Pazar günleri Ankara’daki Ayrancı pazarı iki bölüme ayrılıyor: Bir tarafta organik ürün satıcıları, öbür tarafta ise küçük köylü üreticileri. Organik ürün satıcılarının köylülerden rahatsız olup belediyeye şikâyet ettiğini öğrendik. “Biz organik ürün satıyoruz, ama müşteri köylülerden alışveriş yapıyor. Köylüler başka bir gün satış yapsın” diyorlar. Bunun üzerine, belediye köylülerin sadece perşembe günü satış yapmasına izin verme kararı almış. Köylülerle organik ürün üreticileri arasındaki bu gerilim yerel bir hadise mi?
Metin Özuğurlu: Hayır, pazar yerinde yaşanan bu mücadele küresel ölçekte yaşanan bir sürecin mikro düzeye yansımaları olarak görülebilir. Son 20 yılda, çokuluslu sermaye gruplarının tarım ürünlerine doğrudan nüfuz etmesiyle tarım ürünleri spekülatif piyasanın metası haline geldi. Kapitalizmin hiçbir döneminde tarım ürünleri fiyatları üzerinden böylesi bir spekülasyona rastlanmamıştı. Çokuluslu sermaye nüfuzu sermaye yoğun bir tarım üretimi anlamına geliyor. Kullanılan ilaç ve genetiği değiştirilmiş tohumlardan dolayı verimlilik değişti, bire yüz veren topraklar artık bire bin veriyor. Tohumun yapısıyla öyle bir oynanıyor ki, müthiş verimli tohum cinsleri elde ediliyor. Bire bin verimle organize edilen bir tarımsal üretim karşısında küçük üreticinin durması mümkün değil. Küçük üreticinin hızla tasfiye edilmesi de zaten uluslararası düzeyde ortak bir beklenti. Tarımda küçük üreticilik kategorisinin geleceği konusunda akademi de ikiye bölünmüştür. Bir taraf küçük üreticinin bir ara unsur olduğunu ve kapitalizm geliştikçe tasfiye olacağını savunur; diğer taraf ise toprağa, metalaşmamış kimi araçlara sahip olmanın ayrıştırıcı bir özelliği bulunduğunu, küçük üreticinin kendine has özelliklere ve muazzam bir uyum kapasitesine sahip olduğunu, hâkim üretim tarzına eklemleneceğini savunur. Son dönem tarım tartışmaları artık besin-gıda rejimi üzerinden, analizler ise pazar merkezli yapılıyor. Gıda rejimi analizlerinin başat konusu daha çok marketler, organizasyonlar. Bugün artık tarımda küçük üreticinin şansı olmadığı yönünde yaygın bir kanaat var. Pazardaki didişme öyküsüne dönersek; bilinçli kesimlerin tüketim davranışlarındaki farklılıklara göre pazar da tepki veriyor. Organik ürünlerin üretimi maliyetli ve riskli, çünkü ilaç kullanılmıyor. Organik tarım yapılan toprak çevredeki ilaçlı topraklardan yalıtılmalı. Dolayısıyla, bu riskleri de büyük sermaye grupları üstlenebiliyor. Bu işi kapitalist girişim olarak gören firmalar organik gıda üretimini örgütlüyor. Küçük köylülük de buna bir şekilde eklemleniyor. Sözleşmeli çiftçilik ilişkisiyle küçük köylülük bu işi organize eden çokuluslu firmaların taşeronuna iş yapıyor. Köylülerin bahçesinde, bostanında yetişen ürünlerini alıp kent pazarına getirmesi ve tüketiciye sunması Anadolu’da yaygın bir durum. Bu bir küçük üretici davranış biçimi ve küçük üreticinin pazara eklemlenme sürecidir. Organik ürün işletmelerinin bunu bir tehdit olarak