Gülen cemaati: Devlet niyet, sermaye kısmet - Yayınlar

Image removed.
 Kaynak: TUSKON

Ayşe Çavdar

Türkiye’nin
gelmiş geçmiş en güçlü siyasî partisine kafa tutuyor bir cemaat. Bu ürkütücü
özgüvenin elle tutulur bir kaynağı olmalı. Tarihten mi geliyor bu güç, yani
köklü bir geleneği mi var cemaatin? Pek sayılmaz! 1970’lerde şekillenmeye
başlamış bir hareketten söz ediyoruz en nihayetinde. Peki ya ekonomi? Eh işte,
ama her işin devlete bağlı olduğu bir ülkede ekonomiden gelen enerji ancak
devlet izin verdiği ölçüde işe dönüşür.

Dolayısıyla,
bu noktada olağanüstü bir güç biriktiğini söylemek çok zor. Uluslararası
bağlantılar mı? FBI’ın soruşturduğu, Almanya’nın “şüpheli” diye nitelediği,
Rusya, Özbekistan, İran, Azerbaycan ve Türkmenistan’da okulları yasaklanan,
Nijerya, Sudan, Somali gibi üçüncü dünyanın din temelli çatışmalarında istikbal
arayan bir cemaat söz konusu. Bu türden bir uluslararası güç yüzde 50’lik oy
oranıyla hükümet eden bir siyasî partiye meydan okuyamaz. Başbakan Erdoğan
aksini iddia etse de Haşhaşîler gibi ölümle imanı aynı kefede gören bir
mü’minler ordusu da değil Gülen’in takipçileri… Peki, nedir mevzu?
 

Tanıdık
bir çıkış noktası: Komünizm ve evrim karşıtlığı

Gülen’in
siyasî hayatının başladığı yer, dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda
hayli manidar. 1963’te İskenderun’da tamamladığı askerlik hizmetinin ardından
Erzurum’a dönen Gülen, burada Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin (TKMD)
kuruluşunda görev alıyor. Komünizmle Mücadele Derneği (KMD) Soğuk Savaş
döneminde Türkiye için geliştirilen önemli projelerden biri. 1950’de Zonguldak’ta
gayrıresmî olarak faaliyete geçen KMD’nin ilk resmî şubesi 1956’da İstanbul’da
kuruldu. Ancak ömrü uzun olmadı, dernek 1960 darbesinin ardından kapatıldı.
1963’te, başına Türkiye ismi eklenerek ikinci kez kurulan TKMD, CIA destekli
kontrgerilla operasyonlarıyla anılacaktı. TKMD üyelerinin bir bölümü dernek
kapatıldıktan sonra Milliyetçi Hareket Partisi ve İlim Yayma Cemiyeti’nin
kuruluşunda görev aldılar.

Gülen’in biyografilerinde hayatının bu döneminde TKMD’nin kurucularından
olmasının yanı sıra Halkevleri toplantılarına da gittiği bilgisine yer
verilmesi muhtemelen örgütün tarihte bıraktığı tatsız izi dengeleme amacı taşıyor.

Gülen’in hayatının takip eden dönemi Trakya ve Ege camilerinde vaizlik
yaparak geçiyor; Edirne, Kırklareli ve İzmir başlıca durakları.
 

Devletle
devletlû macera

İlerleyen
zamanda Gülen’in adı, hakkında yakalama kararlarının çıktığı, davaların açıldığı
ve beraat ettiği iki siyasî vakayla duyuldu. İlki 12 Mart döneminde. 5 Mayıs
1971’de TCK’nın ünlü 163’üncü maddesine binaen, yani “devleti dinîleştirmeye
girişmek” şeklinde özetleyebileceğimiz suçtan dolayı tutuklandı. Tutukluluğu
yedi ay sürdü ve 1974’te beraat etti. Bu arada, Edremit, Manisa ve Bornova’da
vaizlik yapmayı sürdürdü. Gülen’in yıldızının bu tutukluluk ve beraat vakasından
sonra parladığı söylenebilir. 1975-76 yıllarında, Gülen Anadolu’yu dolaşarak
komünizm ve Darwinizm karşıtı vaazlar verdi. Aynı içerikle 1979’da Sızıntı
dergisi yayınlanmaya başladı.

