştırıyor. Tüm bunları yaşarken daha yeni 19 yaşıma girmiştim.
Kadınlar 12 Eylül’ü çok daha ağır yaşadı
Bugün toplumda kadına uygulanan şiddetten söz ederken dönüp 12 Eylül’e de bakmak gerekiyor. Bir kadın olarak, hep daha fazlasını anlatmak istemedim. Selimiye’de gözetim, sonra da Metris Cezaevi... Aleyhimde, tanıdığım, tanımadığım birçok kişinin ifadesi vardı. Hepsi işkence ürünüydü. Kendi anlattıklarım dışında başka bir ifade metnini kabul etmemiştim. Ağzıma silah sokarak tehdit ettiler ama imzalamadım. Poliste altını imzaladığımı anlatımım, birkaç satırdan fazla değildi. Çıkarıldığım ilk duruşmada serbest bırakılmıştım. Dışarı çıkmıştım ama geride bıraktığım, içeride kalan insanları merak ediyordum. Yaşadığım süreç beni derinlemesine etkilemişti. Dışarı çıkınca, neydik, kimdik, ne yaptık sorularını kendime sordum, kendimce sürecimi sorguladım, kendimle yüzleştim belki de...
Bir şeyler yapmam gerektiğini düşünüyordum. Çok karanlık günlerdi. Önceleri ne yapacağımı kestiremiyordum. Günlerce yatağa çakılı kaldığım oldu. Bize yaşatılanları kabul edemiyordum. Üstelik insanlık dışı bu uygulamalar artarak yaşamaya devam ediyordu. Adlarını, kim olduklarını bilmesem bile insanlara yapılanları hatırladıkça boğulur gibi oluyordum. Cezaevi önlerine gitmeye başladım. Okulla ev arasında dışında yol iz bilmiyordum. Zorlu bir arayıştı benimki. Bir kadın olarak o dönem Duygu Asena’yı okumuş ‘Ben de Feminist olacağım’ dediğimde annem, ‘Yine içeri alırlar seni’ demişti. Sonraları hatırladıkça, bu konuşma güldüğümüz duygulu bir anıydı.
Cezaevinden çıkan arkadaşları arayışım sürdü. Oralarda, cezaevi önlerinde rastladım. Çok sevinmiştim. Didar Şensoy’la karşılaşma ve tanışmanın adresiydi buralar. Cezaevlerinde büyük sorunlar yaşanıyordu. Bazı insanlar bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Tutuklu yakınlarıyla birlikte cezaevi koşullarının düzeltilmesi için çaba gösteriyorduk ama gittiğimiz her kapı yüzümüze kapanıyordu. Bu süreçte İnsan Hakları Derneği dillendirilmeye başlandı. Toplantılar yapıyorduk. Ciddi bir takip altındaydık. Neticede İnsan Hakları Derneği (İHD) bu süreçte kuruldu. Kuruluş sürecine katıldım. 1986 yılının bu zorlu zamanlarında Emil Galip Sandalcı’yı tanımak ve insan hakları mücadelesine kattıklarından öğrendiklerimiz önemliydi. İHD, kadın olarak büyüme ve öğrenme süreçlerimin en yoğun yaşandığı yerdi. 12 Eylül darbesi nedeniyle tüm demokratik hak ile özgürlüklerin yok edildiği bir süreçte, insanlık tarihinin eşitlik, adalet, özgürlük ve sınıfsız bir toplum özleminin hayata geçirmek için yaşamlarını ortaya koyanlar için, toplum için, kendim için başka bir şey yapmanın yollarını buralarda aradım. Artık benimle ilgili ‘İnsan haklarından sabıkalı, 12 Eylül rejiminin vicdan zaptiyesi gibi’ şeyler yazılmaya başlandı. 20 yılı aşkın bir süre İHD’de mücadele etmekle ilgili olsa gerek.
