Haziran 2013’te İstanbul’un merkezinde bir anda ortaya çıkan “şey” tarihte nasıl adlandırılacak henüz bilmiyoruz. 27 Mayıs 2013’te, yürürlükteki imar planına yahut mevcut projeye dahi aykırı bir biçimde başlatılan “Taksim Yayalaştırma Projesi” sırasında unutulan(!) yaya kaldırımı için Taksim Gezisi’nin Harbiye yönündeki “birkaç ağacın” kurban edilmesine karşı çıkan bir avuç insanın itirazıyla başlayan, 28 Mayıs’ta hiçbir kural tanımaksızın ağaç kesen taşeron firma yetkililerine ve onları şiddetle savunan kolluk güçlerine karşı ağaçlara sarılarak direnen insanların karşı karşıya kaldığı şiddete karşı gösterilen tepkiyle görünür olan, 30 ve 31 Mayıs’ta polisin şafak baskınları karşısında keskin bir çığlığa dönüşen hareketin tarihteki yerinin ne olacağını, tarihsel bir olgu olarak nasıl tanımlanacağını henüz bilemiyoruz.
Kentsel dönüşüm penceresinden Taksim manzarası
Taksim Meydanı, Türkiye tipi modernleşmenin kent mekânındaki en önemli ifadelerinden biridir. 1930’larda, eski rejimden yadigâr eski payitahtın tarihsel merkezinde değil, bir başka tarihselliğin, Pera bölgesinin kıyısında “muasır medeniyetler seviyesine” uygun olma/ait olma iddiası ile gerçekleştirilen bir imar faaliyetinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Taksim Meydanı’nın nasıl “tekâmül” ettiği bu yazının sınırını aşacaktır, ancak Taksim Meydanı’nda an itibarıyla olup biten açısından çok önemli hale gelen, meydanımızda yapılmak istenenin ne olduğunu anlamak için anımsamamız gereken dört meseleye değinmeksizin de söze devam edilmesi eksik olacaktır.
Birincisi; söz konusu Topçu Kışlası’nın birden çok kez değişmiş olduğu kabul edilen, daha II. Mahmut döneminde topa tutularak yıktırılan, şu an fotoğrafları piyasaya sürülmüş olan cephesinin Abdülaziz döneminde “yenilenmiş” olduğu kabul edilen Topçu Kışlası olduğudur. İki aşamada yıkılmıştır ve aradan seksen yıllık bir süre geçtikten sonra hangi bilgi ve/veya belgeye dayanıldığı anlaşılamayan bir biçimde İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 9 Şubat 2011 tarihli 4225 sayılı kararıyla tescil (!) edilmiştir.
İkincisi; 27 Kasım 2012 itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın (Türkiye Cumhuriyeti Belediye Başkanlığı makamının ihdasına kadar bu ûnvan kullanılmak durumunda) “elbette yapılacak” dediği “Taksim Camii”dir.
Taksim Camii’nin yapılacağı alan olarak öteden beri işaret edilen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da “zikrettiği” alan su makseminin hemen arkasında bulunan ve şu anda Kasımpaşa Spor Kulübü Otoparkı olarak kullanılan arazidir. 2699 metrekarelik bu arazi üzerinde yapılacak yapıyla ilgili tartışmanın 1977 yılı itibariyle Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde Kültür Bakanlığı’nın 13 Mayıs 1977 tarihli bir yazıyla başladığını, Ergenekon davasının firarî sanığı olan dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın gayretkeşliğiyle devam ettiğini ve bugün ise Başbakan’ın buyruğuyla sürdüğünü, ancak anılan arazide bir dinî tesis yapılmasının hukuka aykırılığına ilişkin kesinleşmiş bir mahkeme kararı bulunduğunu (Danıştay 6. Dairesi’nin 07.02.1983 gün, 1981/2960 Esas ve 1983/556 Karar sayılı kararı) not etmek isteriz.
Üçüncüsü; 1980’lerin ortasında, o günün muktediri bugünün Ergenekon davası firarisî Bedrettin Dalan’ın hiçbir kural tanımaksızın Tarlabaşı Bulvarı’nı (levanten mimarisinin cânım örneklerini yıkarak) genişleterek kentin ortasında bir “yırtık” yarattığını ve daha sonra bu yırtığın Tarlabaşı Bulvarı’nın iki yanı arasındaki sosyal farklılaşmayı misliyle arttırması gerekçe gösterilerek adına “Tarlabaşı Yenileme Projesi” denilen bir garabete uç verdiğini bir an dahi unutmamak gerekir.
