Hatay'ın barış iklimine dikkat

Her değişim gelişim anlamına gelmeyeceği için ülkemiz genelinde olduğu gibi Hatay’da da siyasi oyunlar kenti istenilen düzeye getiremedi. Biz bu coğrafyada yaşayanlar, hangi din ile mezhepten olursak olalım, huzur ve güven içerisinde özgürce yaşayan insanlarız. Bir kentli bilinciyle yaşamımızı sürdürürken kan, gözyaşı, kin, nefretten, şüphe ve korkudan alabildiğince uzak bir yaşam sürüyorduk. Gerginlik toleransımız bir Güneydoğu’daki ilin yüzde 1’i bile olmazdı. Bilinen bir söz olsa da anlam ve konu açısından vurgulamakta yarar var: “Barışta çocuklar anne ve babalarını, savaşta ise anne ve babalar çocuklarını toprağa verir.”

2011 yılının Mart ayında başlayan Suriye’deki iç karışıklığın üzerinden bir buçuk yıl geçmesine rağmen bilgi kirliliği ile taraflar arasındaki başta sözlü, sonradan da silahlı düellonun belirsizliği, tam gaz devam ediyor. Suriye, Türkiye’nin komşuluktaki ani “U dönüşü”ne anlam vermekte zorlanırken ülkemizi yönetenler, Esed yönetiminin gitmesinde ısrarlı. Olayların bugünkü duruma gelmesinde önemli rol oynayan ABD ise Suriye’deki muhaliflerin dağınıklığı ve sayıca artmasından duyduğu sıkıntılar ile Beşar Esed yerine yönetici bulamaması, gibi sorunlarla meşgul.

Bir yandan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Suriye’ye yönelik yaptırımları sıraladığı bir ortamda, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in “Herkes kenarda maç seyreder gibi seyredip, ‘Türkiye bu işi halletsin’ diye şark kurnazlığı yapmasın” şeklindeki uyarısı çok dikkat çekti.

Kimilerine göre İsrail, ABD, İngiltere, AB’nin ele geçirmek istediği Tarsus-Hayfa-Musul hattındaki petrol boru hattı, kısaca dünyadaki en etkili, güçlü enerji hattı, kimilerine göre ABD’nin üs kurma isteği, Suriye’nin Rusya ve Çin’i satmak istememesi, bu sorunun altında yatan neden olarak görülüyor.

Kimilerine göre demokrasi, kimilerine göre halk hareketinin gecikmiş ayaklanması olsa da, görünen o ki filler tepinirken çimlerin yerine geçirilen insanlar ezilip, can veriyor…

Suriye’deki istikrarsızlığın da Türkiye’ye sıçraması kaçınılmazdı ve yayıldı. Hepimiz çok iyi biliriz ki “Komşunun kaybı kendi kaybımız, komşunun kazancı da kazancımızdır.” Bu ilkeden hareketle, “Suriye’nin geleceğini Suriye halkı belirlemelidir” diyoruz.

Türkiye’nin, komşu olduğu bir ülkeye ve “kardeş” dediği bir halka direkt olarak müdahil olması hiç uygun değil. Olmaması da gerekir. Hatay’da yaşayan Arap Alevileri'nin duygusal tavırları, Alevi-Sünni çatışması, “Yerimizi belirleyelim” şeklindeki ifadeler gerçek dışıdır, inandırıcı değildir. Özellikle Hatay’da yaşayan Aleviler, sınırlar belirlenirken yarısı Suriye’de, yarısı da Türkiye’de kalmış olup akrabalık bağları olan insanlar. Bu durum, Hıristiyanlar için de Sünniler için de geçerli.

Azınlık olan Aleviler her zaman zan altında bırakılmış, her dönemde “bu topluluk Suriye adına toprak alıyor, bunlara güvenmemek lazım” şeklinde görülmüş, en yakın bildiğimiz birlikte yaşadığımız ve başımıza taç ettiğimiz valilerimizin raporlarına bu şekilde yansımış. Zaten bin-iki bin kişilik Hıristiyan veya 100 kişilik Yahudi cemaati hiçbir zaman tehlike olarak görülmemişti.