1990’lı yıllar Kürt sorununu bu topraklarda en ağır süreçlerini yaşadığımız günlerdi. Ben Kürt olduğum için ilk baskıyı 12 Eylül sorgularında, işkencelerde Dersimli olmam nedeniyle yaşadım. İnsan hakları ihlallerinin en ağırının yaşandığı yıllarda bölgeye gitmek, bu ihlallerin tanığı olmak gerekiyordu. Bugün olduğu gibi, çok daha zor bir süreçti. Oralarda gözaltına alınmak başka bir şeydi. Bu süreçte Kürt halkının yaşadığı zulümler nedeniyle elbette ailemin göç etmek zorunda kaldığı, kültürüyle beslendiğim topraklar hep aklımda, yüreğimin derin yarasıydı. Öğrencilik yıllarında babam, beni Tuncelililer Eğitim ve Sağlık Vakfı (Dersim yasaklı isimdi) kuruluşuna katmıştı. Sonraki yıllarda bir dönem yöneticiliğini yaptığım vakıfta öğrencilerimizi okutma çabasındaydık. Yöre derneklerimiz barış taleplerimiz karşısında süren savaşın getirdiği baskı ve zorluklar nedeniyle kapatılıyordu. Her şeye karşın yenisini kurarak savaşın yarattığı yalnızlaştırmaya çareler arıyorduk. Kurduğumuz derneğin tüzüğüne, kaymakamlıktan itirazlar geldi. ‘Tüzükte, ‘Dersim Kültür ve Egitim Vakfi’nı kurabilir’ ibaresi vardır. Resmi adı Tunceli idi, Dersim olarak kullanılmamaktadır. Bu ibare ‘Tunceli Egitim ve Kültür Vakfı’ olarak değiştirilmelidir’ dendi. Dersim’le ilgili bu ‘gizli yasaklı’ sözcük için direnme kararı aldık. 67 yıldır Tunceli olarak anılan bölge 670 yıldır Dersim olarak biliniyor. Bu yasağa karşı yürüttüğümüz mücadele tam 3,5 yıl sürdü. Dernek tüzüğümüzün içinde geçen ‘Dersim’ sözcüğüyle birlikte kabul edilmesi ancak 2004 yılında oldu. Aramızda da tartışmalar yaşadık. ‘Dersim ismi çıkarılabilir’ diyenler oldu. Çıkarılmasın ısrarıma karşın bir kadın olarak erkek egemenliğinin o sert politik duvarlarına buralarda dahi çarpmış olsam da 1938 Dersim soykırımında yitirdiklerimizin acısı yüreklerimizde hep diriyken vazgeçmeden ‘Dersim’ isminde ısrarcı insanların içinde bir kadın olarak var olmak, her şeye rağmen iyi duygular yaşamama neden olduğunu paylaşmak isterim. Savaşın kızgınlığının sürdüğü yerlerin başında gelen Dersim’e barış talepleri nedeniyle defalarca gitmemizle birlikte başımıza getirilen en büyük felaket olan insansızlaştırmanın adı olan barajlar için yıllarca yürüttüğümüz çalışmalar hâlâ devam ediyor.
Feminizmi yeni öğrenen bir kadın olarak, insan için yapılan her eylemde var olmaya çalışıyordum. İdam cezalarının affı için eylemler, cezaevlerindeki tek tip elbise uygulamalarına karşı mücadele, gözaltında kayıplar, barış zincirleri, yürüyüşleri, barış trenleri, Kürt halkının bu topraklardaki yaşadığı ihlaller, kadınların cezaevleri için siyahlı protestosu, arkadaşıma dokunma, çocuk hakları, cezaevlerinde açlık grevleri, ölüm oruçları, ‘Munzur’uma dokunma’ kampanyaları, en uzun süreni de Cumartesi Anneleri...
