Seçimler siyasal iktidarlar için olduğu kadar muhalefet için de bir sınav niteliğindedir. Toplumun siyasete katılımı açısından tek kanalın seçimler olmaması gerektiğini bilmekle birlikte, yaygın ve kitlesel siyaset açısından seçimlerin belirleyiciliğini hafife almamak gerek. Üç dönem üst üste iktidar olan bir partinin oyunu koruyup korumaması kendi performansı kadar ve hatta belki daha çok siyasal muhalefetin kapasitesiyle ilgilidir. İktidarın gittikçe otoriter tutumlara girdiği iddiasının geniş toplum kesimleri açısından ne ifade ettiğini ölçebilmek için, sahici ve daha güçlü demokratik siyaset alternatiflerinin söz konusu olması gerekir.
Türkiye siyasetinin 2000’li yıllar boyunca “değişimden yana olan iktidar ve statükonun devamında ısrar eden muhalefet” denklemi üzerine kurulması algı yönetimi açısından son derece önemlidir. Özellikle merkez kitle partilerin homojen olmayıp kendi içinde farklı dengelere dayandığı gerçeğinden hareket ettiğimizde, en az CHP kadar iktidar partisinin de kendi içinde farklı dinamikler taşıdığı görülecektir. Daha statükocu ya da muhafazakar aktörler yanında, daha değişimden yana, liberal ya da sosyal demokrat eğilimlerin her iki parti içinde de temsil edildiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar iktidar partisinin katı bir lider merkezli yapıya sahip olduğu bilinse de, önümüzdeki dönemde özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla bu farkların daha görünür olacağı söylenebilir.
2013’e damgasını vuran Gezi eylemlerinin siyasette ne gibi somut sonuçlar doğuracağını görebileceğimiz bir seçim sürecine gidiyoruz. Bu açıdan, 2014’teki yerel seçimler Türkiye siyasetinde farklı bir beklentinin karşılanıp karşılanamaması açısından da belirleyici olacak. Bireysel aktif yurttaş reflekslerinin sandıkta beklenenden farklı bir mesaja dönüşmesi, bu beklentiye cevap verebilecek siyasal muhatapların varlığıyla mümkündür.
Bu bağlamda, birbiriyle ilişkili dört noktayı tartışmaya açmak mümkündür. Bunlardan birincisi, iktidar partisi içinde meydana gelebilecek kırılma ya da esnemeler. İkincisi, ana muhalefet partisinden beklenen değişim ve genişleme. Üçüncüsü, Kürt siyaseti ile birlikte sosyalist sol örgütlenmelerin toplumsal taban bulabilmesi arayışı. Dördüncü ihtimal ise sandığa gitmeme ya da başka alternatif arayışlarının seçim sonrasına sarkmasıdır. Son derece gergin ve kamplaşma psikolojisi içinde geçeceği şimdiden belli olan seçim döneminde son ihtimali bir kenara bırakıp var olan muhalefet partilerinde yaşanabilecek gelişmelere yoğunlaşalım.
Siyasete ve siyasetçiye yönelik güven sorunu
Türkiye siyasetinde partilerin üstlendiği işlev, bir yandan devlet politikaları diğer yandan siyasetçinin nitelik sorunu dolayısıyla, güçlü bir güvensizliğe maruz kalmıştır. Toplumun geniş kesimi, merkez siyasetçilerinin kişisel çıkarlarını önceledikleri ve siyaseti toplumsal sorumluluk motivasyonuyla yapmadıkları inancını taşımaktadır. Demokratikleşmeye yönelik yapısal sorunlarını aşmış ülkeler için pek de belirleyici olmayan bu algı bizimki gibi siyasetten beklentinin yüksek olduğu ülkelerde önemli bir kriz nedenidir. Değişimi yönetmek ve bu sürece toplumsal katılımı sağlamak siyasetin görevi ise bu güven bunalımının mutlaka aşılması gerekir.