En azından kendimden yola çıkarak şunu paylaşabilirim: Rahmetli babam uzun yıllar bizi Suriye’deki akrabalarımızla görüştürmedi ve biz onları tanımadan büyüdük. Günün birinde Türkiye’ye turizm amaçlı gelen bir kafileden iki kadın bizi aradı, babam çok heyecanlandı ve “halamın kızları Antakya’da, onları otelden almaya gidiyorum” diyerek evden ayrıldı. O geceyi hiç unutamıyorum. Sabaha kadar evimizin etrafı vızır vızır polis kaynadı. Hem biz hem de akrabalarımız çok huzursuz oldu. Babama nedenini sorduk, eşlerinin üst düzey yetkili olduğunu anlattı. O günden sonra da babamın, en ufak bir ziyaretin bile aşırı baskı ve tedirginlik yaratacağı, yarın öbür gün Hatay dışında okumaya gittiğimiz zaman bile bu durumun karşımıza çıkabileceği endişesiyle bağlarımızı kopardık. Ancak, babam vefat ettiğinde Suriye’den bir kısım akrabamız, hatta 99 yaşındaki babamın dayısı misafirimiz oldu.1993 yılında ilişkiler düzelmeye başlamıştı ve pek de sorun olmadı.

1998-2006 yıllarında Hatay Çevre Koruma Derneği Başkanlığı’nı yürüttüğüm sırada Suriye Hükümeti sivilleşme hareketi kapsamında Antakya’dan birçok STK temsilcisini Fırat barajı havzasında Rakka kentine davet etti. Amaç, deneyim paylaşmaktı. Türkiye’de sivil hareketin ne yaptığını, birlikte neler yapabilirizi anlattıkça onlar, “olmaz olmaz” dedi, durdu. Ben sunumumun çoğunu Arapça yaptım ve çok etkilendiler. Bana yöresel kıyafetleri olan bedevi kadın kıyafetini hediye ettiler. O akşam o kıyafetle yemeğe katıldım ve hiç yabancılık çekmedim. Çünkü bir tarafım Suriye’deydi. Oradaki yetkililer Baba Esed’e göre oğlunun çok daha demokrasiden yana olduğunu, toplumsal barış ve huzur için çok çalıştığını, ilk adım olarak Sünni olan Esma ile evlendiğini, yönetimde etnik dengeyi koruduğunu, her şeyin eskisinden farklı bir şekilde değiştiğini ifade etti. Devlet eliyle sivil hareketlerin kurulduğunu ve devlete bağlı kurumlarca yönetildiğini anlattılar. Ne biz bu demokratik gelişmeden bir şey anladık, ne de onlara kendi STK’lerinin bizler gibi sivil ve bağımsız hareket edebilme kabiliyetlerinin olması gerektiğini anlatabildik. Aslında anladılar ama yapamayacaklarından dolayı anlamazlıktan geldiler.

Üç gün kamp yaptıktan sonra, ülkemize dönerken her birimize zarf içinde para verildi. Biz çok şaşırdık, çünkü en iyi şekilde misafir edilmiştik. Daha sonra bir kez daha kültür sanat şenliklerine davet edildik. Yine bir araya geldik. Yine onlara göre sessiz konuşulması gerekenleri konuştuk. Akdeniz Çevre Platformu’nun (AKÇEP) Burdur ilinde yapılacak toplantısına davet ettik, gelmeye karar verdiler.

