Gezi, seçimler ve başka bir siyaset - Yayınlar

Image removed.

Stefo Benlisoy

Ardışık, belki de eşzamanlı seçimlerin yaşanacağı bir döneme giriyoruz. Malûm, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinin ardından aynı yılın yazında cumhurbaşkanlığı seçimi, akabinde de genel seçim yaşanacak. Bu sürecin ülkede yeni siyasal dizilişlere yol açacağı kuşkusuz. Genel seçimlerden farklı dinamiklere sahip olduğu beylik tespitine rağmen, yerel seçimler geçmişte sıklıkla genel seçim havasına bürünmüş, iktidar ve toplumsal düzeyde yeni siyasal güç dengelerine yol vermiştir.

Elbette akla hemen 12 Eylül sonrasında toplumdaki silkinişi ve sola yönelimi tescillemiş 1989 yerel seçimleri ya da sonrasında siyasal İslam’ın yükselişinin işaret fişeği işlevini görmüş 1994 yerel seçimleri gelebilir. İlk seçim, darbeyle birlikte kurumsallaşmış ve sonrasında ANAP iktidarıyla pekişmiş düzene yönelik toplumsal itirazı bir biçimde yansıtmış, ikincisiyse büyük ölçüde bu dalganın geri çekildiği bir konjonktürde merkez siyasetin çeperinde yeni bir siyasal gücün açığa çıkmasını sağlamıştı. İster iktidara yakın olsun isterse ona “muhalif” bir pozisyonda yer alsın, tüm gözler bu seçimin böyle bir işlevi olup olmayacağı noktasında düğümleniyor. Nasıl böyle olmasın ki? Kendisini diktatörlükle suçlayanlara karşı bizzat başbakan 30 Mart’ın bir referandum niteliğinde olacağını ilan etmiş durumda. Büyüklü küçüklü muhalefetse yerel seçimleri AKP’yi geriletmenin ilk adımı olarak değerlendirmekte ve tüm stratejisini bu eksene oturtmakta. CHP yönetiminin aday belirlemede aslî kriter olarak benimsediği “bir oy daha fazla getirecek adayı seçme” stratejisi (buna strateji denebilirse elbet) tam da böylesi bir beklentiyi yansıtmakta.

AKP’nin becerisi

Yerel seçimlere ilişkin böylesi bir beklentinin oluşmasında en önemli etkense iktidarın siyasal aygıt ve kendi etrafında yarattığı ittifakların 11 yıllık iktidarı boyunca ilk defa bu ölçüde iç konsolidasyonunu yitirmiş bir görüntü sergilemesi. Bu görüntü elbette ansızın oluşmadı. AKP iktidarını 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında iktidara gelen hükümetlerden ayıran en önemli nokta, neredeyse tüm “vesayetçi” mekanizmaları kendi denetimi altına alabilme becerisini göstermesiydi.  AKP, darbe sonrası askerin siyasal sistem üzerindeki kontrolünü süreklileştirmek için tasarlanmış kurum ve kuralları (cumhurbaşkanının yarı başkanlık sistemini andıran yetkilerinden barajlı seçim sistemine, antidemokratik siyasal partiler kanunundan YÖK’e ve yüksek yargının konumuna) büyük ölçüde kendi etrafında bütünleştirebilmeyi becermişti. Bu anlamıyla, AKP 1990’lardan başlayan merkez sağın krizi olarak tezahür eden müesses nizam güçlerinin kendi arasındaki siyasî önderlik ve temsil krizini kendi etrafında bir “çözüme” ulaştırmıştı. Öte yandan, siyasal iktidarını paylaşmaya talip, başta asker olmak üzere geleneksel “vesayetçi” güçleri siyaseten tasfiye edebilmeyi başarmıştı. Üstelik yukarıda bahsedilen krizi kendi namına çözerken milliyetçi muhafazakârlığın “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütle” olarak tahayyül ettiği milletin otantik temsilcisi olunduğu iddiasındaki çoğunlukçu “demokrasi” söylemini, çarpıtılmış kimi popüler-demokratik taleplerle biraraya getirerek muhafazakâr neoliberal otoritarizmini bir “demokratik devrim” söylemi ve edasıyla buluşturabilmişti. Böylece, bir yandan “piyasa reformları” aracılığıyla alt sınıfları siyaseten mülksüzleştirir, diğer yandan da milliyetçi muhafazakârlığın kadim “devlet-millet bütünleşmesini” gerçekleştirdiği iddiasında bulunurken aynı zamanda da uzunca bir süre bir sivilleşme ya da “demokratikleşme” sürecini zorluklara rağmen yürüttüğü savında bulunabilmiş, kendi etrafında azımsanmayacak bir fikrî çekim yaratabilmişti.