Cumartesi Anneleri’nin ilk dört yılı, 200 hafta ile en uzun süren eylemliliğimizdi. Arka arkaya sıraladığımız binlerce isim var. Belleksiz toplum kuşatması altında bir insanın kaybolması, işkence tarihinde varılan son nokta. Yaşadıklarımızın bugün bizim hayatlarımızla sınırları belirlenmiş bir dünyadan ibaret olmadığını bilen bir yerden, belleksiz toplum yaratmaya karşı doğru tanıklıklar yapabilmeli, kayıplarımızın sonsuza dek kayıp kalmamaları için bıraktıkları izleri takip etmeli ve insan kalmak için tüm bu süreçlerle yüzleşmemiz gerekiyordu.
Cumartesi Anneleri bir yerde tanıklıktı. Tanıklığın zor ve acı veren yanı, yaşananları aktarırken beyninizde, yüreğinizde binlerce defa hissetmenizdir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nde yaşadığımız işkenceyi ‘korkunç bir insanlık suçu’ olarak değerlendirdik. Ancak cezaevinden çıkıp, birlikte işkencelerden geçirildiğimiz arkadaşlarımızın öldürülüp, kayıplar listesine eklendiğini öğrenmenin acısı tarifsizdi. Gözaltında Nurettin Yedigöl’ün işkence edilmiş bedenini merdiven altında görüp dışarı çıktığımda, kayıplar arasında bulmak bundan daha ağır bir insanlık suçu olamayacağının tarihsel tanıklığını büyük bir çaresizlikle, isyan duygusuyla yaşadım!
Kaybolma trajedisinin tarihsel tanıklığını anlatabilmek nedenli zor olsa da yaşanan zulmü var olan belleksizliğe karşı bir manifesto tanıklığında tekrar tekrar anlatmak, unutmalara izin vermemek gerekiyordu. Bizleri unutmaların utancı parçalardı! 200 haftanın 195 haftası Galatasaray’da oldum.
Çok değildik... Cumartesi Anneleri/ Cumartesi İnsanları 1995 yılının Mayıs ayında başlattığı, her cumartesi saat 12.00’deki gözaltında kayıplar için gerçekleştirdiği oturmaların kiminde coplandık, kiminde gözaltına alındık, kiminde de tutuklandık. Kaç kez gözaltına alındığımı hatırlamıyorum bile. Açılan dava sayısını da... Bir de gözaltındaki işkence sonrası, dışarıda sürdürmeye çalıştığım mücadeleler sırasında aldığım darpların vücudumda yarattığı kalıcı tahribatları...
İlk oturmayla iki gazetede resim altı küçük haberin dışında polis dahil, kimse pek ilgilenmedi. 8 Temmuz 1995 tarihindeki Cumartesi Annelerine/Cumartesi İnsanlarına ilk saldırı düzenlendi. Basın nihayet ilgilendi. Herkesin katıldığı bir sessiz karşı çıkıştı. ‘Cumartesi İnsanları’ denmek istense de orada oturan sonuçta kayıplarını aramak için annelik kimliğinden politikaya akan kadınlardı. Galatasaray’da oturdukça ve buluştukça ağıtlardan, protestolara sıçradılar. O kadınların bir kısmı bugün bambaşka kadınlar oldu. ‘Kadınlar el ele verirsek çok şey değişir’ diyor. Kayıpları arama mücadelesinde ulusal ve Uluslar arası düzeyde çok önemli süreçler yaşandı.
10 Aralık 1996 tarihinde Uluslararası İnsan Hakları Ligi her yıl insan hakları alanında verdiği mücadelelerle öne çıkan bir kişiye verdiği Carl Von Ossietzky Ödülü’nü ilk kez kurallarını bozarak bir eyleme verdi. Benim için Cumartesi Anneleri adına bu ödülü almak önemli ve özeldi.
Cumartesi Anneleri için şarkı sözleri yazıldı. Başka yerlerde dayanışma oturmaları gerçekleştirildi. Ulusal ve uluslararası kamuoyunun desteği güçlü gibi görünse de ne yazık ki toplumun büyük bir kısmı onları ve onlara yapılanları yine de görmezden geldi. Bu toplum, onların gözlerine bakma cesareti gösteremedi.