görmesi anlaşılır bir durum, çünkü küçük üretici fiyat kırıyor. Bir de doğal süreç sonucu orada. Diğer yandan, bu ürünlerin organik olup olmadığı tartışmalı. Zira tarım ilaçlarının kullanımı Anadolu topraklarında tahminlerimizin de ötesine ulaşmış vaziyette. Ama ziraî ilaçlardan arındırarak tarımsal üretim yapmanın özellikle kıyı şeridindeki küçük üreticiler tarafından bir ayakta kalma stratejisi olarak benimsendiği görülüyor. Organik ürünlere talep artıyor. Bu ürünlerin fiyatları piyasa dalgalanmalarına tabi değil, önemli bir getirisi var. Organik gıda işletmelerinin alt üreticisi olma yönünde eğilimler görülüyor. Küçük köylülüğü bu şekilde örgütlemek önümüzdeki dönem Anadolu’da daha da yaygınlaşabilir. Saha çalışmamda “Küçük üreticilik mevcut tasfiye koşullarına direnebilecek mi? Direnme ve yeniden oyun kapasitesi nedir?” sorusuyla yola çıktım. Küçük üreticiliğin bir organik ürün üreticisi olarak mevcudiyetini sürdürmesi söz konusu. Ama burada kritik olan husus şu: Küçük üreticilik varlığını sürdürecek tabii, ama bunun için sermayenin doğrudan nüfuzunu da geriletmesi gerekecek. “İşçi gibi davranarak varlığını sürdürecek” diye paradoksal bir ifade de kullanabiliriz.
Küçük üretici kimin işçisi olacak?
Yaşadığı yerin yakınındaki bir hizmet iş kolunun işçisi olabilir, oluyor da zaten. Tarım dışı istihdam alanlarına yönelmek güçlü bir eğilim. Kırsal nüfus son on yılda dramatik bir azalma gösterdi ve genel nüfus içindeki oranının yüzde 20’lere gerilediği ileri sürülüyor. Ben gerçek durumun bunun biraz daha altında olduğu kanısındayım. İç Anadolu, Doğu Anadolu büyük ölçüde boşalmış durumda. 1990’lı yıllara kadar tahıl üretiminin yapıldığı ve küçük köylülüğün hâkim olduğu köyler bugün üretim birimi olmaktan çıktı, köy artık bir üretim ünitesi değil, sadece yaşlılar yaşıyor. Anadolu köylerinin birçoğu böyle. Ticarî tarım ürünlerinin üretildiği yerlerdeyse küçük üreticiler emek yoğun ürünlerden emek yoğun olmayan ürünlere geçiyor. Pamuk yerine nar ekiliyor örneğin. Hane emeğinden tasarruf etme eğiliminde oldukları görülüyor. 30 yaş altı nüfus hane dışı gelir getirici işlere yöneliyor. Köyde tarımsal faaliyet sürdürenler bu mesleğin kendileriyle birlikte öleceğini söylüyor. Örneğin, tohumdan fidan yetiştirme bitmiş durumda. Domates üretenler artık tohum ekmiyor, küçük üretici de çokuluslu şirketlerin kurduğu fideliklerden fide alıyor. Bu konuda yasal düzenlemelere gidiliyor. Bizim aramızda tohum takası yapmamız artık bir suç mesela. Ekilecek tohumlar lisanslı olmak zorunda. Belediyelerin yaptığı tohum takaslarına bile soruşturma açılıyor. Lisanslı tohumlar çokuluslu firmaların denetiminde ve o tohum tekrar elde edilemiyor, yeniden ekmek için bir kısmı ayrılamıyor. Zaten sermaye tarıma iki kanaldan giriyor: tohum ve ilaç. Tohumculuğu tamamen kontrol altına almış durumdalar.
Köylüler büyük bir emekle tohumdan fidan elde ederken şimdi çok daha ucuza fide alabiliyor. Uzun vadede bu neden köylünün aleyhine?