Gülen’in devletle arası bir kez de 1980 darbesi esnasında bozuldu. Darbe
sonrasında aranırken saklandı. Hakkındaki yakalama emri birkaç yıl sonra Turgut
Özal sayesinde kaldırılacaktı. Cemaat ve Özal arasında bilgi akışı sağlayan
Mehmet Keçeciler Hayy Kitap’tan yayınlanan nehir söyleşide öyküyü şöyle anlatıyor:

“Darbe öncesinde Fethullah Gülen kayıplara karıştı. 1983 seçimlerinin ardından
iktidara geldik. ANAP Teşkilat Başkanı’yım o dönemde. Fethullah Hoca arananlar
arasında. Burdur Valisi İsmail Günindi -rahmetli oldu şimdi- benim memurluk
arkadaşım ve Konya Ereğlili… Bir gün İsmail Günindi teşekkür etmek için ANAP
Genel Merkezi’ne geldi. O sırada da odamda Alaattin Kaya ile Mevlüt Saygın var.
Alaattin Bey Zaman Gazetesi’nin imtiyaz sahibi, Mevlüt Bey de Fethullah Hoca’nın
eğitim kurumlarının idarecisiydi. Konuklarımı tanıştırdım. İsmail söze girdi ve
‘Ya Fethullah Gülen Hoca boşuna kaçıyor. Bizim adliye (Burdur) arıyor
kendisini, aslında ifadesini alıp bırakacaklar. Cemaati Fethullah Gülen’i kaçırmakla
eziyet ediyor kendisine’ dedi. Tabii, Alaattin Bey’le Mevlüt Bey birden kulak
kabarttılar. Neyse İsmail bunları söyledi ve izin istedi, kendisini yolcu
ettik. …Birkaç gün sonra tekrar Mevlüt Bey ve Alaattin Bey yanıma gelerek ‘Hoca
Efendi’ye durumu anlattık. Kendileri ‘Turgut Özal garanti verirse teslim
olurum, gider ifade veririm’ diyor. Sayın Başbakan’la görüşmek istiyoruz’
dediler. Taleplerini Turgut Bey’e ilettim. Tabii içten içe kaygılıyım. Kaygımı
gidermek için İsmail’i (Burdur Valisi) aradım ve ‘Sen git iyice savcıya sor.
Fethullah Hoca teslim olur ve içeri alınırsa hoş olmaz. Çünkü araya biz
giriyoruz’ dedim. İsmail, Burdur Savcısı ile konuşup beni aradı. ‘Sorun yok,
tutuklamayacaklar, sadece ifadesini alıp bırakacaklar’ dedi… Tutuklanmayacağı
iyice kesinleştikten sonra Mevlüt Bey ve Alaattin Bey’le Turgut Özal’ın yanına
gittik. Özal da görüşmede onlara, ‘Mehmet’in söylediği benim söylediğimdir’
dedi. Birkaç gün sonra da Fethullah Hoca İzmir’de teslim oldu, ifadesini aldılar
ve serbest kaldı.”

