Gezi Parkı: Türkiye’nin demokratikleşmesinde tarihî bir kilometre taşı - Yayınlar

Cengiz Çandar

İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nın yok edilmesini engellemeye çalışanlara polisin sert müdahalesiyle başlayan ve Türkiye’nin neredeyse tamamına yayılan eylemleri nasıl tanımlıyorsunuz?

Cengiz Çandar: Taksim Gezi Parkı olaylarıyla başlayan eylemleri, Türkiye’nin yakın tarihindeki en anlamlı gelişmelerden biri olarak görüyorum. Benim açımdan bu gelişme Türkiye’deki demokratik bilinç ve duyarlılığın vardığı üst düzeyi yansıtıyor. Yaşanan gelişmenin en değerli yönü bu ülkede otoriter bir yönetim kurulmasının, otokratizme sapılmasının artık o kadar kolay olmadığının, olamayacağının ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle, Gezi Parkı eylemleri Türkiye’nin demokratikleşmesinde tarihî bir kilometre taşıdır.

Eylemlere katılanların büyük çoğunluğunun çok genç ve “apolitik” olduğu vurgulandı. Eylemcilerin genel profilini siz nasıl tarif edersiniz?

Eylemcilerin önemli bir bölümü ilk kez politik bir eylemde yer almışlar; yaşları ise çok genç. Türkiye nüfusunun üçte ikisi zaten çok genç. Eylemciler şehirli ve iyi eğitimli gençler. Yani, bir bakıma Türkiye’nin geleceği olan kuşak. Onlara izafe edilen apolitiklik sıfatı Gezi Parkı eylemleriyle birlikte ortadan kalkmak zorunda. Yeni bir politik dil ve yeni bir politik davranış kalıbından söz etmek daha doğru olacak. Bizim kuşakların bilmediği, öngörmediği, konvansiyonel olmayan, 21. yüzyıla özgü yeni bir politik dil ve politik davranış kalıbı diyebiliriz.

Sizce meydanlara çıkanlar neye tepki gösteriyor, talepleri neler?

En kestirme, en basit talep “özgürlük” olarak tanımlanmalı. Bireysel özgürlüklere müdahale edilmesine karşı özel bir duyarlılık söz konusu. Çevre duyarlılığı işin çıkış noktasıydı. Ancak, Gezi Parkı’nda en başta çok sayıda insan yoktu. Ne zaman ki, vahşi bir polis saldırısı söz konusu oldu, toplumsal patlama da o vakit meydana geldi. Polis baskısına karşı özgürlük talebi öne çıktı. Toplumsal patlamanın boyutu geliştiği ölçüde de, katılımcı demokrasi anlayışının rüşeym halindeki taleplerini görmeye başladık. Talepleri, özgürlükten başlayıp, tek adam yönetimine, baskıcı yönetime tepki halinde katılımcı demokrasinin öngördüğü talepler diye sıralayabilirim.

Dile getirilen tepki ve taleplerde, ekolojik tahribata yol açan projelerden (örneğin HES’ler, termik santral ve barajlar vd.) duyulan rahatsızlığın, çevre hassasiyetinin ağırlığı var mı sizce?

Var elbette. Ancak, tek başına bu Gezi Parkı eylemlerinin kazandığı boyutları açıklamakta yetersiz kalır. Zaten, HES’ler, termik santral vs. gibi konulardaki tepkiler, insanların kendi yaşamlarını ilgilendiren kararlara katılımını hesaba katmayan, keyfî yönetim tarzına duyulan birikmiş tepki büyük bir enerji olarak boşaldı Gezi Parkı’nın tetiklediği eylemlerde. Dolayısıyla, çevre hassasiyetinin dolaylı bir payı var.   

Ahmet İnsel “Gezi direnişi”ni “haysiyet isyanı” olarak tanımladı ve bu pek çok kişi tarafından paylaşıldı; siz bu değerlendirmeye katılır mısınız?

Tabii katılıyorum. Ahmet İnsel’in ağzından bu değerlendirmeyi duyduğum an, aynı sözcükleri içeren bir tweet yazdım. Telif hakkı Ahmet İnsel’e ait olmak üzere, aynı nitelemeyi televizyon ekranından ertesi gün ben de tekrarladım.