30 mayıs 1998 tarihinde Arjantinli Plaza del Mayo Anneleri, Galatasaray’da Cumartesi Anneleri’yle buluştu. Bu buluşmayı Almanya’da yaptığımız bir görüşme sonucu sağlamanın güzel, heyecanlı duygusunu yaşadım. Dokuz gün evimin konuğu olmaları özeldi. Bütün dünyada gözaltında kayıplar mücadelesine örnek olan Plaza Del Mayo Anneleri, bizlere vazgeçmeyin mesajlarıyla birlikte deneyimlerini aktardı. Cumartesi oturmaları başlarken onların mücadelesi örnekti.
200 hafta boyunca oturmaya çalıştılar. 15 Ağustos 1998 tarihinde 170. haftada başlayan engellemeler 30 hafta boyunca sürdü. Galatasaray’da oturmalarına izin verilmedi. Başta anayasa ile Türkiye’nin altına imza koyduğu temel hak ve özgürlüklerle ilgili sözleşmeler olmak üzere, tüm ilgili yasaların güvencesi altındaki izin almaksızın basın açıklaması yapma hakkının kullanımı güvenlik kuvvetlerince şiddet kullanılarak engellendi. Yedi aylık bir sürede tespit edilen toplam 431 kişi birkaç saatten beş güne kadar varan sürelerde gözaltında tutuldu, dövüldü, tartaklandı, yerlerde sürüklendi, hakarete uğradı. Haklarında polise mukavemetten ,Toplantı ve Gösteri Yasası’na muhalefetten davalar açıldı. Okuma yazma bilmeyen kimi kadınlar, gözaltı hücreleri duvarlarına yazı yazmaktan yargılandı.
200. hafta, 13 Mart 1999 Cumartesi günü 200. haftada Cumartesi Anneleri artan saldırı karşısında gözaltında kayıplar için sürdürdüğü oturmalara ara vermek için gittiği Uluslararası Af Örgütü’nün ‘Kayıplar Ormanı’nda buluştu. Yine engelleme, gözaltı. Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak oğlu adına dikilen ağacı ‘oğlum’ diye okşarken 10 kişiyle birlikte gözaltına alındı. Uzunca sürecek ara başladı...
Ara verdiklerinde belki kayıplarına ulaşamadılar ama Galatasaray oturmaları, gözaltına alınan insanların oralarda başlarına gelebileceklerden ve insanların devletin güvencesi altında sandığı gözaltı birimlerinde kaybolacağından anlatıldığı yer oldu .
Bir süredir devam eden ve adına ‘Ergenekon’ davası denen bir dava ile yıllardır dile getirdiğimiz bazı olaylar ortaya çıkmaya başladı. Bu dava, bazı gerçeklerin ve devletin yapısının resmi ağızlardan itirafı olması açısından önemliydi. Ergenekon’un resmi görevlilerinin yıllarca Kürt illerinde görevde bulunduğunu, istenirse bu vesileyle katliamların aydınlanabileceğini ifade ediyorlardı. ‘Fırat’ın öte yakasına, doğusuna geçilmeli’ diyorlar. ‘Ölüm kuyularının olduğu bir ülkede toplumsal barış sağlanamaz’ diyorlar. Her şeye rağmen resmi ağızlar ‘üç maymun’u oynamaya devam ediyor. Yakın zamanda ‘asit kuyuları’ ve ‘ölüm tarlaları’ kalorifer kazanları gündemde! Bunlar, Türkiye’nin insanlık suçları olarak kayıtlara geçti. Gözaltında kayıplarla ilgili insan hakları ihlalleri arasında artık, ‘Türkiye tipi ölüm’den söz edilecek.