Bu anekdottan da Gülen’in devletle yüksek iltimas ve imtiyaz derecesinde
temas etme alışkanlığı olduğunu anlıyoruz. Ne var ki, bu nüfuzun kaynağını
anlayabilmek o kadar da kolay değil. Zira her ne kadar Gülen Türkiye’de İslamcılık
tarihi açısından önemli yeri olan Said Nursi’nin mirasını taşıyor gibi görünse
de ne lafzı ve kelamı ne de siyasî pratikleriyle Nursi’yi temsil ediyor. Nur
Cemaati’nin Okuyucular koluyla bir dönem muhabbeti olsa da Gülen 1982 Anayasası’na
“hayır” diyen Yeni Asır çevresi ve “evet” diyen Şuracılar arasındaki bölünme
sonrasında kendi yolunu çizdi. Bu yol Said Nursi’nin birbirleriyle rekabet ve
ciddi ayrılık içinde olan takipçileri tarafından sürekli eleştirildi.
Eleştirinin kaynağında ise daima Gülen’in devletle ve ticaretle muhabbeti yer
aldı. Gülen’in öğrenci evlerinde, okullarında ve sohbet meclislerinde Said
Nursi Külliyatı halen okunmaya devam ediyor. Ancak, hemen her konuda aralarında
fikir ayrılığı olan Nur cemaatlerinin üzerinde anlaştığı tek nokta varsa, o da
Gülen’in Said Nursi’nin siyasî ve dinî felsefesini temsil etmekten uzak olduğu.

Gülen henüz yakalama emriyle aranırken, 1981’de, devlet memurluğundan
istifa etti. Dergi yazıları yazarak ve gayrıresmî vaazlar vererek sürdürdü
hayatını. Derken 1989’da, Üsküdar’daki Valide Sultan Camii’nde gönüllü vaizlik
yaptı. Gülen külliyatının ilk kitapları da bu vaazların yayınlanmasıyla vücut
buldu. 1990’lara gelindiğinde, siyasetin sıkça referans gösterilen simalarından
biriydi. Okullarından, öğrencilerinden, dershanelerinden, hatta orduya ve
polise kadro yetiştirme girişimlerinden, şirketlerinden söz ediliyordu. 1994’te
kurdurup onursal başkanı olarak anıldığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Gülen
Cemaati’nin başat kurumsal aracı olarak işlev gördü. Vakıf 28 Şubat sonrası
düzenlediği Abant Toplantılarıyla siyasî hayatın önemli bir mecrası oldu.
Toplantıların amacı Türkiye’deki siyasî elitleri çeşitli meselelerde asgarî
müşterekte buluşturmaktı. Aslına bakarsanız, AKP bu asgarî müştereklerden
mütevellit bir siyasî proje olarak şekillendi. Gülen Cemaati’nin bürokratik
desteğine, Tayyip Erdoğan ve ekibinin siyasî popülaritesi eklenecekti. Liberal
aydınlar bu ittifaka demokrasi referansıyla ürettikleri bir meşruiyet
söylemiyle destek verdiler. 1990’ları siyasal çalkantılar, faili meçhuller,
türlü çeşit yolsuzluklarla geçiren Türkiye çaresizdi. Tek alternatifi Cem Uzan’ın
Genç Partisi olan AKP’nin merkez sağın yeni adresi olması neredeyse kaçınılmazdı.
 

Cemaat’in
yükseliş dinamikleri

Gülen
Cemaati bunca büyümesini ve önem kazanmasını dindarlığın, siyasetin ve devletin
dönüşüm süreçlerinde şekillenen çeşitli dinamiklere borçlu. İlkinden başlayalım:

Gülen Cemaati, benzer şekilde ortaya çıkan Süleymancılar ve siyasî bir
proje olarak ortaya çıkıp cemaatleşen Millî Görüş hareketi tarikatların aksine
tarihsel bir geleneğe bağlı değiller. Her ne kadar Gülen felsefî köklerini Said
Nursi’ye dayandırsa ve hatta kimi dindarlar Gülen Cemaati’nin Kadiriliğin
modern bir kolu olduğunu iddia etseler de, Gülen siyaseten ve felsefî olarak bu
kaynaklardan beslenmeyi çoktan bıraktı. Süleymancılığın yeterince faydalanamadığı
bu köksüzlük Millî Görüş’ün ve Gülen Cemaati’nin en önemli avantajlarından. Her
ikisi de siyasî ve ekonomik pratiklerinin sorgulanmasına neden olacak
geleneksel ilke ve pratiklerden bağımsız bir dindarlık öğretisini bu sayede
geliştirebiliyor. Uzun yıllar boyunca ekonomik alandan ve paylaşım ağlarından dışlanan
Anadolulu dindarlara kapitalizmin güncel koşullarında varolabilecekleri
olanakları da yine bu sayede sunabiliyorlar. Geleneksel, köklü cemaatlerin
tevazuyu ve kanaati önerdikleri, otonomilerini devletten mümkün olduğunca uzak
durarak korumaya çalıştıkları bir dünyada köksüzlük Gülen Cemaati’ne ve Millî
Görüş hareketine “Allah rızası” –hizmet– için hırsı ve örgütlenmeyi, imanın
gücünü göstermek için gösterişi ve tüketimi, nihayet var kalma savaşında düşmanın
silahlarıyla silahlanmayı caiz kılıyor, bir başka deyişle araçla mesaj,
yöntemle tebliğ arasındaki ilişkiyi ihmal etme serbestisi tanıyor. Millî
Görüş’ün dönüşmüş temsilcisi AKP ile Cemaat arasındaki rekabet bu açıdan bakıldığında
hiç de şaşırtıcı değil.

Gülen Cemaati’nin 1990’larda ortaya koyduğu yükseliş grafiğinin önemli
dinamiklerinden biri de geniş anlamda siyasî yelpazedeki boşluklarda
şekillendi. Gülen Hareketi sınıfsal ve kültürel ayrımları biliyor ve iyi
değerlendiriyordu. O yıllarda, bir üniversite öğrencisi olarak ODTÜ sohbet
grubuna katılmakla, Gazi Üniversitesi sohbet grubuna katılmak arasında neden
ciddi bir hiyerarşi farkı olduğunu anlamam hayli zor olmuştu. Daha da şaşırtıcı
olan, sohbet içeriklerinin bu hiyerarşi doğrultusunda değişmesiydi. Gazi
Üniversitesi’nde milliyetçi, ODTÜ’de evrenselci olmak mümkündü. Gülen
Cemaati’nin amacı bir toplumsal armoni yaratmak değildi; varolan sınıfsal ve
kültürel çatışmaları bir tür cemaat içi dinamiğe dönüştürüyor, sınıfsal geçişkenliği
vaat ve motivasyon kaynağı olarak sunuyordu. Dersinizi çalışırsanız, bir üst sınıfa
geçebiliyordunuz. Çalışmazsanız, cemaate bir şekilde dahil olarak edindiğiniz
avantajları kaybetme ya da hayatınız boyunca olduğunuz yerde sayma ihtimaliniz
vardı. Böyle anlatınca büyük bir holding yönetiminden, ödüllerin ve cezaların
performansın yanı sıra ailede edinilen sosyal sermaye üzerinden paylaştırıldığı
bir çıkar ortaklığından söz ediliyor hissi veriyor öykü.