Suriye’deki Çevre Müdiresi Şems Hanım, Fırat barajı havzasında koruma çalışmaları yapan Fransa’da eğitim görmüş ziraat mühendisi Dr. Ali, bizlerle geldi. Burdur’a yerleştiğimiz andan itibaren sivil polisler bizi bir saniye bile yalnız bırakmadı. “Siz burada ne konuşacaksınız, kimsiniz, niye geldiniz, konular ne” şeklinde sorular sorarak bilgi istediler ve de baskıcı bir tavırla rahatsızlık da verdiler. Misafirlerimiz Şems Hanım Suriye’nin çevre sorunlarını anlattı. Dr. Ali Bey de havzada yaptıkları koruma çalışmalarını anlattı. Toplantı giderlerimizin bir kısmını karşılayan Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilcisi Ulrike Dufner, hata yaptığımızı, bu misafirleri batıda yapılacak bir toplantıda daha rahat misafir edebileceğimizi ifade etti. Bazı arkadaşlarımız da “Suriye’nin çevre sorunlarından bize ne” diye tepki verdi. Anlaşılan ülkemizde de henüz demokrasi tam anlamıyla yerleşmemişti. Sivil polislerle programı tamamlayıp, kendimizi potansiyel suçlu hissine kaptırarak evlerimize döndük. Oysa bize göre çevre sorunları artık küresel ölçekte yaşanıyor. Asi nehri kirliliğini Suriye’yle bir araya gelmeden nasıl çözebilirdik?

Bu yanlış politik kararlardan dolayı sınır illerde yaşayanlar olarak mağdur olduk. Hatay’daki aydın, devrimci, demokrat insanlar, şimdiye kadar sınırı geçerek çadır kentlerde barındırılan Suriyelilerin kalmasına, yerleşmesine ve insani yardımlarına karşı çıkmadı. Ancak bugün hükümetin uyguladığı yanlış politikalar, Hataylıları rahatsız ediyor. Bölgemizin ekonomik kaybı ciddi boyutlara ulaştı. Savaşın her an patlayabileceği korkusu ve endişesiyle yaşam sürüyoruz. Özellikle son iki aydır tedirginlik had safhada. Her ortamda tek konuşulan konu, Suriye ve Hatay’ın özellikle de azınlıkların durumu…

Mülteciler, Antakya sokaklarında, parklarında, alışveriş merkezlerinde, mahallelerde, restoranlarında ve her yerde serbestçe dolaşabiliyor. Bir kısmı, asker elbiseli silahlı korumalarla dolaşıyor. Bir kısmı sakallı bıyıksız, uzun elbiseli, spor ayakkabılı veya askeri postallı silahlı adamlar. Bunların Suriyeli olduğundan şüphe ediyoruz. Çünkü yıllardır Suriye halkıyla ekonomik, akrabalık, komşuluk ilişkilerimiz var. Biz Suriye halkını böyle bilmeyiz. Antakya halkı bunlara “mülteci” demiyor, “silahlı paralı katil” veya bir kısmına “çapulcu” diyor.

Dünyanın her yerinde mülteci olma koşulları var. Bunlar uluslararası yasalarca da belirlenmiş haklar ama bugün Antakya’da durum çok farklı. Kamptakiler arada bir gerginlik yaşanınca, “Siz bize böyle söz vermediniz. Ev verecektiniz, iş verecektiniz, maaş verecektiniz” diye isyan çıkarıyor.

Kamptakiler onları tedavi edecek doktorlara, “Sen Alevi misin? Alevi isen dokunma” diyerek nefret ve kin kusuyor. Kamptakiler, onlara verilen insani yardım amaçlı eşyaları gün içinde çarşıya getirip satıyor. Bir kısım mülteci, sadece isim yazdırıp kimliksiz kentte muayene olup ilaç alabiliyor. Doktorlardan güneş kremi, viagra, lens solüsyonu talep ediliyor ve hepsi ödeniyor. Antakya Devlet Hastanesi'nin acili bazen üç günlüğüne halka kapatılıp, sadece mültecilere hizmet veriyor. Antakya’da yaşayan durumu acil olan hastalar, ölüme terk ediliyor.