İnsan hakları savunucuları, faili meçhul ve kayıp insanlarımız için itirafçıların söylediği, Ergenekon davasında ortaya çıkanlar nedeniyle, Galatasaray’da, Diyarbakır’da, başka yerlerde yeniden oturma kararı aldı. ‘Cumartesi Anneleriyle’ birlikte 372. haftadır toplanmaya devam ediyorlar. Vicdan sahibi herkesi ve darbeciliğe karşı olduklarını söyleyenleri, bir samimiyet sınavı bekliyor şimdi: ‘Asit kuyuları’nın , ‘ölüm tarlaları’nın ve ‘kazan daireleri’nin,’toplu mezarların’ temsil ettiği acı hakikati, her gün hatırlatacak geniş katılımlı kalabalıkları yaratmak için.
Bizim kuşağımız 1980 askeri darbesi nedeniyle kadınlı, erkekli işkenceler ve ölümler yaşadı. Çok şeyin tanığı oldu. Zulüm politikalarının en ağırına, gözaltında kayıplara tanık oldu. Onları yaşamımızdan kopardılar, onlarsız büyüdük, yaşlandık. Kayıplar, bizim hayatımızda hep genç ve insan kaldı.
Bir yanım her zaman ‘Kadın kurtuluş mücadelesinde de var olmak önemli’ diyerek orada da yer almayı çok önemsiyorum. Benim için İHD kuruculuğu ile bu mücadele içinde daha fazla görünen biri olarak kadınların ortak mücadelesi önemliydi. Militarizmin toplumsal cinsiyet üzerindeki rollerini, kadın emeği ve bedeni üzerindeki baskıcı yok edici etkisini bilen insan hakları mücadelesinde de birlikte olduğum bir grup kadınında içinde olduğu ‘Sosyalist Feminist’ hareketin çalışmalarında yer alma, zaman ayırma çabası içindeyim. Kadınlar için her türlü ayrımcılıktan ve yapısal hiyerarşiden arınmış bir kadın kurtuluş hareketi önemli!
Kadın kurtuluş mücadelesinde birlikte yürümeye çalıştığımız, bu ülkede yaşayan, aynı şiddetten etkilenen, farklı politik ile sosyal çevrelerden, farklı kimliklerden, farklı inançlardan, farklı cinsel yönelimlerden kadınlar, yıllardır savaşa ve erkek egemen şiddete karşı mücadele ediyoruz. Savaşın kadınlar için ne anlama geldiğini biliyoruz. 1980’li yıllardan bu yana bu ülkede yaşanan savaş nedeniyle kadın barış gruplarında bir araya gelerek, barış için ısrar ettik. Bugün de 2009 yılının Nisan ayında oluşturduğumuz ‘Barış İçin Kadın Girişimi’nde 30 yıldır bu ülkede sürdürülen savaşın karşısında barış sözlerimizi, eylemlerimizi oluşturmaya çalışıyoruz. Kadın kurtuluş mücadelesinde birlikte yürüdüğümüz Kürt kadınların tutuklanmasına ve savaşta yaşadıklarına ülkenin batısından ‘Barış Nokta’larından tanıklığımızla ses olmaya çalışarak, barışın yolunun açılmasında kadın sözünün etkin olması gerektiğini bilen bir yerden kadın dayanışmasını çoğaltıyoruz.
İnsan hakları ve Cumartesi Anneleri mücadelesi çerçevesinde yaşadığım sürecin bir devamı bir başka aşaması oldu 78’liler Girişimi bünyesinde yürüttüğüm mücadeleydi. İki kutuplu dünyanın çökmesi, Soğuk Savaş’ın bitmesi bütün dünyada yeni eğilimler yaratıyor, insan hak ve özgürlüklerine yeni boyutlar kazandırıyordu. Geçmiş dünyanın insanlık suçlarına varan insan hakları ihlalleriyle bu kez yüzleşme/hesaplaşma ihtiyacımız ortaya çıkmıştı.