Ve nihayet üçüncü dinamik, devletin boş bıraktığı alanda şekillendi. Cemaat
üyeleri dövizzede olduklarında borçlarını kolayca kapatabildiler dayanışma
sayesinde. Araba, ev alırken ve iş kurarken birbirlerine yardımcı oluyorlardı.
Ayrıca, iş adamlarından kurulu çok geniş bir ağ, piyasa mekanizmasının
sürekliliği için en çok gereken şeyi, güven ortamını sağlıyordu. Birbirlerine
güven duydukları için uzun vadeli iş anlaşmalarına girebiliyorlardı. Yerel
ticaret ve sanayi odalarında bu iş ağları siyasî güce dönüştü zamanla. Aynı
durum okullar ve öğrenci evleri için de geçerliydi. Gencecik bir üniversite
öğrencisi olarak Cemaat evine girip imtihanları yüz akıyla atlattıktan sonra,
nerede çalışacağınızı, hatta eşinizi nasıl seçeceğinizi ve çocuğunuzun adını ne
koyacağınızı bile düşünmenize gerek kalmıyordu. Cemaat devletin sağlayamadığı
sermaye güvencesiyle birlikte sosyal güvencenin de teminatıydı. Devlet
güvenilmezleştikçe cemaatler daha güvenilir olmaya başladı. Ancak, bu durum da
son yıllarda ciddi anlamda değişti. Artık esnekliğini yitiren Gülen Cemaati –ve
elbette diğerleri de– kendilerini dışarıya kapatmaya, inanma biçimlerini ve
cemaatin “tarihsel” kazanımlarını mevcut daire içinde paylaşmaya başladılar.
Cemaatler daha fazla insana güvence sağlamak suretiyle genişleyerek değil,
birlikte üretilen refahtan var olan üyelere daha fazla pay vermeye, dolayısıyla
cemaatin ürettiği sosyal ve ekonomik ilişkileri bir tür “soyluluk” ve “ayrıcalık”
alanı olarak konumlamaya başladılar.
 

Sermayenin
dönüşümü, rekabetin alanı

Gülenci
olarak anılan sermaye, geleneksel İslam’dan ve köklü İslamî geleneklerden
özgürleşmesi sayesinde büyüyüp serpildi. Başlangıçta MÜSİAD içinde örgütlenen,
ancak iş yapma biçimleriyle MÜSİAD sermayedarlarından ve KOBİ’lerinden farklılaşan
Gülen’e bağlı işadamları 2005’te TUSKON’u kurdular. Aslında, Cemaat’le AKP arasında
ittifak kurulduğu anda başlayan rekabetin önemli bir işaretiydi bu ayrışma.
Bürokraside genişleyen Cemaat yerelde, daha önemlisi dış ticarette, kendi
üyelerine öncelik tanıyordu. MÜSİAD 2007 sonrasında AKP’ye “Benim desteğim
boşuna mı, neden Cemaat daha fazla kayırılıyor?” şeklinde gergin mesajlar
vermeye başladı. Bu rekabetin ayrıntılarını görmek için AKP döneminde kurulan
kalkınma ve yatırım ajansları aracılığıyla kime, ne kadar kaynak dağıtıldığını;
kaynak kullandırılan şirketlerin siyasî bağlantılarını araştırmak gerek.
Bununla birlikte, AKP’deki Cemaat karşıtlığının MÜSİAD’ın gücü oranında
görünürleştiği gözlemini de eklemekte yarar var. MÜSİAD-TUSKON rekabetinin en
görünür olduğu İstanbul Ticaret Odası 2012 seçimlerinden, MÜSİAD’ın ve AKP’nin
kurucu üyelerinden İbrahim Çağlar’ın, TUSKON’un adayı ve Türkiye-Çin İşadamları
Derneği Başkanı Murat Sungurlu’yu geride bırakarak zaferle çıkması bu açıdan
önemli bir gösterge.