Küçük üreticiliğin direnme ve yeni koşullara uyum gibi iki büyük yeteneği var. Bunları sermaye nüfuzuna kapalı, özerk bir alanda, büyük ölçüde kendi hane emeğinin etkinliğiyle gerçekleştirebiliyor. “Küçük üretici uyum kapasitesine sahiptir” derken aslında sermayenin henüz nüfuz edemediği özerk alanları vardır diyoruz. Kendi emeği, bir parça toprağı, bu işi sürdürebilecek üretim araçları vardır. Ne var ki, artık bunlar yok oluyor. Küçük üreticilik sermaye kapanı içinde faaliyet gösteren bir birim haline dönüşüyor. “Küçük Köylülüğe Sermaye Kapanı” ismiyle kitaplaştırdığım çalışmadaki ana gözlemim bu. Eski biçimiyle küçük meta üreticiliği artık ortadan kalkmıştır. Fideyi üreten çokuluslu firma fide fiyatları üzerinde oynayabilir. İstediği ülkeye verimli fideyi ihraç eder, istediği ülkeye etmez. Küçük üreticinin buna etki edebilme gücü yok. Bilgi de ortadan kayboluyor. Tohumdan fideye uzanan ve köylülüğün aslını oluşturan bilgidir bu: Ne zaman su verilir, ne kadar verilir, hastalık belirtileri nelerdir?.. Köylüler artık bu bilgiyi yitiriyor.
Kapitalist modernleşmenin köylüler üzerinde yarattığı tesiri konuşurken akla ister istemez John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” romanı geliyor. 1930’ların Amerikalı köylülerinin “banka” karşısındaki yenilgisinden farklı olarak ne yaşanıyor şu anda?
Benzer şeyler yaşanıyor, ama farklılık da var. “Köy ayaklı işçiler” diye ifade ettiğim bir kategori oluştu. Kır-kent ilişkisi bakımından yeni bir olgu bu ve bütün dünyada gözleniyor. Köyde yaşayan 30 yaş altı insanlar organize sanayi bölgelerinde, sermaye gruplarının fabrikalarında, 19. yüzyıldaki vahşi kapitalizm dönemini andırır koşullarda çalıştırılıyor; bunlar köy ayaklı işçiler. Bir saatlik mesafelerden servis araçlarıyla fabrikalara taşınıyorlar, en az 12 saat çalışıyorlar, hiçbir hakları yok, asgari ücret alıyorlar, bazen daha da altına çalışıyorlar. Çocuk işçiler de çalışıyor. “Gazap Üzümleri”nde okuduklarımız tüm dramatikliğiyle yaşanıyor. Bu insanlar bankalara borçlu, borçlarını ödeyemiyorlar, ya hapis yatıyorlar ya da topraklarına el konuyor. Bankalarla köylüler arasındaki ilişki önümüzdeki dönemin hem siyaseten hem de toplumsal mücadeleler bakımından en önemli başlıklarından birini oluşturacağa benziyor. Köylüler her sıkıştıklarında finans meselesini banka ile çözmeye çalışıyor. Tarımsal üretimi desteklemeye dönük düşük faizli tarım kredileri de değil aldıkları. Banka sermayesini tarımsal üretimine kredi olarak kullananlar için zorlu bir süreç yaşanıyor ve bu daha da dramatikleşeceğe benziyor. Bankalar doğrudan sermaye nüfuzunun finansal merkezi olarak çalışıyor. Mesela, “damla sulama kuralım, ziraî ilaç gereksinimini karşılayalım” diyorlar. İpotek olarak tarlaları alıyorlar. Bu süreç büyük ölçüde denetimsiz bir şekilde sürüyor. Öte yandan, küçük üreticiliğin karakteristiği gereği devletle kurduğu ilişki hep çok önemliydi. Bu ilişki de zayıfladı. Küçük üreticiler yaygın tarımsal destek organizasyonları, tarım kredi kooperatifleri (TKK) aracılığıyla devletin kolladığı bir kesimdi. Tarım kredi kooperatiflerinin her köyde şubeleri vardı. Sübvansiyonlarla küçük üreticilik ayakta tutulmaya çalışılırdı. Devletin de en önemli toplumsal desteğiydi küçük üreticilik. Bu çözüldü artık. Köylü artık tamamen bankalarla karşı karşıya. Devlet tarımsal girdilerde sübvansiyona dayalı geleneksel destekleri sürdürmüyor, ürün desteklemeleri yapıyor. Fakat bu da berbat bir hal almış vaziyette. Hangi ürünlerin destekleneceği ve destekten yararlanma koşulları ilan ediliyor, tarla tapusu veya kira sözleşmesi, o ürünün satış belgesi, ürünü yetiştirdiğinize dair ilgili ziraat mühendisinin onayı, dönüm başına verimlilik miktarı gerekiyor. Fakat, ürün yokken de imza atılıyor. Elde edilen ürün miktarıyla gerçek miktarlar arasında dağlar kadar fark var.