“Tarlabaşı Yenileme Projesi” adı verilen garabetin salt garsonların, kâğıt mendil satanların, tornacıların, kaportacıların, yoksul Kürtlerin, işsiz Türklerin, epeydir oralı Çingenelerin, aşçıların, fahişelerin, son ütücülerin, midyecilerin, romeyözcülerin, üniversite öğrencilerinin emeklerini satmaya yürüyerek (ulaşım için hiçbir ücret ödemeden) gidip geldikleri bir yaşam alanından tehcir edilmelerine neden olduğu için değil, bugünün muktedirlerinin “Taksim Yayalaştırma Projesi” adını verdikleri uygulamanın en önemli gerekçelerinden biri olduğu için de daha fazla bilinmesi, üzerinde daha fazla konuşulması gerekmektedir.
Taksim Yayalaştırma (insansızlaştırma anlayınız) Projesi bu tarihsel sacayak üzerinde inkişaf etti.
Pera’nın kıyısında kentin “modern” yüzü olarak ortaya çıkmış, emeğiyle geçinen yurttaşların mücadelesi sonucunda bu topraklardaki toplumsal mücadeleler tarihinde simgesel bir anlam kazanan bir meydanın ezilenlerin muhalefetine kapatılması girişimidir karşı karşıya bulunduğumuz.
Öte yandan, geçtiğimiz iki yıllık süre boyunca Taksim civarındaki kafelerin, barların ya da buralara giden insanların hayatlarının “masa sandalye operasyonları” ile zorlaştırılmasının sebebinin salt muhafazakâr/dinsel gerekçeler olduğu ileri sürülebilir mi? İkinci yılını dolduran masa sandalye operasyonu da “alkole düşman dinci” kalıbına sığmayacak bir kapitalist rasyonaliteye dayanıyor.
Orta ve alt gelir gruplarından insanların buluştuğu, siyaset konuştuğu, siyaset yaptığı, eyleme durduğu, sinemaya ya da tiyatroya gittiği bir kamusal alan, bir sosyalleşme/toplumsallaşma biçimi artık Beyoğlu’nda (ya da hiçbir yerde) istenmiyor ve insanların bu biçimde buluşmalarına mekâna müdahale ederek bir son verilmeye çalışılıyor. Muktedirler zaten “Beyoğlu’nu marjinallerden temizliyoruz” demeye başlamışlardı açık açık.
Direnişin en ön saflarında işte o “marjinaller” kendilerini hiçe sayan muktedirin karşısına dikildi: kadınlar, lgbt bireyler, neoliberal otoriterliğin hayatları üzerindeki tahakkümünün karşısına dikilen gençler, hayatlarından memnuniyetsiz olan ve “yeni bir hayat” aramaya başlayan beyaz yakalılar ve diğerleri...
Taksim penceresinden kentsel dönüşüm manzarası
Kentsel dönüşüm bir torba kavram. Bugün Türkiye’de kentsel dönüşüm, kentsel sağlıklaştırma, deprem güvenliğinin sağlanması, elverişli bir konuta erişim hakkı, ekolojik değerlerle barışık bir kent hayatı gibi başlıkları mı ifade etmektedir, yoksa bunların tam tersi uygulamaları, daha mühimi tahayyülün içine tıkıştırıldığı bir bohçayı mı?
İmar terimleri sözlüğünde kentsel dönüşüm, “... kamu girişi ya da yardımıyla, yoksul komşulukların temizlenmesi, yapıların iyileştirilmesi, korunması, daha iyi barınma çalışma ve dinlenme koşulları, kamu yapıları sağlanması amacıyla yerel tasarı ve izlenceler uyarınca kentleri ve kent özeklerinin tümünü ya da bir bölümünü, günün değişen koşullarına daha iyi çevre verebilecek duruma getirme” olarak tanımlanıyor.
Kentsel dönüşümün, yukarıda alıntılanan tanımında pek çok kavram dikkat çekmiştir kuşkusuz. Ancak, “yoksul komşulukların temizlenmesi”nin en dikkat çekici ifade olduğu kuşkusuzdur. Yoksulluk yuvalarının temizlenmesi (slum clerance) kavramı kapitalist metropellerin efendi bilim insanları tarafından kısmen de olsa olumlu bir anlam kazandırılmaya çalışılarak “yoksulluk yuvalarının ve gecekonduların ortadan kaldırılması ve yoksul kitlelerin daha iyi yaşam koşullarına sahip kılınması” olarak tanımlanmaya çalışılıyor.
Türkiye’de 2000’lerin başından bu yana pek muteber olan kentsel dönüşüm yoksulların kent merkezlerinden, değerlenen kentsel alanlardan (daha iyi yaşam koşullarına kavuşturulmaları akıllara bile gelmeden) jiletle kazınmasının kibar hanımlar ve beylerin dillerindeki adı olmuştur.