Öte yandan, MÜSİAD ve TUSKON’un Türkiye’nin en büyük şirketleri arasındaki
üye sayıları hem bu rekabetin ne kadar dar alanda yaşandığını, hem de sermaye
oluşumu sürecinin arzu edilen, siyasetten bağımsız kendi yaşam koşullarını
sürdürebilecek düzeye ulaşmadığını gösteriyor.
İstanbul Sanayi Odası’nın 2010 rakamlarına göre, odaya üye en büyük 500
şirket içinde MÜSİAD ve TUSKON üyelerinin toplamı yüzü bile bulmuyor. Bu iki
rakip kuruluşun istihdamdaki payı sadece yüzde on civarında. Toplam kârdaki
payları da yine yaklaşık yüzde on seviyesinde. MÜSİAD’ın söz konusu listedeki
üye sayısının 1990’da yalnızca 8 olduğu düşünülürse, bir gelişme kaydedildiği
su götürmez. Aşağıdaki tabloya bakarak İslamî sermayenin İSO 500 içinde sayısal
hakimiyete sahip olmadığı, AKP vasıtasıyla edindiği siyasî ve bürokratik avantaj
dolayısıyla sayısal azlığının yarattığı dezavantajları bertaraf ettiği
söylenebilir. TUSKON ile MÜSİAD arasındaki rekabetin alanı işte bu nedenle hem
dar hem d e alabildiğine riskli bir görünüm arz ediyor. TUSKON ihracat alanında
MÜSİAD’ın 2.5 katı kadar önde götürdüğü yarışta ciddi bir mesafe kaydetmiş olsa
da, AKP-Cemaat kavgası sonrasında bu durumun değişmesi muhtemel görünüyor.

Tablo için tıklayınız

Kavganın
vitrini siyaset

Gelelim
bu rekabetin siyaset sahnesine nasıl yansıdığı meselesine. Gülen 28 Şubat
süreci sonrasında, işlerin Cemaat ve kendisi için bir anda düzelmeyeceği
düşüncesiyle ABD’ye gitti ve oraya yerleşti. 2000’de hakkında Türkiye
Cumhuriyeti’ni devirmek amacıyla yasadışı terör örgütü kurmaktan açılan dava
önce askıya alındı, sonra 2006’da Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan
değişiklikle yeniden görülüp beraatle sonuçlandı.

Gülen’le AKP arasındaki gerginliğin ilk belirtileri ise 2007’de görülmeye
başladı. Çatışmanın nedeni 2002’de yapılan ittifakın nedeniyle aynıydı: Erdoğan
ve çevresinin siyasal popülaritesine bir diyecek yoktu, ancak, ellerinde 28
Şubat çemberinden geçmiş bürokrasiyi “adam edecek” bir kadro da bulunmuyordu.
İlk pazarlığa göre, Gülen Cemaati, okullarından mezun edip dünyanın her yerinde
eğittiği kadrolarla bu desteği verecek, daha doğrusu AKP hükümetinden bu
imtiyazı alacaktı. Böyle de oldu. Hükümet başkanı sıfatıyla Erdoğan’ın sık sık
övünerek tekrarladığı “bürokrasiyi ortadan kaldırdık” cümlesi aslında
bürokraside yaşanan bu kan değişimine işaret ediyordu. Bürokrasi partinin
hizmetine girmişti. Parti ile kamu, meşhur yüzde 50’lik oy oranı nedeniyle bir
ve aynı sayılıyordu bu denklemde.

Tayyip Erdoğan ve ekibi ile Gülen
Cemaati arasında ittifakın başından itibaren çeşitli gerginlikler yaşandığını
tahmin etmek zor değil. Ancak, kamuoyuna malum olan ilk vaka Mavi Marmara
kriziydi. Gazze’ye “yardım götürmek” isteyen Mavi Marmara gemisi ve inisiyatif
sahibi İHH Erdoğan tarafından desteklenirken Gülen bu yolculuk için İsrail’den
izin alınması gerektiğini söyledi. Dokuz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının
ölümüyle son bulan bu girişim Gülen-AKP ilişkilerindeki ilk dönüm noktasıydı.

