Gezi ayaklanmasından parklar demokrasisine - Yayınlar

Image removed.
Fotoğraf: NarPhotos: Mehmet Kaçmaz

 

Deniz Özgür

Türkiye toplumu on yıllardır yaşamadığı ve belki on yıllarca daha yaşayamayacağı bir süreçten geçiyor. Gezi Parkı isyanı olarak adlandırabileceğimiz olaylar dizisi, ülkenin neredeyse tamamını etkisi altına alan, tabiri caizse bir halk ayaklanmasına dönüşmüş durumda. Önce, böylesi büyük bir kalkışmayı ateşleyen ilk kıvılcımın nasıl çıktığını hatırlayalım. 28 Mayıs salı günü Gezi Parkı’nın tahrip edilmesini engellemeye çalışanlara uygulanan polis şiddeti ve ardından parka yerleşen ahaliye iki gün üst üste şafak vakti büyük bir şiddetle yapılan saldırılar ve bu saldırıların kamuoyuna yansımasıyla birlikte, 31 Mayıs akşamı yüzbinlerce insan Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’na doğru yürüyüşe geçti.

Polisin müdahalesi üzerine, çatışmalar ertesi güne kadar devam etti. Sonunda pes eden kolluk kuvvetleri 1 Haziran’da Taksim Meydanı’ndan ve Gezi Parkı’ndan çekilmek zorunda kaldı. Aynı saatlerde, başta Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Hatay olmak üzere 70’den fazla şehirde insanlar polisin ve devletin şiddetine karşı isyan ve ayaklanma halindeydi.

Medyada genel olarak karikatürize edildiği ifadeyle “üç ağaç” için başlayan protestolar polisin fütursuzca uyguladığı orantısız şiddet nedeniyle, AKP iktidarına ve özelde de Recep Tayyip Erdoğan’a karşı bir öfke patlamasına dönüştü. Bu durumun bütün ayaklanmaya rengini ve karakterini verdiğini söyleyebiliriz. Bunda etkili olan en önemli unsur, ‘90 kuşağı olarak tabir edilen, kendini bildiğinden beri karşısında iktidar olarak Recep Tayyip Erdoğan’dan, onun baskıcı, otoriter üslûbundan ve siyasetinden başka bir güç görmemiş olan apolitik gençliğin bu isyanda başat rollerden birini üstlenmiş olmasıdır.

15 Haziran’da yine büyük bir polis şiddetiyle Gezi Parkı’ndan atılan direniş ahalisi bugün, başta Beyoğlu, Beşiktaş, Şişli, Kadıköy, Kartal olmak üzere, 40’tan fazla parkta bir araya gelmeye ve akşamları geç saatlere kadar süren forumlar düzenlemeye başladı. Bu forumlarda, direnişin seyrinin değerlendirilmesinin yanı sıra, bundan böyle birlikte nasıl yol alınacağı da hararetli bir biçimde tartışılıyor.

Gezi direnişinin, bu tarihî hareketin hak ettiği şekilde tahlil edilebilmesi için belki de üzerinden biraz zaman geçmesi gerekiyor. Hiç şüphesiz uzun süre tartışılacak, yazılacak olan Gezi direnişine dair yine de sıcağı sıcağına bazı ilk değerlendirmeler yapabiliriz.