Hükümet ve hükümeti destekleyen çevreler tarafından “Gezi direnişi” ile Cumhuriyet mitingleri arasında paralellikler kurulmasını, eyleme ulusalcıların ağırlığını koyduğu yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hükümet –daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan– ve iktidarı destekleyen çevreler başından beri olayları anlamadılar, anlayamadılar ve giderek anlamamayı seçtiler. Gezi Parkı’ndan ziyade Taksim Meydanı’nda ulusalcı grupların flamaları ve sloganlarıyla göründüğü doğru. Ne var ki, olaylardaki paylarıyla çok orantısız bir görünürlükleri oldu o grupların. Olayların nasıl bir dinamikten yola çıktığını anlamayan ve anlamamakta ısrar eden çevreler ise o görüntüleri anlayışsızlıklarının argümanı olarak kullandılar. Katı ve yanlış tavırlarının meşruiyet zemini olarak değerlendirmek istediler. Olan bitenin cumhuriyet mitingleriyle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktu. Örneğin, ben cumhuriyet mitinglerinin en sert eleştirmenlerinden biri oldum. Gezi Parkı eylemlerini ise en başından itibaren hararetle destekledim. Cumhuriyet mitingleriyle hiçbir ortak yönünü görmediğim için, yürekten destekledim. Cumhuriyet mitinglerinde yer almış bazı iktidar karşıtı unsurların, bu büyük kitle hareketinin de içinde bulunmaları, bu büyük toplumsal patlamanın cumhuriyet mitingleriyle hiç ilişkisi olmayan karakterini değiştirmez. Başbakan ve tüm yandaş çevreleri, Gezi Parkı eylemlerine hatalı bir teşhis koymuşlardır.

Başbakanın Kuzey Afrika gezisi nedeniyle Türkiye’de bulunmadığı sırada, Gezi projesini protesto edenlerle çeşitli görüşmeler yürüten ve açıklamalar yapan cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve başbakan vekili Bülent Arınç’ın tavrı genel olarak daha yapıcı karşılandı. Siz cumhurbaşkanı, başbakan ve başbakan vekili arasında bakış açısı ve yaklaşım farkı olduğunu düşünüyor musunuz?

Söz konusu kişilerin, özellikle Abdullah Gül’ün olaylara teşhisinin Erdoğan’ınkinden farklı olduğu ortada. Bundan önce de birçok olayda her ikisinin farklı teşhisleri ve yaklaşımları olduğu görüldü. Evet, yaklaşım farkları var. Ancak, bunun şu gün açısından çok fazla önemi yok. Zira Tayyip Erdoğan, olaylara karşı takındığı tutumla, hükümet ve parti içinde şayet farklı yaklaşımları olanlar varsa, onları marjinalize etti. Yangının üzerine benzinle gitti. Gerilimi tırmandırma ve toplumu kutuplaştırma stratejisini, tüm risk ve tehlikelerine rağmen, kendi iktidarını konsolide etmek için benimsedi. Olayları kendi iktidarına karşı bir meydan okuma olarak gördü ki, bu doğru. Daha da öteye geçerek, bunun kendi iktidarına karşı bir komplo olduğuna inanmaya başladı ki, bu doğru değil. Ama sonuç olarak, gerginlik ve toplumu kutuplaştırma stratejisiyle olaylara karşılık verirken, kendi partisi içindeki ve çevresindeki muhtemel rakiplerini de geriletmeyi –buna cumhurbaşkanı Gül’ü de katabilirsiniz– hesapladı. Bu stratejisinin kısa vadede sonuç verdiğini görüyor. 2014 yılındaki seçimlere kadar bu stratejiden vazgeçeceğini hiç sanmıyorum.

Gezi eylemlerinin üzerine bu denli şiddetle gidilmesinde, olayların bu boyuta varmasında genel olarak hükümetin politikalarından ziyade başbakanı, başbakanın mizacını, psikolojisini sorumlu tutan bir yaklaşım da var. Durumu başbakanın psikolojisi ve üslubuyla izah etmek sizce de mümkün mü?