Sağlık ocağına giden mülteciler sıra beklemek istemiyor. “Öncelikliyiz önce bize bakmak zorundasınız” diyerek olay çıkarıyorlar. “Neye göre önceliklisiniz? Durumunuz acil değil, lütfen siz de bekleyin” dendiğinde, “Biz Müslüman’ız. Tayyip’e şikâyet edeceğiz” diyorlar.

Gezici mülteciler restoranlara girip yemek yiyor, hesap gelince de “Biz ödemeyiz Tayyip ödesin” diyerek olay çıkarıp gidiyor. Esnafı zor durumda bırakıyorlar. Yolda yürüyen ve şort giyen genç kızlara, “boğazını keserim” işaretiyle korku saçıp rahatsız ediyorlar.

Kentin eski otogarına yakın bölgeye giden bir gurup mülteci, “buraları ne güzel, yakında bizim olacak” diyerek korku salıyor. Geçen gece yarısı benzin istasyonuna saat 02.00 sularında gelen sakallı grup, “Az kaldı, buralar bizim olacak” diyerek, para ödemeden çıkıp gidiyor. Bunlar sadece bir-iki örnek ama esnafın canına tak etmiş durumda. Esnaf, “Yeter artık, aldıklarınızın ve yediklerinizin parasını ödeyin” dediğinde “Sonra görüşürüz, buraları beğendik. Yakında buralar bizim olacak” diyerek, çekip gidiyorlar. Polisin bizi değil sanki kendilerini koruyacağı garantisi verilmiş gibi hareket ediyorlar. Polis çağıramıyoruz, çağırsak bile, “Büyütmeyin, onlar bizim misafirlerimiz, bulaşmayın” telkininde bulunuluyor.

7 Ağustos 2012 tarihinde İstanbul’dan Hatay’a dönerken uçağın üçte biri sakallı ve acayip giysili insanlarla doluydu. Biri Libya’dan geldiğini, sohbet sırasında söyledi. Bu grup uçaktan herkes inince indirildi, garip çantalarını alarak, VIP’den geçti ve onları bekleyen araçlarla alındı. Bunlar kesinlikle Suriyeli değildi. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth geldiğinde durumu anlattık, kendisinin de benzer bir uçak yolculuğu geçirdiğini ve tedirgin olduğunu öğrendik. Ardından Almanya’ya döndüğünde de bu sakallıların demokrasi getirmek için burada olmadığını açıkladı.

Bazı mahallelerde ev kiralıyorlar, TIR’lar yanaşıyor, içinden malzemeler iniyor, toplantılar yapılıyor. Sonra gece yarısı herkes dağılıyor. Apartmanların araç park yerini işgal etseler de kimse bir şey diyemiyor. Bazı mülteciler çok gürültü çıkarsa dahi uyarılamıyor. Uyarı yapan bir-iki kişi olmuş, dayak yemiş, polis de duruma müdahil olmamış. Kent içinde dolaşırken taşkın taşkın konuşmalar yapan mültecilere müdahale edenlere de kimse yardım etmiyor, herkes karşılaştığı sorunla kalakalıyor.

Gerek Alevilerden, gerekse Sünni çıkar guruplarından internette kirli bilgiler dolaşıyor. Örneğin; “Alevileri istemiyoruz onlar Esed’in köpekleri, amaçları Hatay’ı da içine alan bir Nusayri devleti kurmaktır. Biz Sünniler’i Hatay’dan kovacaklar. Bu Alevilere asla izin vermeyelim” gibi…

Alevilerde de “Artık silahlanma zamanı geldi. Allah Esed’e güç versin, hepsini temizlesin” gibi hiç iyi olmayan, giderek sertleşen bir gidişat mevcut. Dört ay önce yapılan Suriye’ye destek mitinginde bir kısım provokatör grup araya girdi. Esed’in fotoğrafı ve Suriye bayraklarını sallayarak miting yaptılar. Bizler bu duruma üzüldük ve “Keşke Suriye bayrağı ile Türkiye bayrağı beraber taşınıp barış sloganları atılsaydı” dedik ama iş işten geçmişti. Ertesi gün birkaç yerel gazetede “Esed için yürüyen Aleviler, şehit polisler için kılını kıpırdatmayıp tepki koymadı” manşetini attı. Böylelikle herkes anlamak istediği şekilde olayları yorumladı. Ondan sonra da şehir dışından gelip miting yapmak isteyen ne yanlı ne de karşıt guruplara emniyet açısından izin verildi.