Kamusal alan mücadelesi

İlk dikkat çekmek istediğim nokta, isyanın patlak verdiği mecradır. Solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin pek itibar etmediği, hatta yer yer burun kıvırdığı bir alanda, bir park, yani bir kamusal alan mücadelesinde bu isyanın fitilinin ateşlenmiş olması manidardır. Evet, özellikle sol muhalefetin yıllarca 1 Mayıs’larda Taksim Meydanı’na çıkma mücadelesi ülkenin belleğine kazınmıştı. Lâkin bu, solun kendi tarihsel ve ideolojik mirasına sahip çıkma çabasıyla açıklanabilecek bir durum ve yılda bir gün için verilen bir mücadeleydi. Ve genel olarak sol hareketler, iktidarın ideolojik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda hayata geçirmeye çalıştığı ve arka planında meydanı gösterilere, mitinglere, 1 Mayıslara tamamen kapatma fikri de olan “Taksim Meydanı’nı yayalaştırma projesi”ne karşı oldukça cılız bir ses çıkarmıştı. İki yıl boyunca Taksim Dayanışması adı altında bu projeye karşı verilen mücadeleyi yürütenler kimi zaman 30-40 kişilik eylemlerle, kimi zaman 5-10 kişilik sürekli nöbetlerle ve imza kampanyalarıyla sebatla seslerini duyurmaya çalıştılar. Sol ise yılın bir gününe sıkıştırdığı meydan mücadelesine sahip çıkmadı.

Bunu bir kenara not edip isyanın kaynağına dönelim. Kent mücadelesi, daha özelde, kamusal alanlar için verilen mücadele bu topraklarda oldukça yeni bir muhalefet alanı. Son dönemlerde bunun en popülerleşen örneğini Emek Sineması’nın yıkımına karşı yapılan eylemlerde gördük. Halkın ve kamuoyunun yıllarca her yolu deneyerek tepkisini gösterdiği bu süreçte son sözü yine devletin ve sermayenin söylemiş olması bu yıkıma karşı çıkanlarda büyük bir hayal kırıklığı yaratırken, 7 Nisan 2013’te kalabalık bir gösteri sırasında polisin halka uyguladığı şiddet aynı zamanda büyük bir öfkenin de açığa çıkmasına sebep oldu. Bu kamusal alan mücadelesine ek olarak, son 1 Mayıs’tan bu yana Taksim Meydanı ve İstiklâl Caddesi’nde en ufak bir yürüyüşün ve gösterinin yasaklanması, alana çıkmaya çalışan her gruba karşı uygulanan aşırı polis şiddeti nedeniyle biriken öfkenin de Gezi isyanında önemli bir role sahip olduğunu söyleyelim.

Bugün, Gezi Parkı’nda yaşanan sürecin arkasında, biriken bütün bu öfkenin yanı sıra uzun zamandır bu alanda verilen mücadelenin halkın azımsanmayacak bir kesiminin duyargalarını açmasındaki katkıyı unutmamak gerekir.

Müşterek zenginliklerin talanı

Bir vahşi neo-liberalizm partisi olan AKP, bu sistemin gereklerine uygun bir biçimde ortaya koyduğu politikalar neticesinde, ülkenin tamamını yağmaya, talana açmıştır. Kentin ve kırın sahip olduğu bütün olanaklar, tüm kentsel ve kırsal hizmetler, tarım arazileri, dereler, vadiler, ormanlar, su havzaları, mahalleler, okullar, hastaneler, tarihî ve kültürel varlıklar, bu talanın konusu olan her şey toplumun müşterek zenginlikleridir. Bu zenginliklerin elden gidecek olmasına karşı, özellikle kırsal kesimin yıllardır verdiği amansız yaşam alanı mücadelesi ve bu mücadeleye rağmen müşterek alanların bir bir kaybedilmesi, doğanın yaşadığı tahribat toplumun hafızasında yer etmiştir. Gezi Parkı isyanını en çok sahiplenen, ilk destek açıklamaları yapanların yaşam alanı mücadelesi veren kesimler olduğunu hatırlamakta fayda var.

Gezi Parkı ele geçirildikten sonra alana yerleşen ahalinin ilk işi, polis arabalarını ve iş makinalarını yakmak oldu. Bu, hareketin devlete ve sermayeye olan öfkesinin bir dışavurumuydu. Aynı şekilde, Tarlabaşı’nda yaşayan zorunlu göç mağduru yoksul Kürt çocukların Tarlabaşı Bulvarı’ndan Taksim’e çıkmaya çalışırken, hayatlarını karartan Tarlabaşı Yenileme Projesi şantiyesinin paravanlarını ve üzerlerindeki reklamları ateşe vermeleri de iktidarın vahşi saldırısına verilmiş bir cevap olarak yorumlanmalı. 