Başbakanın öğrenci evleri üzerinden dile getirdiği son değerlendirmelerden, Kürt sorununda barışçı çözüme kadar birçok alanı bu temel eksen üzerinden ele almak mümkündür.
Toplumda güven oluşturmadan siyasal güç oluşturmak kolay değildir. Bu güvenin gerçek bir iletişim, örgütlenme ve hesap sorma mekanizmalarına dönüşmesi için siyasî partiler önemli bir araçtır. Toplumu yok sayan bir siyasetin anlamı da yoktur. Salt etik ya da düşünsel kaygılarla sergilenen çabalar elbette tarihin kimi dönemlerinde kritik işlevler görmüş ve bir süre sonra toplumsal siyaseti şekillendirecek kırılmalara dönüşmüştür.
Ancak, pratik siyasete yönelik bir müdahale arayışı içerisindeyseniz, toplumsal yargıları yok sayarak söz söyleme, tavır geliştirme lüksüne sahip olamazsınız. Demokrasi ve özgürlükler eksenli bir siyasetin toplumda ilgi odağı oluşturması iki noktaya bağlıdır. CHP’nin Kürt sorununda barışçı çözüme dair bir pozisyon alarak bunu parti tabanında içselleştirecek hamleler yapması. İkincisi, Kürt siyasetinin bugüne kadar ulaşamadığı çevrelerde güven oluşturacak bir siyasî adres inşa edebilmesidir.
Özellikle örgütlü yapıların özgüven içinde topluma hitap edebilmesi ve geniş kitlelerde güven elde edebilmesi için iç güven sorununu aşması gerekir. Topluma ulaşmadığında bu parti mekanizması tam bir iç fren sistemi ile kilitlenir. Hareket etme şansını kaybeder. HDP gibi farklı örgütlenmelerin buluşmasından ortaya çıkan yeni üst örgütlenmelerin önündeki en büyük risk budur.
Halkın sadece bir kısmı ile iletişim kurabiliyor ve büyük bir kesime ulaşabilecek çaba içine giremiyorsanız, dilinizi de bu doğrultuda yeniden şekillendiremezsiniz. “Toplumun güvenini neden elde edemiyoruz?” sorusunu kendine sormayan hiçbir siyasal arayış toplumsal muhalefete öncülük edemez. Kürt siyasetinin kendi kitlesinde en azından bölgesel düzeyde aldığı mesafe ile Türk solunun içe kapanmasını karşılaştırdığımızda bu tabloyu çok net biçimde görürüz. Türkiye’nin batı bölgelerinde yaşayan Kürtler, Kürt oldukları kadar Alevi, dindar ya da işçi ise bu kitleye hitap edebilmenin öncelikleri de kendine özgü olmalıdır. Kürt olmayan Aleviler, dindarlar, işçiler ya da başka nedenlerle sistem mağduru olan kitlelerle iletişim kurmanın önündeki engel, Kürt sorununa ilgili olmaktan çok onların kendi sorunlarına mesafeli olmakla ilgilidir. Siyasette değerlere dayalı yeni bir toplumsal güç inşa edebilmenin yolu bu güven bunalımını aşmaktan geçmektedir. Kürt sorununda diyalog yoluyla çözüm sürecinde önemli bir işlev görebilecek olan HDP’nin toplumsal bir siyasal müzakere öznesi olabilmesi biraz da bu konularda sergileyeceği performansa bağlıdır. CHP dahil muhalefetin, başörtülü milletvekilleriyle ilgili sergilediği tavrın nasıl bir oyunu boşa çıkardığını bütün toplum görmüş ve taktir etmiştir. O halde, siyasette değişim genişlemenin ön şartıdır ve sanıldığı gibi korkulacak bir durum değildir.