Antakya Sanayi Ticaret Odası, Antakya Ticaret Borsası, Hatay Sanayici ve İşadamları Derneği, Hatay Genç İşadamları Derneği, Esnaf ve Sanatkârlar Derneği, tüm sektörlerin ekonomik olarak çok etkilendiğini, şirketlerin iflas noktasına geldiğini, özellikle nakliye sektöründeki TIR’ların yakılıp yağmalanması, daha sonra kapının kapanması gibi nedenlerden dolayı iflasın eşiğine geldiğini açıkladı. Yılda Suriye’ye 30 milyon dolar ihracat yapıldığını, bu durumdan sadece sınır illerin değil, buna bağlı olarak İstanbul’un tüccarının bile etkilendiğini açıkladı. Bundan iki sene önce Suriye’nin zenginleri doğrudan İstanbul’a geliyordu. Orta halli Suriyeliler, Mersin ve civarına gidiyordu. Akrabalıkları olan ve günübirlikçiler veya hafta sonu için gelen Suriyeli tatilciler, Antakya’yı tercih ediyordu. Bugün güvenlik nedeniyle turizm de darbe yemiş durumda. Çünkü turizmin temel şartı barıştır.

Hatay’da meslek odaları kuruluşları kendi aralarında “Hatay Meslek Odaları Koordinasyon Kurulu” (HAMOK) adı altında sivil bir platform oluşturmuş durumda. Hatay’ı ilgilendiren sorunlar olduğu zaman yönetim kurullarını toplayarak ortak karar alabilen mekanizmayla kamuoyu oluşturuyorlar. HAMOK’a göre bugün ekonomiden öncelikli sorun, Hatay’da can güvenliği ve huzur. Bugün Hatay’da çevre koruma dernekleri, HAMOK ve diğer kuruluşlardan kurulu bir heyetle bir araya gelerek bu huzursuz ortamın nasıl engellenebileceği konusunda müzakere halinde. Bu ekibin içinden biri olarak, mültecilerin gerçek haklarının uluslararası hukuka göre verilmesi, gerçek mağdurların gerekli hizmeti almasının sağlanması, insani amaçlı kullanımlara yönelik düzenlenmesi, aramızdaki garip kılıklı, sakallı ve silahlı grupların tasfiyesi, gerekirse 3 milyon dolarlık yardımla sahra hastanesinin kurularak kendi vatandaşına da hastanelerin açılması, mahallelere sızan, ev kiralayan sakallıların engellenmesi talebiyle kamuoyu oluşturma çalışmaları yapıyoruz.

Hatay STK’leri pek boş durmuyor, ancak tedirginlik giderek artıyor. Eğitimin 17 Eylül’de başlayacağı düşünülürse, çocuklarımızın bu güvensiz ortamda okullara, dershanelere gidip gelirken yaşayacağı olumsuz tablolardan endişeliyiz.

Bütün bu kaygıların nedeni, AKP’yi destekleyen medyanın mezhep odaklı hedef gösterme ve nefret söylemi. Artık “Alevi” denmiyor, “Nusayriler” diye hitap edilip, “böl parçala ve ötekileştir” şeklinde kıyıma sebep olacak mezhep çatışmasının zeminini oluşturma çabalarını görüyoruz.

Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) Büroları Hatay’da kurulu durumda ve kentimize gelen basın mensupları bizlerle görüştükten sonra, adres vererek o büroya gidip onlarla da röportaj yapacağını açık açık söylüyor. ÖSO’nun Alevileri hedef göstererek, “sıra size gelecek” tehdidine karşı, hükümet yetkilileri ile polis kılını kıpırdatmadı. Hatta devletin polisi kendi silahıyla muhalifler tarafından vuruldu ve olay örtbas edildi.

Hatay Valisi Celalettin Lekesiz, halkla diyaloğu üst seviyede olan ve sevilen bir yönetici. Her gün bir STK temsilcisi gidip kaygılarını anlatınca Lekesiz, halkı rahatlatmak için tüm STK ile siyasi partilerin temsilcilerini, Alevi, Sünni, Yahudi, Hıristyan, Ermeni Cemaat liderlerini ve kanaat önderlerini topladı. Toplantıda herkes hoşgörü, kardeşlik, barış dileklerinde bulundu. Önce ilin Müftüsü, Alevi şeyhi, Hıristiyanların papazı, Ermenilerin papazı, Yahudilerin hahamı konuştu. Yüzyıllardır beraber yaşanmışlıklar anlatıldı. Dünyaya medeniyetler korosuyla açılmış ve ders verdiğimiz hatırlatıldı. Siyasi parti temsilcileri el ele “biz biriz” mesajını verdi.

Yaklaşık dört saat süren bir toplantının çıkışında, içimiz biraz daha da sıkkındı. Çünkü söz hakkımız yoktu, kelimeler içimize gömüldü, boğazımız da düğümlendi. Çünkü sorun halk değildi. Dünyanın hiçbir yerinde yaşanmadığı kadar rahat huzurlu barış içinde ve kardeşçe zaten yaşıyorduk ama ne zaman ki sınırda “Devrimden sonra Alevilerin malları da kadınları da size helaldir” mektupları ele geçirildi, bu çirkin kışkırtmalar devam etti, Hatay’ın huzuru bozuldu. Kamplardaki 15-16 yaşlarındaki çocukların diline hâkim olan tek sözcük; “katliam.”

Kamptakiler, “Esed’i hallettikten sonra sıra size gelecek” tehditleri savuruyor. Aleviler Arapça bildiği için kendi kulaklarıyla duydu. Bunu çadır kenti kuran kumaşçılar, hasta bakan doktorlar, güvenlik sistemini takan ekip, ilaç getirip götüren insanımız, hatta Mısır’daki sağır sultan bile duydu.

Bölgede “gizli ajan ve el Kaide”

endişesi de hâkim

Hatay Sanayici ve İşadamları Derneği (HASİAD) Başkanı Gülay Gül, “Hatay ekonomik krizin dışında aynı zamanda güvenlik konusunda da ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Barışın sembolü olan Hatay’da yaşayan halk birbirini çok yakından tanır ve bu şehirde güvenlik en üst seviyededir. Ancak son zamanlarda sokaklarda, caddelerde gezen garip kılıklı ve bakışlarından rahatsızlık duyulan insanlardan dolayı çok tedirginlik yaşanmaktadır. Bir kadın olarak gecenin her saatinde rahatlıkla gezdiğim memleketimde gezemez hale geldim. 23 Temmuz’da Anavatan’a katılışının yıldönümünü kutladığımız Hatay’ın, sahip olduğu barış kardeşlik ve hoşgörü değerlerine sahip çıkarak birbirimize her zamankinden çok kenetlenmemiz ve sağduyulu olmamız gereklidir” şeklinde açıklamasından sonra, üst düzey yetkililer tarafından kendisine daha dikkatli açıklama yapması konusunda telkinde bulunuldu. Gül de “Ben yaşadıklarımı, hissettiklerimi, halkın konuştuklarını dile getirdim, halkın sesi oldum” diyerek tüm ulusal basından gelen talepleri geri çevirdi.