Örneğin, İstanbul’un kent merkezine görece uzak bir noktası olan Başıbüyük’te denize nazır gecekondularında oturmalarına daha fazla tahammül edilemeyen yoksullar “yaşam koşullarında iyileştirme” söz konusu bile edilmeden sürüldüler. Üstelik, Sünni oluşları, önemli bir bölümünün AKP seçmeni oluşu dayak mekânı olarak camilerin de kullanılmasına yaradı yalnızca.
Sulukule’de, kentin tarihî merkezine çok yakın bir noktada yaşayan Çingenelerin kırk kilometre öteye taşınmaları “en doğal hak” olarak tanımlanırken kapitalizmin kadim “kutsalı” mülkiyet hakkı dahi havuç-sopa siyasetinin havucu olarak işlev gördü.
Bu iki örneği birleştiren son on yıl içerisinde yasaların, yönetmeliklerin ve hatta kimi Anayasa normlarının “kentsel dönüşüm hamlesinin” önünde engel çıkmaması için değiştirilmesi, idarî yargının hukuka aykırı uygulamaların yürütmesinin durdurulması ve/veya iptali kararı vermesini çeşitli düzenlemelerle zorlaştırılması, tanım yerinde ise neredeyse imkânsıza (matematikten bir kavram ödünç alırsak) “yakınsanması” durumudur.
Bugün, Türkiye’de mekâna müdahale yoluyla insan hayatlarına müdahalenin karşısında emeği ile geçinen sıradan yurttaşların hukuken etkili bir başvuruda bulunması çok güç hale getirilmiştir.
Peki, Sulukule örneğinde olduğu gibi, binbir güçlük aşılarak dava açıldı, bin bir badire atlatılarak dava kazanıldı, ancak her ne pahasına olursa olsun, olmayacak yorumlara başvurarak kendi koyduğu kurallara dahi uymayan bir devlet aygıtı karşınıza çıkarsa fazla söze gerek kalır mı?
Ötesi, İstanbul’un su kaynaklarını ve rezerv ormanı niteliğinde olan kuzey ormanlarını ve uzun lafın kısası İstanbul çevresinin tüm ekolojik sistemini ateşe atacak olan 3. Köprü ve 3. Havalimanı gibi “projelere” karşı etkili bir hukuî başvuru yolu neredeyse yeni yıldızlara hayat götürmek kadar uzak bir ihtimaldir.
Başta HES’ler olmak üzere, kırsal alanlarda da insanların yaşamlarını doğrudan etkileyecek, belirleyecek nitelikteki mekâna müdahalelerin misliyle artmasına karşın, bunlara karşı hukuken sonuç almanın da neredeyse imkânsız hale gelmesini de yukarıda saydıklarımızın yanına ekleyelim; akacak mecra bulamayan suyun kaderiyle karşı karşıya kalırız: patlama!
Diyeceğimiz; “Haziran Günleri” hiç kuşkusuz anti otoriter karakteri, muhafazakâr piyasacılığa-piyasacı muhafazakârlığa ve onun rıza üretim mekanizması olan temsilî demokrasiye açık bir itiraz niteliğinde oluşu, kadınların hayatlarının cendereye alınması çabasına karşı bir kadın direnişi oluşu, homofobik bir tahayyül karşısına diğer toplumsal muhalefet güçlerini de müttefiki kılmayı başarmış bir lgbt hareketinin dikilmiş olması ile, örneğin Türklerle Kürtlerin bir mücadele içinde kardeşleşmesi/barışması ile, emeği ile geçinen insanların aşağıdan bir sekülerlik mücadelesinin ilk işareti olması ile önemlidir. Ancak, tüm toplumsal taleplerin müşterek bir kamusal alana, Taksim Gezisi’ne müdahale edilmesiyle kendisini ortaya koymasının bir anlamı olduğu da açıktır. “Haziran Günleri”nin kentsel kaynakları üzerinde daha fazla düşünmemiz gerekiyor.
-------------------------------------------------------
Ş. Can Atalay
1976 yılında İstanbul’da doğdu. 2001 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 2003 yılından bu yana İstanbul Barosu avukatlarından. Halen TMMOB Mimarlar Odası’nın avukatlığı ve Sosyal Haklar Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini sürdürüyor.
----------------------------------------------
İlgili Makaleler
Kentsel dönüşüm ve Afet Yasası: Afet bahane, yatırım şahane, Yaşar Adnan Adanalı, Perspectives3
Kentsel dönüşüm politikaları ve TOKİ’nin önlenemez yükselişi, Evrim Yılmaz, Perspectives3