Bu özellikleriyle AKP iktidarı, özellikle 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimi dönemecinden sonra giderek genişleyen bir yönetebilme kapasitesine kavuşmuştu. 12 Eylül 2010 referandumu ve 12 Haziran 2011 genel seçiminden sonraysa yürütmede güç yoğunlaşmasının zirveye ulaşmasıyla başkanlık sistemine geçişin hararetle tartışılacağı bir yeni (“ustalık”) dönemine girilmişti. Siyasal rejim, giderek daha az ikna edici de olsa, yaygın medyada köşe tutmuş kanaat oluşturucularının savunageldikleri gibi demokratikleşme yönünde ilerlemek bir yana, meşruiyetini hâkim Türk Müslüman Sünni kimliğin otantik temsilcisi olma iddiasından ve bunun adeta tescillendiği periyodik plebisiter oylamalardan devşiren bir “şef” sistemine doğru evrilmekteydi.

Üstelik iktidarın elindeki bu güç yoğunlaşması, Türkiye’nin tam göbeğinde bulunduğu Akdeniz çukurunun, bir yanıyla piyasacı-otoriter Arap rejimlerinin halk ayaklanmalarıyla sarsıldığı, diğer yandan Avrupa’da kriz karşısında sermayenin karşı reform saldırısına karşı kıtanın çeperinde, mevcut kurumsal çerçeveyi aşan yeni bir direniş ve radikalizasyon dalgasının boy verdiği bir dönemde gerçekleşmişti. Türkiye bu küresel isyan dalgasının tam ortasında, düşün dünyamızın mütemmim cüzü “biz bize benzeriz”ciliği teyit edercesine, bu dinamiklerin yarattığı yeni “dünya durum ve zamanından” bağışık kalmış gözükmekteydi. AKP’nin muhafazakâr, otoriter, neoliberal hegemonyası kendi etrafındaki bu devasa mücadelelerin ve yeniden dizilişlerin kıyısında, adeta yara almaz, sarsılmaz görünmekteydi. Bizzat temsil ettiği dizginsiz sermaye birikim rejiminin yarattığı çatlaklardan direniş odakları belirmekteyse de tüm bunlar resmin bütününde bir ayrıntı olarak, tabir-i caizse artçı mücadeleler olarak temayüz etmekteydi.