Yani devlet, aslında desteklediği ürünü yetiştirmeyen, ama yetiştirmiş gibi belge gösteren üreticiye kaynak mı sağlıyor?
Evet.
Bu bir tür gizli sübvansiyon mu?
Öyle denebilir. Özellikle küçük üretici için. Tabii bunlar küçük paralar. Bunu alan köylü ihya olmuyor, ama köyden de göç etmiyor.
Siyasî sonuç elde etmek için uygulanan bir popülist yaklaşım mı bu?
Popülizmden ziyade, şahsîleşmiş yüz yüze ilişki çerçevesinde oyu garantiliyor aslında. İlçe tarım müdürlükleri bu uygulamayı muhtarlar aracılığıyla sürdürüyor. Desteklemeden yararlanacak çiftçileri ilçe tarım müdürlüğü onaylıyor. Bu kurumlar da çok politize. On yıldır taşrada mülkî idarenin taşra örgütü, yerel eşraf ve eğer varsa tarikat-cemaat yapısı, bunlar yerel bir iktidar bloğu gibi çalışıyor. Seçimlerde muazzam bir şekilde her olanağı seferber ederek doğrudan oy davranışını belirleme eğilimi içindeler.
Köylü üreticiliği gözden çıkarıldı mı?
Evet. Bire bin verimle çalışan bir ürünün fiyatı karşısında duramazsınız zaten. Küçük üreticinin toprak mülkiyeti biçimi de sermaye nüfusu önünde bir engel teşkil ediyor. Küçük üreticileri bir kooperatif altında toplamak ve bunun aracılığıyla üretim için gerekli organizasyonun her bir ayağını düzenlemek istiyorlar. Ayrıca, sebze-meyve hallerini de ortadan kaldırmak istiyorlar. Zira çokuluslu sermaye açısından hal üretici ile arasına giren bir asalak yapı gibi. Ama asıl olan toprakları daha büyük ölçekte birleştirme eğilimi.
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde artık işlenmeyen, meraya dönüşen toprakların yeni sahibi bu çokuluslu şirketler mi? Bu toprakların köylülerin elinde kalmasının olanağı var mı?