CHP milletvekilleri verdikleri önergelerle, halktan aldığı bilgilerle bağıra bağıra konuşuyor. Örneğin, ambulansların sınıra giderken silah götürdüğü, dönerken de yaralı taşıdığı söyleniyor. Dış destekli paralı askerlerin Suriye halkına karşı uyguladığı şiddeti Hatay halkı biliyor. Silahlı guruplar Reyhanlı sınırından girip, Suriye’nin Bab el Hava sınır kapısını ele geçirdi. O süre içinde inanılmaz silah akışının olduğu söylendi. Sınırda üç ticari TIR yakıldı, 12 ticari mal yüklü TIR yağmalandı. Birkaç TIR kaçırıldı. Suriye’den son günlerde Türkiye’ye geçmek isteyen bavul ticaretiyle uğraşan Türk vatandaşları, sınırda mülteciler tarafından saldırılıp, darp edildi. “Siz nasıl sağlam gelirsiniz? Siz yanlısınız” diyerek sindirildi. Ardından Valilik, bu günlerde bu karışıklıklar yüzünden giriş çıkış yapılmaması konusunda halkı uyardı.

Hatay halkı medyaya tepkili. Örneğin Harbiye’den Suriye’ye 45 km uzaklıkta bir beldede kameraları kurup Suriye topraklarından yayın yaptığı ve yoğun çatışma sesleri duyulduğu yalanına tanık olan halk öfkeleniyor. Turistik bir belde olan Harbiye’den yayın ekibi tartaklanarak kovuluyor. Bunun gibi birçok gazete ve gazetecinin Hatay’ın içinden, “Suriye’deymiş gibi görüntü vererek” yalan haber verdiğine tanık olduk. Oysa Suriye’nin her kentinde akrabalarımız var. Telefonlarla hal hatır sorarken onların da çok tedirgin olduğunu hissettik, herhangi bir şey konuşmak istemediğini fark ettik.

Her ne kadar ideal olarak şiddet ve savaş karşıtı, barışsever bir dünya görüşünü benimsemiş, siyasi değişim için devrimleri kaçınılmaz, olmazsa olmaz bir kanlı bedel olarak görmesem de üzerinde yoğun baskı hisseden insanların, toplumların demokratik, müzakereci yollar tıkandığında bu baskıya karşı baş kaldırması, bu sırada otoriteden şiddet görürse buna karşı direnmesi bana göre bir haktır, yanında yer alınmalıdır. Ayaklanmalar, hem ayaklanan halklar hem de diğerleri için öğreticidir. Bırakalım Suriye halkı kendi kaderini belirlesin.

Ben Alevi bir vatandaşım ve kendi dilimce Hatayı anlatmaya çalıştım ama halkın çoğunluğu ülkemde muhafazakâr bir hükümet seçmişse, buna saygı duymak zorunda olduğumu bilecek kadar demokratım. Biz Hataylılar, böyle bir siyasetin uygulanmasının karşısında durmak zorundayız. Çünkü bu tür bir tutum, iç çatışmayı alevlendireceği gibi Hatay’daki barış ortamındaki yaşamada ciddi tehditler oluşturuyor. Hataylıların her fırsatta uygulanmaya geçirilmek istenen ne Alevi-Sünni çatışmasına, ne de farklılaşmaya ihtiyacı yoktur. Gerek Aleviler, gerekse Sünniler bu hassasiyeti dün olduğu gibi, bugün de korudu. Olası vahim sonuçlarını çok iyi bilen Hataylılar, böyle bir oyuna gelmemeli. AKP iktidarını gerek gelişen olaylar karşısında, gerekse çatışma senaryoları karşısında uyarmak hepimizin görevi olmalı. Hani Voltaire’in siyaseten muhalif olduğu birisine yönelik bir sözü vardır: “Söylediklerinizin tek kelimesine bile katılmıyorum ama bunları söyleyebilme özgürlüğünüzü savunmak uğruna ölebilirim” der. İşte o hesap.