AKP’nin ilk büyük yarası

İşte Gezi direnişi tüm bu arka plan bağlamında büyük bir kırılmaya neden oldu. Direniş Erdoğan ve AKP’nin hegemonik söyleminin şimdiye kadar aldığı en büyük yarayı oluşturdu. Tüm bu süreçte alttan alta biriken AKP ve Erdoğan karşıtı gerilim, Gezi Parkı üzerinden gelişen halk hareketiyle açığa çıktı. Gezi’nin iktidarın kimyasını bozan, alıştığı zemini ayağının altından çeken doğası, hükümet onu sokakta acımasızca bastırsa da yarattığı siyasal-toplumsal-psikolojik travmadan kolayca kurtulabilmesine olanak vermiyor. Bu nedenle, başta Erdoğan’ın açıklamaları olmak üzere, iktidarın dilinde Gezi, adeta ülkedeki tüm melanetlerin simgesine dönüşmüş durumda. Gezi direnişinin ülke siyasetini ne yönde etkileyeceğini kestirmek kolay olmasa da iki şeyden emin olunabilir: Bu dalganın ülkenin manzara-i umumiyesini bir anda değiştireceğini beklemek de bu muazzam halk hareketinin hiç iz bırakmadan silinip gideceğini, parantezin kapanmasıyla “normalin” olanca ağırlığının tekrar hüküm süreceğini beklemek de beyhude. Gezi’nin uzun erimli siyasal ve toplumsal etkilerini ifratla tefrit arasındaki bu değerlendirmelerin ötesinde aramak gerekiyor. Bu yönde atılacak ilk adımsa Gezi’nin iktidar üzerinde yarattığı tahribatı teslim etmekle olabilir.

AKP hükümeti hiç beklemediği bu kitlesel kalkışmanın yarattığı ilk sarsıntıdan silkindikçe tanıdık ve kendisi açısından hiç olmazsa şimdiye kadar “garantili” bir stratejiyi devreye soktu. Direnişi “demokrasiye” (yani kendisine) karşı bir müdahale teşebbüsü olarak itibarsızlaştırmak yolunda konspirasyon teorilerini piyasaya sürdü. İlk adımda kendi çekirdek tabanını Soğuk Savaş antikomünizmi kalıntısı argümanlar ve bol miktarda antisemitist göndermeyle konsolide etmeyi seçti. Türk sağının zihin dünyasının merkezinde yer alan muhalif olanın, muhayyel millî bünyeye her yönüyle yabancı bir özne oluşturduğuna ilişkin türlü naftalinli argümanlar, büyük bir hızla, adeta aslına rücu etmenin getirdiği iştiyakle sandıktan çıkarılarak tedavüle sokuldu. Ancak, bu tezvirat kampanyasının bu zihin dünyasına aşina olmayanlarda acı bir tebessüme yol açacak denli ikna edicilikten yoksun olması kimseyi yanıltmamalı. Hâkim fikirleri üretme ve yayma araçlarına sahip olanlar açısından belirli bir fikrin ne kadar rasyonel ve ikna edici olduğundan öte, ne kadar yoğun ve etkin bir biçimde yaygınlaştırıldığıdır. Erdoğan vesayet karşıtı popülizminin geçmişte geniş kitleleri seferber edici bir söylem olarak ne kadar başarılı olduğunun farkında. Bundan dolayı bir kez daha kendisi ve partisini “milletin” otantik temsilcisi olarak konumlandırmaya ve dolayısıyla da kendisine yönelik muhalefeti de dış mihraklarca desteklenen gayrı millî bir elit ve azınlığın kumpası, demokrasiye “darbesi” olarak kodlamakta bir beis görmüyor. İktidarın kendi etrafında oluşturmayı başardığı devasa propaganda makinesi de bu algıyı türlü vesilelerle popülerleştirme noktasında elinden geleni ardına koymuyor.

Kitlesel protestolar karşısında ilk günlerde afallayan iktidarın çeşitli unsurlarının sonraki günlerde Erdoğan etrafında kenetlenmesi, lider ve yakın çevresi patentli türlü komplo teorilerinin ikna gücünden çok AKP iktidarı döneminde edinilen ayrıcalık ve imtiyazların kaybedilmesi tehlikesine karşı verilmiş bir tepki olarak değerlendirilmeli. Erdoğan özellikle partisinin çekirdek kadro ve tabanının bu korkusuna yatırım yaparak tabanı ve partisinin yönetici kadrosu üzerinde kendi tartışmasız liderliğini pekiştirmeyi büyük ölçüde başarmış görünse de dikişlerin gevşemeye başladığını, bir ilk sarsıntıda Erdoğan’ın liderliğinin tartışmaya açılacağını da öngörmek gerekiyor. Erdoğan’ın Arınç’la kamuoyunun gözü önünde yaşadığı uyuşmazlık giderilmiş gözükse de, İdris Bal gibi partinin bir dönem medyada sıkça yer almış isimlerinin ya da eski hükümet üyelerinin istifa ya da “siyaseti bırakma” türü tepkilerine giderek daha fazla tanık olunacağı söylenebilir. Erdoğan’ın tüm hesapların 30 Mart sonrasına ertelenmesi çağrısı hiç kuşkusuz böyle bir kaygının ürünü.