Gençlik ve katılımcılık
Siyasal çalışmalarda örgütlenme yöntemi, en azından program ve dil kadar belirleyicidir. İyi bir programı topluma taşıyacak olan siyasal dilin mahir olması için, çalışma yönteminin de genişlemeye açık olması gerekir. Program, dil ve örgütlenme biçimi iç içe geçmiş, birbirini etkileyen boyutlardır.
Genişleme sadece bir örgütlenme sorunu değil, aynı zamanda program ve dil sorunudur. Geniş toplum kesimleriyle örgüt arasındaki ilişki içinde bulunduğumuz dönemin koşullarına göre ele alınmalıdır. İletişim araçlarının çeşitliliği bilginin yatay paylaşımına dair yeni olanaklar doğurmuştur. Örgütlenmeyi motive eden bilgi akışıdır. Bu anlamda örgüt, damarları ifade ediyorsa bilgi damarlarda dolaşan kanı ifade eder. Örgüt merkezi, bilgiyi toplayan ve dağıtan bir koordinasyon merkezi olmak yerine egemenlik kurmaya çalışan bir hiyerarşi merkezi olmaya başladığında, kopuş ve daralma başlar.
Bu anlamda, Gezi’den çıkarılacak en önemli ders, yatay ve doğrudan katılıma dayalı örgütlenmenin mümkün olduğu gerçeğidir. Bürokratik yapılar inşa etmek yerine soruna odaklı buluşma araçları geliştirmek çok daha etkili bir yöntemdir. Gezi üzerinden kendini yeniden yapılandırma iddiasıyla hareket eden siyasî yapıların atması gereken ilk adım örgütlenme modellerini buna uygun hale getirmektir. Elbette bu yöntemin rahatsız edeceği ve eski alışkanlıklarını terk etmemekte ısrarlı davranacaklar olacaktır. Bu bir tercih ve yol ayrımıdır. “Hem eski yöntemimi devam ettireceğim hem de genişleyeceğim” iddiası bu açıdan anlamsızdır.
HDP toplumsal muhalefetin siyasete katılım zemini olmalı
HDK ve HDP ile ilgili değerlendirme yaparken toplumsal alanla siyasal alan ilişkisinin ne anlam ifade ettiğini ele almak gerekir. Türkiye siyasetinde temel sorun toplumsal alanla siyasal alan ilişkisindeki yapısal çelişkilerdir. Toplumsal alanın siyasal alanı belirlediği, toplumsal gerçekliklerin siyasal karar süreçlerini şekillendirdiği bir yönetim yapısı yerine, toplumun beklentilerinin iktidar siyaseti eliyle kontrol edildiği bir ortamda yaşıyoruz.
Aslında küresel ölçekte yaşanan temsilî demokrasi krizi de tam bu çarpıklıktan besleniyor. Siyasal gücü elinde bulunduranların aynı zamanda savaş teknolojileri, enerji kaynakları ve nihayet ekonomik rantı yönetiyor olması toplumsal alanın edilgenleşmesini beraberinde getiriyor.
Toplumda en alttakilerin, dışlanan, ayrımcılığa uğrayanların çoğunluğu oluşturduğu ülkelerde, azınlık diktatörlüklerinden söz edilir. Toplumun ekseriyeti sistemden rahatsız değil ve farklı kesimlerin uğradığı haksızlıkları önemseyen bir tutum içerisinde ise siyasetin öncelikli hedefi, bir zihin değişikliğini cesaretlendirecek dili geliştirmek olmalıdır. Bu nedenle, yönetenlere itiraz ve muhalefet ederken beklenti psikolojisini pekiştirmekten kaçınmak son derece önemlidir ve ciddi bir dikkat gerektirir. Sivil toplum çalışmalarında normal karşılanabilecek söylemler, siyasal muhalefet çalışmalarında iktidarı güçlendirme işlevi görebilir.