78’liler Girişimi, 78’lilerden başlayarak toplumun yoksul kesimlerine doğru genişleyen ilişkiler zemininde bir hak ile özgürlükler hareketi, 12 Eylül’le hesaplaşmanın, tarihi güncellemenin, dayanışmanın demokratik yolunu bulmanın düşüncesi ve hareketi olarak ortaya çıktı. 12 Eylül’ün hayatımızın her alanında hâlâ süren sonuçlarıyla mücadele etmek çok önemliydi. 78’liler Girişimi bünyesinde yürüttüğümüz mücadelemiz ürünlerini de veriyor. İnkar edilen, yok sayılan, yitik denilen 78 Kuşağı, gerçeğin hiçte öyle olmadığını, var olduğunu tarih sahnesine çıkarak mücadelesiyle anlattı. 12 Eylül ve darbe karşıtı bir kültür oluştu. 78’liler bunun temel kaynağı oldu.
1980 öncesi tarihten kopulmuş, bir hafızasızlık vardı. 78’liler de 1970’li, hatta 1960’lı yıllara kadar uzanan bir toplumsal hafıza oluşturmada, bunu 12 Eylül öncesi toplumsal kırılma noktaları üzerinden gerçekleştirme açısından önemli adımlar attık. İki yıl sürdürülen bir ‘Yurttaşlık Haklarını İstiyoruz’ kampanyasının içinde oldum ve sonuçta TBMM’den çıkarılan bir yasa sonucu kuşağımızın üzerindeki yurttaşlık hakları yasaklarını kaldırdık. 32 yıldır Darbe Anayasası’yla yönetilen bir ülkede demokrasiden bahsedilemezdi. Önemli anayasa çalışmaları yaparak, hükümetle bu konuya ilişkin görüşmeler yaptık.
Akabinde darbecilere dokunulmazlık zırhı sağlayan Anayasa’daki Geçici 15. maddenin kaldırılması, 12 Eylül Gerçeklerini Araştırma ve Adalet Komisyonu kurulması için mücadele yürütüldü, ben bu ve benzeri komisyonlarda gönüllü olarak aktif çalıştım, çalışıyorum. Geçici 15. maddeyi kaldırma sürecinde önemli bir rol oynandı ve 4 Nisan 2012 tarihinde Ankara’da başlayan 12 Eylül davasının başlamasında 78’liler Girişimi olarak önemli bir rol oynadık. Davayı genişletmek ve gerçek bir 12 Eylül davasına dönüştürmek için mücadelemizi sürdürüyoruz.
Ağır ve ciddi insan hakları ihlallerinin yaşanmış olduğu toplumlarda, geçmişle en iyi başa çıkmak oldukça karmaşık bir süreç. Birçok ülkede gerçekleştirilmiş olan ‘hakikat komisyonları’nın bu süreçte çok önemli etkilerinin olduğu biliniyor. Türkiye’de de 12 Eylül 1980 Askeri Cuntası ile birlikte daha da yoğunlaşan karınlık bir süreçten geçilmiş ve geçiliyor. Toplumun bu yaşadıklarından dolayı yaralarını iyileştirme ve işlevselliğini yeniden kazandırmada önemli etkisi olacağın düşündüğümüz hakikat komisyonlarının bir örneğini oluşturmak üzere 78’liler Girişimi olarak yapılan çağrı ile Diyarbakır Askeri Cezaevi gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nu kurdu.