Ortada hükümetten söz etmek, hükümet için fazlaca iltifat olur. Hükümet yok. Tayyip Erdoğan var. Esasen, olayların böylesine bir toplumsal patlama boyutu kazanması tam da bu nedenle. Tayyip Erdoğan’ın keyfîliği, küstahlığı, tek adam yönetimine kaydığı izlenimini kuvvetle vermesi, bir araya gelmesi düşünülemeyecek çok sayıda insanı buluşturan bir tepkisel ortak payda oldu. Dolayısıyla, olayların bu raddeye gelmesinde, Tayyip Erdoğan’ın mizacı ve psikolojisi şüphesiz, belirleyici öneme sahip. Bununla birlikte, bu durum aynı zamanda Ak Parti kadroları açısından üzerinde durulması gereken bir entelektüel sefalet konusunda da ipucu veriyor. Tayyip Erdoğan’ın mizacı ve psikolojisi ne olursa olsun, buna dur diyemeyen bir kadro ve kurmay yapısının mevcudiyeti de ortada. Başbakan, mizacı ve psikolojisi üzerinden tüm ülkenin yönünü belirleyebiliyorsa, orada başbakanın kişiliğinden öteye geçen ciddi bir hastalık üzerinde durmak gerekiyor. Türkçede bir özdeyiş vardır, “Şeyh uçmaz, onu müritleri uçurur” diye. Burada, bu özdeyişe uyan bir durum var sanki.

Aksi düşünülmemesi gereken “yargı kararının bekleneceği” sözünün binlerce yaralı ve dört ölümün ardından, bir “lütuf” gibi sunulması bize iktidar-yargı ilişkisi açısından ne söylüyor?

Bu sözler aslında, Tayyip Erdoğan’ın büyük toplumsal çalkantı karşısında geri adım atmaya mecbur kalmakta olduğunun bir işaretiydi. Ben öyle okudum. Onun ötesinde bir anlam yüklemedim.

Gezi eylemleri süreci sizce AKP’nin yeni anayasa için atacağı adımları, başkanlık sistemi önerisini etkiler mi ya da AKP’yi bir tüzük değişikliğine götürür mü?

Gezi eylemlerinin ardından Başbakan’ın benimsediği dil ve üslûp, tutturduğu yol, partilerarası uzlaşmayla bir anayasa yapımını görülebilir gelecek için imkânsız hale getirmiş gibi görünüyor. 2015 seçimlerinden önce Türkiye’nin yeni bir anayasa yapabilmesi –anayasa geniş bir uzlaşmanın ifadesi olacak bir toplumsal sözleşme ise– çok gerçekçi sayılmaz. Başkanlık sistemi önerisinin de öne çıkabilmesi zor. Gezi eylemleri, bir yanıyla, Tayyip Erdoğan’a sınır çizen eylemlerdir. Tayyip Erdoğan’ın başkanlık hesaplarının bundan etkilenmemesi düşünülemez. Ama bence şu soru sorulmalıdır: Tayyip Erdoğan, gerçekten yeni bir anayasayı 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinden istiyor muydu? Çünkü Türkiye’de cumhurbaşkanının kâğıt üzerindeki yetkileri onu hiç de seremonik bir cumhurbaşkanı yapmıyor; yürütme gücü var. Kâğıt üzerindeki yetkilere bir de cumhuriyet tarihinde ilk kez halkoyuyla seçilecek cumhurbaşkanının elde edeceği psikolojik avantajı ekleyin. Tayyip Erdoğan için bunlar yeterli olabilir, yeni anayasa zorlamasına girişmeye gerek hissetmeyebilir. Nitekim, Gezi olaylarından sonra kampanyayı başlattı bile.

Peki, bu süreç Tayyip Erdoğan’ın muhtemel cumhurbaşkanlığı adaylığını etkiler mi? Bir yazınızda Tayyip Erdoğan’ın kaybettiğini söylüyorsunuz, Erdoğan neyi kaybetti?