Topluma hitap etmek ve onun hakları ve sorumluluklarını hatırlatan bir tarz geliştirmek son derece önemlidir. Bu tarz iktidar içi kavgalardan medet ummayı değil, kendi özgücünü esas almayı, ama elbette iktidar içi gerilim ve kırılmalardan da zarar görmemek için akılcı davranmayı gerektirir.
Topluma hitap edebilecek, onun güvenini tesis edebilecek bir dil geliştiremiyorsanız Napoléon’un savaşı kaybetme nedenini ararken aldığı “barutumuz yoktu” cevabı gibi bir durumla karşı karşıyasınız demektir. Barut yoksa, gerisini konuşmaya gerek yok demektir. Toplumsal güveni sağlayacak bir siyasal iletişim geliştiremiyorsanız, diğer katılım sorunlarını tartışmak da ikinci aşamaya kalır.
Dönemsel olarak yükselen ilgiyi örgütleyebiliyor, içyapınızda istihdam edebiliyorsanız aşağıdan yukarıya bir genişleme olanağı da yakalayabilirsiniz. Bu mümkün olmadığında, siyaset geleneksel rant aracına dönüşür ve toplumsal denetimden koparak iç yozlaşma, içe kapanma çıkmazına sürüklenir.
İdeolojik ve toplumsal kaygılar taşıyarak siyaset yapma iddiası taşıyanlar da bu gerçeklikten muaf değildir. Söyleminiz son derece toplumsal kaygılara dayansa bile, çalışma alışkanlıklarınız kişisel konum koruma refleksleri taşıyorsa, toplumun özveride bulunması ve sahiplenme duygusu içinde hareket etmesi beklenemez.
Kürt siyasetinde tüm handikaplara rağmen toplumun teveccühü, ödenen bedeller ve mücadelenin sağladığı motivasyonla ilgilidir.
Türk sol ve sosyalist hareketlerinin ‘60’lı, ‘70’li yıllarda yaptığı özverili çalışmalar toplumun mağdur kesimlerinde sisteme karşı öfkenin örgütlenmesinde öncülük rolünü kazandırmıştır. Ancak, geçmişin birikimiyle uzun süre siyaset yapmak mümkün değildir. ‘80’lerde yetişen muhafazakâr kadroların ülke yönetiminde etkili olduğu, ‘90’ların kuşağının ise bambaşka paradigmalarla yetiştiği dikkate alınırsa, 1980 öncesinin hatırası üzerinden iletişim kurmak imkânsızdır.
Deneyim paylaşma ve yol gösterici katkı sunmanın ötesine geçilebilmesi için, hem genç kuşakların içinde bulunduğu psikolojiyi anlamak, hem de bizzat gençlerin katılımıyla karar süreçlerinin şekillendirildiği çalışma ortamları kurmak gerekir.
Toplumsal rahatsızlıklar ve yerel karşı çıkışlardan harmanlanarak ulusalı da aşan, küresele yönelebilen bir muhalefet söylemi bugün de geliştirilebilir. Bu karşılıklı etkileşim konusudur. Elbette sadece koro şefliği değil aynı zamanda yerele umut aşılama, topluma inanç ve heyecan taşıma işidir.
Türkiye’nin geçmişten devraldığı kamplaşma siyasetini boşa çıkaracak bir analitik sentez, gerek kadrolarda gerek söylemde kendini hissettirmedikçe egemen siyaset güçleri karşısında mesafe almak kolay olmayacaktır.
Siyaseti demokratikleştirmek için yerelleşme
Türkiye siyasetinde hâlâ ileri demokrasi iddiası dillendirilse de, AB’nin son ilerleme raporunda altı çizilen sorunların yaşandığı ülkeler için, melez demokrasi kategorisinden söz edilir. Kaldı ki, “kaliteli demokrasi” standartları, çok daha somut ve ölçülebilir niteliktedir. Kaliteli demokrasinin en ayırt edici özelliklerinden biri katılımcılıktır. Şeklî demokraside, katılımcılık adına savunulan uygulamalar da şeklîdir. Gerçek ve etkin katılım ise ancak kaliteli demokrasilerde olur.