Bu cezaevi ile başlamamızdaki temel amaç, Diyarbakır Cezaevi’ndeki 12 Eylül sürecinin vahşet koşullarını kamuoyunun gündemine taşıma, Kürtlerin kimlik imhalarına yönelik yapılan korkunç insanlık suçu uygulamaların geleceğin kurulması önündeki ciddi bir engel oluşturması, Kürt ile Türk halkı arasında oluşan yarılmaların bir nedeni olan bu cezaevi vahşetinin açığa çıkarılmasında gerçek ve adalet arayışı çabasındayız. Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu aracılığıyla bu anlamda önemli bir noktaya geldik. 500’ün üzerindeki görüşme kayıtları, 2 bine yakın suç duyuruları ile Diyarbakır Cezaevi ile ilgili Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açma noktasına geldi. Çok yoğun bir çalışma ortak çabanın ürünü olan bu çalışmaları yaparken 78’liler Girişimi ve komisyon olarak tamamen kendimizin, demokratik kuruluşların gönüllülüğüne, öz kaynaklarına ve sahici desteklerine dayanıyoruz. 12 Eylül Darbecileri ve 12 Eylülcülük gerçekten yargılanıp o dönemin gizli kalmış olayları, insan hakları ihlalleri açığa çıkarılmadan toplum olarak adalet duygusunu yaşayamayız. 12 Eylül mahkûm edilmeden, Diyarbakır Cezaevi’nin vahşet koşullarının sorumluları yargılanmadan, gerçek anlamda bir barışın ve demokrasinin yaşaması da mümkün değildir.
Gelinen noktada bize yaşatılanlara karşı çıkmak için yürüttüğümüz mücadelelerimizde herhangi bir talep ve bir hareket içinde değilsek, değiştirmek için hep birlikte olamıyorsak, hiçbir hak kazanımımız olamıyor. Bugün h^al^a kimi rötuşlar dışında 12 Eylül Anayasası ile yönetilen bir ülkede 12 Eylül Rejimi Darbe Anayasası’yla sürüyor. ‘Değiştirilemez maddeler’ adı altında militarist ideoloji, tekçi vatandaşlık ile devlet tanımı, toplumsal, siyasi yaşamımızı dizayn ve kontrol etmek için Milli Güvenlik Kurulu ile YÖK gibi darbe ürünü kurumlar, Siyasi Partiler Kanunu ile yüzde 10’luk seçim barajı sistemi, özel yetkili savcılık ve özel mahkemeler, inançlar üzerindeki baskı ve asimilasyon, neoliberal, devlete, devlet gücüne atfettiği merkezi otoriter sistem, ‘bilinmeyen bir dil’ diyerek anadil üzerindeki yasaklar, kadınlara rağmen pozitif ayrımcılıktan uzak aileyi güçlendiren, şiddeti kutsayan yasalar, savaş dilinin hakim olduğu siyaset sürüyorsa, süren 12 Eylül zihniyetiyle yönetilen bir ülkede toplumsal muhalefeti büyüterek itirazımızı, isyanımızı birleştirerek özgürleşme ve insanca yaşama yolunda başarı kazanabiliriz.
Adalet arayışında gerçeklerin ortaya çıkarılması önemli. Seslerimizi birlikte yükseltenler çoğalsak, bu en çok toplumsal barış için önemli. Ben üniversite yıllarında ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’nı ısrarla savunurdum. Bugün de halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyorum. Bunun için mücadele edenlerin desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Barış için bu gerekli....
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Nimet Tanrıkulu kimdir:
İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucularından. Bir dönem İHD İstanbul Şube Başkanlığı yapan Tanrıkulu, Cumartesi Anneleri’ninin 1995 yılında ilk oluşumunda yer aldı... Tanrıkulu aynı zamanda, 78’liler Dernekleri Federasyonu kurucularından. Uluslararası Af Örgütü üyesi olan Tanrıkulu, Barış İçin Kadın Girişiminden ve Diyarbakır Askeri Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu üyesi. Tanrıkulu, Dersimli bir Kürt az İngilzce biliyor ve Kürtçe olan anadilini konuşmaya çalışıyor! İktisat mezunu olan Tanrıkulu, iş idaresi alanında uzun yıllar çalıştı Tanrıkulu, kimi gazete ve dergilerde kadın, barış, insan haklarına ilişkin yazılar kaleme alıyor.