Etkilediğini sanıyorum. Şu an itibarıyla en büyük aday o ve başka bir aday gözükmüyor, ama Gezi Parkı öncesine kadar cumhurbaşkanı olma ihtimali, şu an için göründüğünden çok daha fazlaydı; neredeyse kesindi. Gerçi, şimdi de en güçlü aday olarak gözüküyor, ama 2014’te cumhurbaşkanı seçileceğini o kadar kesinlikle söyleyebilecek durumda değiliz. Neyi kaybettiğine gelince... Bence, kendisi için ihtirasla tasarlamış olduğu geleceği kaybetti. Tayyip Erdoğan 2024’e kadar, iki kez cumhurbaşkanı seçilerek Türkiye tarihine silinmez bir damga vurmayı istiyordu. Bu isteğinde bir değişiklik yok. Hatta bunu yerine getirmek için elinden gelen her yolu, yöntemi deneyecek gibi, ama ben şahsen, Türkiye’nin bir 11 yıl daha Tayyip Erdoğan’a, üstelik giderek tek adam haline geleceği bir yönetime, tahammülü olabileceğini düşünemiyorum.

Sizce Gezi eylemleri süreci AKP’nin seçmen tabanına nasıl yansımıştır?

Yüzde 50 ve üzerinde bir seçmen güvencesi kalmadı gibi geliyor bana. Gezi olaylarından önce vardı. Önümüzdeki dönemde, Gezi eylemlerinin yol açtığı yüzde 50’nin altına doğru çekilen seçmen erozyonunun kolay kolay geri kazanılacağını da sanmıyorum açıkçası. Gezi eylemlerine zalimce tepki vermekten gayrı bir yol benimsense, bu mümkün olabilirdi. Tayyip Erdoğan o şansı kaçırdı gibi görünüyor.

Gezi direnişinin daha ilk günlerinde, Boyner holdingin patronu Cem Boyner Gezi Parkı’nın yerine inşa edilecek bir AVM’de hiçbir firmalarının yer almayacağı yönünde bir basın açıklaması yaptı. Bu açıklamayı başka bazı şirket ve markalar izledi. Tayyip Erdoğan ise birçok konuşmasında, çoğu zaman doğrudan isimlerini zikrederek çeşitli sermaye gruplarını, bankaları ve işadamlarını hedef aldı. Bu çerçevede AKP ile burjuvazinin ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Apaçık ortada: Sorunlu! En azından, söz konusu olan İstanbul sermaye çevreleri ve genel anlamda TÜSİAD ise, başbakanın kendilerine yönelik iflah olmaz bir intikamcı tutku içinde olduğunu görmüşler ve güven yitirmişlerdir. Erdoğan’dan farklı bir seçenek gördükleri anda, kolaylıkla oraya doğru meyledebilirler.

Tayyip Erdoğan’ın mitinglerde ve çeşitli konuşmalarında arkasında yüzde 50’nin desteğinin olduğunu sık sık vurgulaması, “yüzde 50’yi evinde zor tuttuğunu” söylemesi bir içsavaş endişesi de yarattı. Siz böylesi bir kutuplaşma, böyle bir hissiyat görüyor musunuz? Kutuplaşmanın taraflarını nasıl tarif edersiniz?

İç savaş endişesi yarattığının farkındayım, ama Gezi eylemleri bir yandan da Türkiye toplumunun ergen niteliğini yansıttı. Kolay kolay iç savaşa sürüklenebilecek bir yapısı yok Türkiye’nin. Bence iç savaş ihtimalinden sonra, faşizme meyletme ve bunun potansiyelinin bulunduğuna dair sinyaller vermiş olmasının üzerinde durmak daha gerçekçi. Kutuplaşmanın tarafları, en kabaca haliyle, yeni iktidar eliti ile geri kalan toplum, eski ile yeni, yaşayabilmek için giderek baskıdan medet umabileceğini gösteren bir iktidar konfigürasyonu ile özgürlüklerin daha da genişlemesini arzulayan bir toplum diye ifade edilebilir. Geleneksel mezhebî fay hatları da kendisini hissettirdi. O nedenle olsa gerek, iktidar birdenbire bir “yeni Alevi açılımı” ortaya attı.