Türkiye’nin temel krizlerini kaliteli demokrasiyle çözme kararlılığı parti örgütlenmesiyle başlar. Katılımcı örgütlenme modelini kendi içinde geliştiremeyen bir partinin toplumda güven oluşturarak bu yönde bir siyasî tercihi güçlendirmesi beklenemez.
Temel gerilim alanlarında toplumsal katılıma dayalı bir siyasal barış gerçekleşecekse bu sürecin yönlendiricisi rolünü oynayabilecek bir siyasal öznenin doğması gerekir. Barış sürecinin tek başına iktidar partisi tarafından inşa edilmesini beklemek gerçekçi değildir. Türkiye toplumunun barışa ikna edilmesi görevi iktidar partisi gibi çatışmanın tarafı konumundaki siyasî hareketleri de zorlar.
Özetle üçüncü taraf rolünü üstlenebilecek bir kurucu siyaset ihtiyacından söz ediyoruz. Tarihte kurucu partiler farklı arkaplanlardan doğsalar da, meşruiyetlerini toplumsallaştıkları ölçüde elde ederler.
HDK ve HDP böyle bir ihtiyaca cevap verme amacıyla yola çıktı ise çalışma ve örgütlenme kapasitesinin de buna uygun planlanması gerekir. Henüz yeni kurulmuş bir partinin seçim sürecinde vereceği sınav bu açıdan ele alınmalıdır. Eski parti alışkanlıklarıyla yukarıdan siyaset yapma ısrarı bu projenin ölü doğmasına neden olur. Aksine, doğrudan demokrasi ve yatay örgütlenmeye dayalı bir kitle partisi olmayı başardığı ölçüde yakın gelecek için umut taşıyabilecektir.
Örgüt temsilcileri ve aydınlardan oluşan bir parti yönetimi ile masa başında belirlenmiş aday listeleri, tam da bu projenin boşa düşürülmesine hizmet edecektir. Sokakta, yerelde şekillenmiş yönetimler ancak yeni bir üye kampanyasıyla mümkün olabilir. Herkesin karar süreçlerinde eşit olarak var olabileceği bir aşağıdan yukarıya yapılanma süreci için seçim dönemi fırsata dönüştürülebilir. Özellikle Gezi ile ortaya çıkan gençlik dinamiğinin siyasete yeni bir vizyon kazandırmasına imkân verilmedikçe, kuruculuk misyonunun üstlenilmesi mümkün olmayacaktır.
Geçmişin eylemci deneyimleri ve düşünsel birikimi açısından HDK’nin sahip olduğu avantaj, sağlıklı ve doğru zeminde tutulmazsa daralma ve içe kapanmayı beraberinde getiren bir dezavantaja dönüşecektir. Umur görmüşlük ve tecrübe, cesur radikal adımların atılmasını frenler. HDP eğer örgütlenme modelini değiştirecek bir hamleyi bu kongre ile birlikte yapamaz ve sadece vitrin ve pozisyon paylaşımıyla kendini sınırlarsa, seçimlerde ciddi bir hayal kırıklığı kaçınılmaz olur.
Sendikal hayatı ciddi bir tıkanma ve durağanlığa sokan ittifak yöntemlerini siyasî hayatta denemeye kalkmak izah edilebilir bir durum değildir. Örgütler ve aydınların HDP içindeki pozisyonu siyasette toplumsallaşmayı kolaylaştırdığı, hızlandırdığı ölçüde anlamlıdır.
Türkiye aydınları ve örgütler toplumsal nabzı tutabiliyor ve onu motive edebilecek sözü üretebiliyor olsalardı, zaten bugün farklı bir noktada olurduk. Bugüne kadar başaramadıklarımızın nedenlerini sorgulamadan sergilenecek tutumlar, geleceğimizi de ipotek altına alacaktır. Doğrudan aktif yurttaş örgütlenmesinin önünü açma kararı almamışsanız, Gezi sürecinden hiçbir ders almamışsınız demektir.