Korku eşiğinin aşılması

Bu eylemlerle birlikte, halkın korku eşiğini aştığını gördük. On yıllık AKP rejiminin baskısı ve korkusu altında yaşayan ahalinin Gezi isyanı boyunca bu korkuyu nasıl alt ettiğine, alt edebileceğine tanık olduk. Polisin attığı biber gazına karşı binlerce insanın maskeleriyle, baretleriyle, gözlükleriyle cevap verdiğini ve bu örgütlenme sayesinde üç hafta boyunca direnişin ayakta kalabildiğini gördük. Eskiden gaza karşı limon taşımaktan çekinen insanlar, bu isyanla birlikte polise karşı donanımlı bir karşı koyuş sergiledi. Üstelik, polisin ağır şiddeti karşısında duyulan öfke dinmediği gibi, neşe, coşku ve mizah da yitirilmedi. Barikatlarda, gazlar atılırken dans eden gençlerin görüntüsü bu isyanın alâmet-i farikası olarak tarihe geçecektir.

Özgüven ve kazanımlar

Her yaş grubundan insanın, ama özellikle daha önce hiçbir politik örgütlenme içinde yer almamış ‘90’lı kuşağın bu eylemlerle birlikte muazzam bir özgüven kazandığını ve bu özgüvenin bütün topluma yayıldığını söyleyebiliriz.

Bu özgüven sonuçsuz da kalmadı. Direnişe katılan halk iktidarın 1 Mayıs’la birlikte Taksim Meydanı’nı ve İstiklâl Caddesi’ni gösterilere ve yürüyüşlere kapama gerekçelerinin geçersizliğini bu eylemlerle birlikte suratına çarpmıştır. İkinci nokta, Topçu Kışlası projesi fiilî olarak rafa kalkmıştır. Tayyip Erdoğan ilk defa geri adım atmıştır. Projeyi rafa kaldırdığı gibi, parkı çiçeklendirmek ve ağaçlandırmak zorunda kalmıştır (her ne kadar, “parkı kirlettiler, tahrip ettiler, biz yeniliyoruz” söylemi altında bir imaj çalışması yapıyor olsalar da kamuoyunun bunu inandırıcı bulmadığı açıktır). Bu da hareketin bir başarısıdır. Bir diğer nokta, ahalinin hem polis saldırıları sırasında hem de parkın içinde ve çevresinde inşa ettiği yaşam alanında ortaya koyduğu dayanışma duygusu, organize olma, örgütlenme arzusu ve kabiliyeti farklı kesimlerin birbirinden güç aldığı ve birbirini beslediği, motive ettiği bir dinamik yarattı. Ülkenin ve dünyanın dört bir tarafından gelen yardımlar ve dayanışma mesajları, destek ziyaretleri Taksim Komünü’ne bulunduğu alanla sınırlı kalmayıp çok daha geniş bir mecrada meşruiyet sağlamış oldu.

Bütün bu unsurlar halkın yıllardır elinden alınan kendi yaşam alanları üzerinde söz söyleme ve eyleme hakkını yeniden kazanmasına, yediden yetmişe bütün kesimlerin bir özgüven kazanma coşkusu yaşamasına neden olmuştur. Özellikle genç ve apolitik kuşağın yaşadığı bu deneyim sayesinde, önümüzdeki on yılların toplumsal mücadelelerinde muazzam sıçramalar yaşanabileceğini şimdiden öngörebiliriz.