Kürt sorununun çözümüne yönelik “Barış süreci” ilan eden ve PKK lideriyle müzakereler yürüten hükümetin Gezi eylemleri sürecindeki tutumu ve mitinglerindeki söylemi çelişkili değil mi? Özellikle “akil insanlar”ın birçoğu tarafından Gezi eylemlerinin barış sürecini olumsuz etkileyeceği görüşü dile getirildi. Bu konuda ne diyorsunuz? Bu eylemlerdeki buluşma ve demokrasi talebi barış süreci için tam tersine bir fırsat olarak da yorumlanamaz mı?

Bence, orta ve uzun vade açısından Gezi eylemlerinin barış süreci üzerinde son derece olumlu etkisi olacaktır. Eğer demokratikleşme ile barış süreci arasında kaçınılmaz bir bağlantı varsa –ki, olmak zorunda– Türkiye’nin demokratikleşmesinin kilometre taşı diye nitelediğimiz Gezi eylemlerinin barış süreci üzerinde mutlak olumlu etkisi olacağını görürüz. Kısa vadede ise, bilemiyorum. Çünkü Tayyip Erdoğan ve ekibinin barış sürecini gerçekten olması gerektiği gibi sürdürmek istediğinden emin olamıyorum. Sürdüremez demiyorum, ama emin değilim. Mülahazat hanesini açık tutuyorum. “Akil insanlar”ın birçoğu tarafından Gezi eylemlerinin barış sürecini olumsuz etkilediği yorumlarının yapılmasına gelince... Bu yanlış bir yorum, ama anlaşılır bir yorum. “Akil insanlar” esas olarak, barış süreci konusunda hükümetin PR faaliyetinin işlevsel bir enstrümanıydılar. Medya üzerinden onlara, ne dediklerine, ne yaptıklarına bir hayli geniş yer veriliyordu. Gezi eylemleri birdenbire onları devre dışı bıraktı. Barış sürecini kendi faaliyetleri zanneden bazılarının öyle bir yorumda bulunması bu nedenden ötürü anlaşılabilir. Bazıları ise iktidarın Gezi eylemlerine karşı takındığı tavır nedeniyle, “akil insanlar” faaliyetinden çekildi ya da çalışmasını dondurdu. Orada, homojen bir yapı yok. Soruya tekrar gelirsek; evet, Gezi eylemlerindeki buluşma ve demokrasi talebi barış sürecinin başarılı bir sonuca doğru yol alabilmesi için mükemmel bir fırsat sunuyor.

Hükümetin ve ona yakın çevrelerin eylemlerin arkasında dış güçlerin olduğunu ısrarla vurgulamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu iddialar daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi, AK Parti’nin lider kadrosu, kurmayları ve medyadaki temsilcileri bakımından entelektüel bir sefalet içine düştüğünün çarpıcı bir örneği. Ne zaman ki, büyük toplumsal dinamikler için “dış mihraklar”, “onların içerdeki uzantıları”, “hainler” vs. gibi yakıştırmalar yapılmışsa, bilin ki, iktidar sahiplerinin beyinleri dumura uğramıştır, baskıdan başka yöntem bilemez hale kendilerini düşürmüşlerdir. Otokratik rejimlerin tüm sorumluları, büyük halk çalkantılarıyla yüz yüze kaldıklarında aynı iddiaları ortaya attılar.

Tayyip Erdoğan’ın ABD’de Obama ile görüşmesinden çok kısa süre sonra patlak veren bu olaylarda, bu kadar yabancı düşmanı, anti-Batı bir söylem benimsemesinde hükümetin yürütmek istediği dış politikada ABD’den istediği desteği bulamamasının rolü var mıdır?

Doğrudan bir bağlantı kuramıyorum. Böyle bir bağlantı şayet varsa, o, tam da iktidarın iddia ettiği gibi “Olayların arkasında dış mihraklar var; küresel güçler var” söylemini doğruluyor demektir. Oysa, olayların ne gün, nasıl, ne üzerine çıkıp genişlediğini biliyoruz. Gezi Parkı’nı 31 Mayıs’ta biber gazına boğmanın ardında yukarıdaki sorunun hangi unsuru vardı? Olaylar, iktidarın basiretsizliği olmasa, bu kadar genişlemek zorunda mıydı?