Kelimenin gerçek anlamıyla “şefçi” bir rejimin temel tanımlayıcı özelliğine uygun olarak bizzat kendisini “millî irade” ile özdeşleştiren ve şahsına karşı her eleştiri ve itirazı gayrı millî ilan eden, ihanet olarak kodlayan bu tavrın gidebileceği uç noktayı öngörebilmekse hayli ürkütücü. Salt son dönemde iktidar partisiyle tam manasıyla özdeşleşmiş olanlar dışında, neredeyse tüm toplumu ötekileştiren, dışlayan, kriminalize eden ve en nihayetinde adeta “dış mihrakların” bir uzantısına indirgeyen söyleminin hele iktidarın içine sürüklenmekte olduğu yıpranmanın kaçınılmaz derinleşmesi sürecinde nasıl gerilimli bir manzara yaratabileceğini öngörebilmek kolay değil. Öte yandan, seçimlere kadar bu pozisyonda ısrar, AKP’nin kendi tabanını konsolide etmesi aracılığıyla pekâlâ “sonuç alıcı” da olabilir. Yine de AKP’nin işinin hiç de kolay olmadığını teslim etmek gerek. Özellikle uluslararası alanda AKP iktidarının giderek yaldızlarının açıkça döküldüğü, başta Suriye politikası olmak üzere çeşitli vesileler nedeniyle itibar kaybı, yalnızlaşma ve içe kapanma eğiliminin pekiştiği ve iktisadî “başarı” öyküsünün ikna ediciliğini giderek yitirebileceği bir ortamda AKP’nin çekirdek tabanı olarak algıladığı kesimlerde dahi bir “kaçış” eğilimi tetiklenebilir.

Bu anlamda, önümüzdeki dönemde AKP’nin işinin oldukça zor olacağını teslim etmek gerekiyor. İktidar toplum üzerindeki hegemonyasının genişlemesinin, rıza üretme kapasitesinin sınırlarında bulunuyor. Kendi sesi ve suretine aşık bir görünüm sergileyen Erdoğan/AKP açısından aynı anda hem en milliyetçi hem en barışçı, hem en demokrat hem en muhafazakâr, hem en çevreci hem en inşaatçı, hem en sosyal adaletçi hem en sermaye dostu, hem en AB’ci hem en Şanghaycı, hem en liberal hem en paternalist, hem en 12 Eylül karşıtı hem en YÖK’çü, özcesi hem mağdur hem muktedir olabilmek artık mümkün değil. Hegemonyasının kapsamayı hedeflediği alan bu kadar geniş ve birbiriyle çelişik unsurdan meydana gelince ister istemez bir süre sonra bu geniş toplamın dikişlerinin patlaması, unsurlar arasında çelişkilerin açığa çıkması kaçınılmaz oluyor ve olacak. Daha düne kadar iktidar cephesini oluşturan unsurlar arasında yaşanan toz duman bu durumun en açık göstergesi.