Toplumsal meşruiyetin gücü

Bir ülkenin en önemli kentinin en merkezî meydanının iki hafta boyunca halk tarafından kontrol edilmesinin, bu süre boyunca devlete ait hiçbir gücün meydanın kıyısına dahi yanaşamamasının, halkın devletin polisini meydana sokmamasının, polise ait araçları ve barınakları ateşe vermesinin, bu süre boyunca meydanı tutabilmesinin nedeninin askerî ve militan bir başarıdan ziyade yaratılan toplumsal meşruiyetten, toplumsal desteğin genişliğinden kaynaklanması derinlemesine analiz edilmesi gereken sosyolojik ve politik bir vakadır. Halkın kendi gücüyle yarattığı bu kırılmanın hem Türkiye’de hem de dünyanın başka ülkelerinde halkların özgürlük ve eşitlik mücadelelerine esin kaynağı olacağına şüphe yok.

Direnişin iktidara yansımaları

Gezi direnişinin siyaseten bir yönetim değişikliğine yol açacak güce sahip olmadığını –en azından şimdilik- söylemek gerek. “Tayyip istifa”, “hükümet istifa” sloganları eylemlere katılan ahalinin büyük çoğunluğunun ortak talebi olsa da, Taksim Dayanışması’nın ilan ettiği taleplerden biri olan polis şiddetinden ve ölümlerden sorumlu vali ve emniyet müdürlerinin dahi görevden alınması zor görünüyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan bu kalkışmayı kendisine karşı bir komplo olarak okuyarak hızla bir karşı hamle başlatıp düzenlediği mitinglerle, emniyete ve polise övgüler düzerek sistemin tahkimi için kolları sıvadı bile.

Ancak bu hareket yine de demokratikleşme adımlarının atılması konusunda hükümete baskı uygulayabilir. Park forumlarında dile getirilen ve neredeyse herkes tarafından kabul edilen yüzde 10 seçim barajının kaldırılması isteği bu hareketin gündemine alacağı temel taleplerden biri olabilir.

Ekonomik açıdan ise, kentin finans ve turizm bakımından en önemli merkezinin iki hafta boyunca işlemez olmasının elbette bir karşılığı olacaktır. Ama esas olarak, isyanın ilk günlerinde borsadaki düşüş ve dolardaki yükselme, ekonomideki kırılganlığı açık bir biçimde ortaya koydu. Bu dalgalanma, şimdilik üstü kapatılmaya çalışılsa da, bütün siyasî varlığını ekonomik istikrar söylemine borçlu olan bir iktidarın denge yitimi yaşamasına neden olabilir. Ekonomideki bu sendeleme siyasî yapının kâğıttan kaplan misali dağılmasına ve uzun zamandır verilmeye çalışılan ekonomisi güçlü ülke imajının kırılmasına yol açabilir.

Gezi direnişinin Gezi Parkı’ndan çıkıp ülke genelinde parklarda ve meydanlarda sürdürülen bir doğrudan demokrasi arayışına dönüşmesi önümüzdeki günlerde hareketin örgütlenmesi açısından umut verici. Ve bu arayışın kendi araçlarını, yöntemlerini ve dilini yaratmakta oldukça başarılı olduğunu görmek çok güzel. Cihangir parkında yapılan Beyoğlu forumları sırasında bir direnişçinin dile getirdiği ifadeyle söylersek “yeni bir köy kurduk, yeni köye eski âdet getirmeyelim”. Sürecin nasıl bir evrim göstereceğini hep birlikte göreceğiz. Ama şurası açık ki, cin şişeden çıktı, on yıllardır uyuyan Türkiye halkı artık uyandı ve bundan sonra hiçbirşeyin eskisi gibi olamayacağını çok iyi biliyoruz.

Gilles Deleuze’ün mottosu yol gösterici olsun hepimize: “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur”.

-----------------------------------------------------------------------

Deniz Özgür

1982 Adana doğumlu. Pamukkale Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ile İstanbul Üniversitesi Antropoloji bölümünde okudu. İmece-Toplumun Şehircilik Hareketi üyesi. Gezi direnişinde en başından beri yer aldı.