Seçmen davranışları ve siyasetin yeniden dizaynında HDP
Kamplaştırıcı siyaset dili seçmen davranışlarında, parti tabanlarında kemikleşmeye neden olabileceği gibi, bıkkınlık ve yeni arayışlara da zemin oluşturabilir. Özellikle seçim atmosferine erken girilmiş olmasına rağmen, hâlâ seçmenin ancak yarısının kendini bir parti kimliğiyle tarif ediyor olması, kararsız seçmenin toplam seçmenin dörtte bir ile üçte bir aralığında seyrediyor olması dikkat çekicidir.
Bir yandan, farklı nedenlerle de olsa iktidara uyarı mesajı verme ihtiyacı duyan bir iradenin yüksek sesle ve yaygın biçimde dillendirilmeye başlanması, diğer yandan muhalefetin geleneksel seçmen profilinin ötesine hitap etme arayışları yerel seçimlerde belirleyici sonuçlar doğurabilir.
HDP’nin başta İstanbul olmak üzere seçimlere iddialı girmesi sanıldığı gibi CHP’de oy kaybına neden olabilir mi? Elbette genişlemeye çalışan bir CHP ile HDP’nin ortak seçmen profilinden söz etmek mümkündür. Ancak, HDP’nin seçimlerde yoğunlaşacağı Kürt nüfusunun çoğunluğu oluşturmadığı 60 civarındaki ilde bile Kürt seçmenin HDP olmadığında oyunu vereceği parti CHP’den önce iktidar partisidir. Dolayısıyla, CHP tabanından gelebilecek “oyları bölmeyin” baskısının çok gerçekçi bir yanı yoktur. Kaldı ki, yerelde herhangi bir partiyle ittifak yapma girişimine en yatkın, böyle bir durumda en kolay şekilde örgütlenebilecek, politik ve mobilize kitle Kürt seçmenidir. Türkiye’nin batısında BDP ve blok tarafından alınan oyun üzerinde oy alma ve siyasette varlığını kabul ettirip rüştünü ispatlama açısından yerel seçimler HDP açısından önemli bir sınavdır. Hem geleneksel BDP seçmeninin HDP projesini sahiplenmesi açısından, hem yeni seçmen katılımına imkân oluşması açısından seçim stratejisi son derece belirleyici olacaktır. Batıdaki Kürt nüfusun Kürt kimliği kadar inanç kimliği ya da ekonomik beklentilerle tercih yaptığı dikkate alınarak siyaset üretilebildiği ölçüde bir başarı yakalanabilecektir.
Yerel seçimlerin hemen ardından gelecek olan cumhurbaşkanlığı seçiminde, HDP, BDP ile bütünleşmesini tamamlayıp anahtar parti pozisyonunu yakalayabilir. İktidar partisinde bir lider değişimi yaşanacaksa, geçiş dönemi uzlaşması dışında ikinci ihtimal genel seçimlerin öne çekilmesi olabilir.
Her durumda, Türkiye siyasetinde yeni dengelerin oluşabileceği ve yeni şekillenmelerin yaşanabileceği bir döneme giriyoruz.
------------------------------------------------------
Ayhan Bilgen
1970 Kars doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezuniyetinden sonra sosyoloji alanında yüksek lisans derecesi aldı. Yerel radyo programcılığı ve yayın yönetmenliği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nde (Mazlum-Der) genel başkanlık yaptı. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nde Yönetim Kurulu Üyesi ve Barış Meclisi’nde sözcü olarak çalışmalarına devam ediyor. Çeşitli gazetelerde barış ve insan hakları üzerine makaleler yazıyor. Halkların Demokratik Partisi (HDP) MYK üyesidir.