“Çözüm süreci” adı verilen sürecin de Kürt sorununa ilişkin yapısal bir yeniden pozisyon alıştan çok, konjonktürel bir açılım, adeta uzatmalı seçim sürecini badiresiz atlatmaya dönük bir hamle oluşturduğu giderek açığa çıkıyor. Son olarak Barzani’nin Diyarbakır’a yaptığı, “tarihî” olarak nitelenen ziyaret dahi iktidar partisinin seçimlere dönük bir halkla ilişkiler hamlesi olmaktan öteye geçemedi. Öte yandan, AKP Kürt meselesini Kürt siyasal hareketini sindirerek, yaşanan aşağıdan siyasallaşmayı berhava ederek, özcesi Kürtlere rağmen (mümkünse Kürtler olmadan) “çözme” yaklaşımının bir adım ötesine geçebilmiş değil. Bu yüzden, geçmişte böyle bir süreçte rahatlıkla kendisi etrafında seferber edebileceği güçlerin toplumsal ve fikrî desteğinden mahrum kalıyor.

Tüm bu aktarılanlara rağmen, AKP ve Erdoğan hâlâ oldukça geniş bir hareket kabiliyetine sahip. Seçimsel düzeyde henüz iktidarı sarsacak, onun yerini almaya namzet sistem-içi bir seçenek ortada gözükmüyor. CHP yönetimi partiyi kritik dönemeçlerde felce uğratan ulusalcı-yenilikçi kanatlar/eğilimler arasındaki bazen açık bazen gizli gerilimi nihaî bir sonuca ulaştırabilmekten uzak. Hatta seçimler bağlamında bu konuda nihaî bir adım atmasının daha da güç hale geleceğini de öngörmek gerek. MHP ise Türk millî kimliğinin son savunma hattında adeta pusuya yatmış vaziyette, “çözüm sürecinin” Fırat’ın batısında yarattığı itiraz ve serzenişlerin kendisini öne çıkaracağı hesabına yatmakta. Yine de partinin giderek silikleşen merkez yönetiminin böylesi bir toplumsal iklimden ne ölçüde istifade edebileceği de meçhul. Bugünkü koşullar altında mevcut iktidara “alternatif” bir seçeneğin bizzat AKP içerisinden ortaya çıkması çok daha olası görünüyor. Abdullah Gül’ün, cumhurbaşkanlığı dönemi sonrasında olası başbakanlığı ve kendi etrafında yeni bir siyasal merkez yaratarak iktidar partisini daha mutedil bir çizgiye çekmesi türünden senaryolar bu nedenle itibar görüyor.

Gezi’nin yerel seçimlere nasıl bir etkide bulunacağı halihazırda sıkça tartışılsa da direnişinin açığa çıkardığı kitlesel radikal enerjinin seçimsel ifadesi hususunda kolaycı bir yaklaşıma sahip olmamak gerekiyor. Kendisini sokakta ifade etmiş kitlelerin dolayımsız adeta evrimsel bir biçimde radikal bir alternatife yöneleceklerini de ummamak gerekiyor. Seçimlerin toplumsal gerçekliğin çarpık da olsa bir ifadesi olduğundan hareketle, gerek yerel seçimlerde gerekse de seçim maratonunun sonraki aşamalarında toplumun neredeyse yirmi yıllık ana eğilimlerini, yani siyasal merkezin hiç olmazsa seçimsel düzeyde sağa kayışını engelleyeceğini, milliyetçi ve muhafazakâr siyasal atmosferin hızla dışına taşacağı tahminine büyük bir temkinle yaklaşmak gerekiyor. Gezi direnişinin Türkiye toplumunun bütününde on yıllara yayılan sağa kayış sürecine belli bir ölçüde takoz oluşturduğu pekâlâ söylenebilir. Özellikle CHP tabanının çok büyük bir bölümünde 1990’lardan itibaren iyice belirginleşen milliyetçileşme-sağcılaşma dinamiği, Gezi’yle anlık ve kısmen de olsa tersine çevrilebildi. Geniş kitlelerin aşağıdan bir siyasallaşma deneyimi yaşadığı bu yeni durumun sandıkta, kurumsal siyaset düzlemindeyse henüz bir karşılığı yok. Toplumsal muhalefetin meşruiyetindeki çoğalmanın siyasal alandaki karşılığı henüz çok cılız ve belirsiz.