İkinci kriz kamuoyunu çok ilgilendirse de fazlaca dillendirilmeksizin üstü
kapatıldı, çünkü her iki tarafa da zarar verebilir nitelikteydi. Krizin önemi
ÖSYM etrafında yaşanıyor, dolayısıyla milyonlarca kişiyi ilgilendiriyor olmasından
kaynaklanıyordu. Üniversiteye ve memuriyetlere girişte kilit önemdeki ÖSYM
etrafındaki şaibenin fazla büyümemesine hem hükümet hem de Cemaat büyük özen
gösterdi. 2010’da KPSS sorularının çalındığı yolundaki iddialar üzerine sınavın
iptal edilmesi, işin içinde Gülenci dershanelerin olduğunun öne sürülmesi ve
sonuçsuz kalsa da AKP’nin ÖSYM’yi doğrudan hükümete bağlama girişimiyle
iddiaları doğrular bir tavır takınması manidardı. Benzer iddialar ÖSYM’nin yaptığı
bütün sınavlarda ortaya atılmaya başladı. Ancak mevzunun hassasiyeti kadrolaşma
rekabetinden doğan bu daimi krizin su yüzüne çıkmasını engelledi.

Cemaat-AKP
geriliminde üçüncü kırılma noktası Hakan Fidan kriziydi. Kriz 7 Şubat 2012
tarihinde, KCK davasına bakan özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT
Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifade vermeye çağırmasıyla patlak verdi. Başbakan
Erdoğan net bir tavırla Fidan’ın ifade vermeye gitmeyeceğini söyledi. Hemen ardından
yasal bir düzenlemeyle Fidan ve ekibi bir çeşit dokunulmazlık zırhıyla koruma
altına alındı. Aslında, yargı ve polis kadrolarındaki Gülen desteğini
kullanarak, Ergenekon, Balyoz gibi davalar aracılığıyla siyaset üzerindeki
askerî vesayeti sona erdiren AKP için rüyanın kâbusa döndüğü andı bu adım.
Çünkü Erdoğan, kendisine destek olması için bürokrasiye ektiği Gülen tohumlarının
herhangi bir çıkar çatışmasında fena halde köstek olabileceğini ilk kez net
olarak anladı.

Nihayet yaklaşık bir yıl sonra,
dershane krizi patlak verdiğinde artık işler çığırından çıkmıştı. Hükümet
dershaneleri kaldırmak, bunun yerine kolejlerin sayısını artırmak istiyordu.
Oysa dershaneler Cemaat’in temel toplumsallaşma alanlarıydı. Daha da önemlisi,
verdiği bürokratik destekle var ettiği AKP’nin, kendisine ait bir alanı ortadan
kaldırmak üzere bu kadar açık bir hamleye girişmesi Cemaat’i çileden çıkartmıştı.
Dershanelerin kapatılmasını iki yıl erteleyen düzenleme, sonraki büyük krizi
engelleyemedi.

17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk operasyonları sonrasında
yaşananlar Türkiye İslamcılığının iki çağdaş-köksüz ekolü (Gülen ve AKP) arasında
bitmek bilmez bir düellonun safhaları. Bir tarafta bürokrasi, yargı ve kolluk
kuvvetleri içindeki gücüyle Fethullah Gülen Cemaati ve sermayesi, diğer yanda
yasama ve yürütmedeki gücüyle AKP. Bütün bu olanların olumlu tarafı ise iki
İslamcı grup arasındaki kavganın yolsuzluk, nüfuz ticareti vb. dünyevî
meseleler üzerinden yürümesi dolayısıyla Türkiye İslamcılığının profanlaşma
seviyesinin iyiden iyiye görünürleşmesi. Gülen ve AKP el birliğiyle, İslam’ın
bir din olarak taşıdığı tarihsel gücün İslamcılığa siyasî meşruiyet zemini
olarak koşulduğu bir çağı kapatmış oldular.

-------------------------------------------------------------------

Ayşe Çavdar

Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde, yüksek lisansını Boğaziçi
Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yaptı. 1992 yılından itibaren Yeni Şafak, Ülke,
Yeni Yüzyıl, Nokta, Atlas, Aktüel gibi yayınlarda muhabir ve editör olarak çalıştı.
Kadir Has Üniversitesi’nde ders verdi. 2008’den beri Bir+Bir ve Express
dergilerinde yazıyor. Doktorasını Viadrina Üniversitesi’nde kültürel
antropoloji dalında yapıyor.