AB ile ilişkilerden sorumlu bakan Egemen Bağış’ın son dönemde AB ile ipleri koparmaya hazır, hatta istekli olduğu izlenimi uyandıran açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tek kelimeyle berbat. Ağzından çıkan her söz, eğer bir bakanlık yapamayacak ise, onun da AB ile ilişkilerden sorumlu bakanlık olduğunu ortaya koydu. Egemen Bağış AB ile ilişkilerin bozulmasından sorumlu bakan olması için o göreve tayin edilmiş gibi bir performans gösterdi.

Gezi eylemlerine karşı hükümetin tavrı ve başbakanın söylemi Arap dünyasında AKP’nin ve Erdoğan’ın itibarını nasıl etkiler?

Tayyip Erdoğan’ın en başta bölgede yükselen karizması onu uluslararası sahnede de önemli bir aktör olarak yükseltmişti. Bu eylemlerden sonra ortaya koyduğu tavır nedeniyle, uluslararası medyada ve kamuoylarında imajının ağır bir yara aldığı ortada. Bu kez filmi terse sarsak, uluslararası sahnede imajının bozulması, tedrici de olsa, Arap dünyasında da karizmasının çizilmeye başlamasına işaret edecek diyebiliriz. Gazze’de coşkulu topluluklar tarafından karşılanacak olması bu gerçeği değiştirmeyecek. Unutmayalım; Türkiye’nin ve dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın Arap dünyasındaki, Arap kamuoylarındaki asıl gücü, kendilerine benzemeyen olumlu bir örneği ifade ediyor olmasından ötürüydü. Eğer Tayyip Erdoğan son olaylarda Arap liderlerinin vermesi beklenen türden tepkiler vermişse –ki, maalesef verdi– Araplar nezdinde kendi liderlerinden daha üstün, daha farklı hangi çehreyi ortaya koymuş olacak ki, karizması, imajı hiç etkilenmemiş olarak sürebilirsin?

Hrant Dink cinayetinde sorumluluğu olan devlet görevlileri, bürokratlar arasında adı geçen eski İstanbul Valisi Muammer Güler’in AKP tarafından siyasete davet edilerek milletvekili seçildiğini ve şu anda içişleri bakanı olduğunu göz önünde bulundurursak, sizce Gezi eylemleri sürecindeki aşırı polis şiddetinin, yaralamaların, ölümlerin esas sorumlularının yargılanacağını düşünmek gerçekçi mi?

Cevabı kısa ve çok basit. tek kelimeyle: Hayır!

Son olarak; Gezi eylemleri Türkiye’de medyanın temel yapısal sorunlarını da görmezden gelinemeyecek açıklıkta ortaya koydu. Bu on yıllık dönem açısından medya-iktidar ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Medyaların yayın politikasında yakın dönemde bir değişiklik bekliyor musunuz?

Kısa ve orta vadede hiçbir kökten ve önemli değişiklik beklemiyorum. Türkiye’deki medya patronajı, devlet (ve dolayısıyla) hükümet ile girift iş ve çıkar ilişkileri içinde, iktidar konfigürasyonu içinde yer alıyor. Türkiye’de iktidar yapısı ve güçler dengelerinde değişiklik olmadan, ana akım medyada da esaslı bir değişiklik olmaz.

----------------------------------------------------------------------------

Cengiz Çandar

Cengiz Çandar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra ODTÜ  Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde asistanlık yaptı. Çandar, İstanbul Bilgi,  İstanbul Kültür ve Özyeğin üniverisitelerinde dersler verdi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a dış politika alanında danışmanlık yapan Çandar, Özal ile Irak Kürt liderliği arasında ilk kez doğrudan temasların kurulmasında rol aldı. Çandar’ın çoğunluğu Ortadoğu sorunu üzerine olmak üzere Türkçe yedi kitabı var. 1976’dan bugüne birçok gazete ve haber ajansında görev alan Çandar,  Resmi ve özel TV’lerde yayınlanan programlarda yer aldı. Çandar halen  Lübnan’ın al-Mustaqbal ve Türkiye’de Turkish Daily News ve New Anatolian gazetelerinde köşe yazarlığı yapıyor.