AKP’nin moral üstünlüğünü yitirdiği, fikrî meşruiyetinin telafi edilmez bir yara aldığı, iktidar bloğunda ciddi çatırdamaların açığa çıktığı Gezi sonrasında, paradoksal biçimde mevcut siyasal blokların seçim sürecinde konsolide olacağı bir tabloyla karşılaşmak muhtemel. Önümüzdeki ardışık seçimler döneminde mevcut saflaşmanın sandık düzeyinde berhava edilmesi pek de olanaklı görünmüyor. AKP’ye dönük demokratik ve sosyal tepkilerin azımsanamayacak kısmının CHP gibi sistem-içi alternatiflere doğru kanalize olacağı aşikâr gibi görünüyor. Üstelik seçimlere ilişkin aday belirlerken kendi soluna değil sağına göz kırpan bir CHP ile karşı karşıya bulunulduğunu hatırlatmakta fayda var. HDP’nin yaratması muhtemel iyimserliğe rağmen, bu eğilimin önünde bir set oluşturabileceğini söylemekse (hiç değilse şimdilik) pek de mümkün değil. Yerel seçimlerde İstanbul için bir CHP-HDP ittifakına dönük temasların gerçekleştirildiğine ilişkin haberler söz konusu basıncı HDP’nin de yoğun olarak hissettiğinin bir göstergesi. Gezi’nin tetiklediği siyasal dalgalanmalar mevcut siyasal mimariyi istikrarsızlaştıran bir etkide bulunsa da kurumsal siyasete alternatif radikal bir seçeneğin şekillenmesine henüz olanak vermiyor. Böylece, Türkiye’nin yakın tarihinin en ciddi siyasal-toplumsal kabarışının üzerinden daha aylar geçmemişken siyasal tartışmalarda, cemaat-AKP kapışması ya da Mustafa Sarıgül’ün adaylığının AKP’yi İstanbul’da ne ölçüde geriletebileceği hususları ağır basıyor. Gezi’nin müsebbibi olduğu o kolektif radikalizasyon sürecinin sistem-içi kanallara çekilerek soğurulması, sönümlenmesi somut bir ihtimal. Mevcut kutuplaşma eğiliminin etkisinin önümüzdeki dönemde pekişmesi, iktidarın artan hoyratlığı karşısında Gezi’de sokağa çıkmış kalabalıkların egemen siyasal seçeneklere doğru sıkışması daha büyük bir ihtimal. Tam da bunun bilincinde olan ana muhalefet partisi, seçim stratejisini nasılsa iktidar karşısında kendisine yönelmek durumunda kalacağını hesap ettiği Gezi’de açığa çıkmış potansiyele seslenmekten çok, kendi sağına açılabileceğini umduğu, merkez sağdan devşirilmiş bir aday profiline yatırım yapıyor.

Başka bir siyasetin imkânları

Gezi direnişi kentin ve doğanın, başka bir deyişle müştereklerin siyasal iktidar ve sermayenin acımasız “çitleme” ya da “mülksüzleştirme yoluyla birikim” saldırısına karşı savunulması ve ekoloji mücadelelerinin ne ölçüde aslî bir direniş ekseni oluşturduğunu açığa çıkardı. Unutulmaması gereken bir husussa ekoloji ve kent muhalefeti mücadelelerinin yaygınlığı, aldığı biçimlerin çeşitliliği, kitleselliği ve direniş kapasitesi ile AKP iktidarının yarattığı hegemonyanın potansiyel çatlaklarından birisini zaten oluşturmakta oluşuydu. Dolayısıyla, son yıllarda nükleer, HES ve termik santral karşıtı mücadeleden kentsel dönüşüme karşı verilen mücadelelere kadar bir dizi deneyimin Gezi direnişinin arka planını oluşturduğunu, direniş dalgasını salt orta sınıfın hayat tarzına yönelik tehditlere karşı kimlik temelli bir tepki olarak adlandıran kolaycı analizler karşısında akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Gezi direnişinin izlerini takip etmeye namzet bir siyasal/toplumsal hareket, Erdoğan ve iktidarın arzuladığı ve seçim atmosferinde giderek daha sıklıkla tedavüle sokacağı yüzde 50’ye karşı yüzde 50 söyleminde ısrar eder, toplumsal muhalefet laiklik-İslam, padişahlık-cumhuriyet eksenine sıkıştırılırsa, AKP’nin ekmeğine yağ sürülmüş olur. AKP ve Erdoğan tam da bunu, yani direnişi çağdaş-Batılı “orta sınıflar”- merkez ile “Anadolulu” çevre arasındaki o pek tanıdık cendereye sıkıştırmak, siyasal-sosyal meseleleri kültürelleştirerek gayrı siyasallaştırmak peşinde. Dolayısıyla, toplumsal muhtevası belirsiz bir AKP-Erdoğan karşıtlığı ilk aşamada bir avantaj gibi görünürken pekâlâ bir dezavantaja dönüşebilir. Gezi’nin yarattığı toplumsal hareketin yaratıcı, kendiliğinden inisiyatifinin çoğunlukla bu tuzağa düşmekten özenle kaçındığını, kimi söylem ve pratiklerle bizzat Erdoğan’ın bu söylemini boşa çıkardığını da teslim etmek gerekiyor.

Dolayısıyla, muhtemel bir “ne yapmalı” sorusunun cevabı açık olmalı: Önce Gezi direnişiyle açığa çıkan, sonrasında forumlarla devam eden aşağıdan siyasallaşmanın yerelleşmesini, yaygınlaşmasını, toplumsal tabanını genişletmesini sağlayacak şekilde toplumsal mücadele ve dayanışma pratikleri içerisinde yoğunlaşmak. Neoliberal kapitalizm karşıtı bir stratejinin temel dayanağı yaygın ve kitlesel toplumsal hareketlerin varlığı. Şimdi böylesi hareketleri inşa etmek için “Gezi” öncesiyle kıyaslanmayacak rezerv güçler mevcut.  Hiç kuşkusuz toplumsal mücadelelerle bu mücadelelerin siyasî biçimlere tahvili arasında otomatik bir geçiş bulunmuyor. Toplumsal olanla siyasal olan arasında böylesi doğrudan bir ilişki kurmak oldukça güç ve toplumsal muhalefetin değişik alanlarının en temel sorunlarından birini oluşturmaya devam ediyor.

İçine girilen yeni dönemde, AKP iktidarı bir taraftan seçimler vasıtasıyla kendi toplumsal/seçimsel desteğini/onayını ne pahasına olursa olsun korumak için tüm gücünü kullanacak, öte yandan “Gezi”nin açığa çıkardığı toplumsal enerjinin, özgüven ve yaratıcılığın kökleşmemesi, süreklileşmemesi, hiç olmazsa siyasetin bilindik ve kendisinin ziyadesiyle antremanlı olduğu ikili karşıtlıklar ve kalıplar içine sıkışması için varını yoğunu ortaya koyacaktır. Yanıtlanması gereken asıl soruysa beklenmedik biçimde kendi hayatlarına dair söz söyleme iradesiyle sokağa çıkan milyonların, siyaset sahnesine ilk adımını atan bu yeni kuşağın siyasal ve toplumsal enerjisini yeni biçimlere kavuşturup süreklileştirmeyi başarıp başaramayacağı. Bu soruya ne yönde yanıt verileceği hiç olmazsa yakın gelecekte nasıl bir ülkede yaşayacağımızı tayin edecek.

--------------------------------------------------------------

Stefo Benlisoy

1976 İstanbul doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde lisans, aynı üniversitede tarih alanında yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Halen İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Birikim, Mesele, Toplum ve Bilim, Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih, Yeniyol gibi dergilerde çeşitli yazıları yayımlanmıştır.