Mevcut koşullarda bunun çok zor olduğu, doğrudan doğruya bir siyasal mücadele ve programla ilişkilendirilerek oluşacağını söyleyebiliriz. Verili iktisadî koşullarda bu zor, ama bunun yasal altyapısı da hazırlanıyor. Birincisi, Köy Yasası değişti. Köylerin bütün ortak malları ve sahibi belli olmayan topraklar muhtarlık altında birleştiriliyor. Böylece önce bir toprak temerküzü sağlanacak. Bu durum muhtarların hoşuna gidiyor, çünkü güçleniyorlar. Daha sonra muhtemelen muhtarla girilecek bir satma veya kiralama ilişkisiyle bu toprakların değerlendirileceği anlaşılıyor. Tabii bunun özel mülkiyet rejimini derinleştirecek etkisi olacak. Köy ortak malları anılarda kalacak. Aslında, köy denilen mefhum ortadan kaldırılıyor. Çünkü köy esas olarak ortaklaşa paylaşılan varlıklar üzerinde oluşur. Siz bütün meraları, otlakları köyün ortak malı olmaktan çıkarıp özel mülkiyet haline getirseniz, köy başka bir şeye dönüşür. Bizim köylümüzün toprakla ilişkisi bir mülk ilişkisinden ziyade sahiplik ilişkisidir. Merayı, otlağı kullandığı ölçüde sahiplenir. Fakat bu ilişki mülk ilişkisine dönüştürülüyor. O köylü bir nesil sonra orayı elden çıkartacak. Böylece kendi ata toprağıyla, köyüyle bağlantısı tümüyle kopmuş bir kentli nüfus oluşacak. 1980’lere kadar, köylerden göç edenler topraktan bütünüyle koparak gelmiyordu. Şimdi ise tam bir köksüzleşerek göçme yaşanıyor. Diğer yandan, Büyükşehir Yasası onaylandı. Otuz il artık büyükşehir statüsünde. Bu, Türkiye’nin coğrafî büyüklüğünün yarısına, nüfus olarak da üçte ikisine denk geliyor. Otuz ildeki köylerin tamamı köy tüzel kişiliklerini kaybetti ve mahalleye dönüştü. Böylece, köy arazileri arsalaştı. Dolayısıyla, toprağın sermayeleşmesi denen sürecin önü basit bir yasa değişikliğiyle açılmış oldu.
Kitabınızda köylülerin 1950’lerden itibaren göçe hazırlandığını, ‘80’lerin ortasından itibaren kitlesel bir göç olduğunu, ‘90’lardan 2000’lere doğru ise köyde kalıp köylülükten kopmanın yaşandığını söylüyorsunuz. Yani insanlar köyde kalmaya devam ediyor, ama tarım veya hayvancılıkla uğraşmak yerine yakınlardaki fabrikalarda işçi olarak çalışıyor. Köylüler temelli köyden kopmak yerine işçi olarak köyde kalmayı mı tercih ediyor?
Benim tespitime göre, bu yasal müdahalelerle köy ayaklı işçilik yaygınlaşıyor. Ama şu da var, Ekonomi Bakanı Ali Babacan, Türkiye’nin Avrupa ile kıyaslandığında temel probleminin ölçek küçüklüğü olduğunu ve bunun hızla, anlamlı bir ölçeğe kavuşturulması gerektiğini söylüyor. Sermaye nüfuzunun derinleşebilmesi için de bu gerekiyor. Bu müdahalelerle göçe zorlanarak köksüzleşmek de ivme kazanacaktır. Bu, kaotik bir ortamın doğmasına da yol açıyor. Kentlerde yaşam çok pahalı, emeğin yeniden üretimi tümüyle metalaşmış vaziyette. Ama ücret geliri elde edecek iş yok, veya düşük ücretli ve güvencesiz işler var. Dolayısıyla, insanlar emeğin yeniden üretiminin maliyetini daha düşük tutabileceği yerde kalmak isteyebilir. Örneğin, köyündeki damında kalmak geçim stratejisi olarak anlamlı olabilir. “Emekli olayım köyüme gideyim”, “kentte geçinemiyorum, köyüme döneyim” yönünde eğilimler de var. Burada kritik olan kesim çocuk ve genç nüfus, toplumsal eşitsizliği en dramatik biçimde bu kesimler yaşıyor. Memleketin toplumsal eşitsizlik manzarasını ortaya koyan fotoğraflardan biri de eğitim. Eğitimde en ileri düzey ile en geri düzey arasındaki mesafenin en açık olduğu ülkenin Türkiye olması şaşırtıcı değil. Nüfusun sadece küçük bir kesimine çok iyi düzeylerde eğitim veriliyor.
1990’ların kitlesel göçünün içinde Kürtlerin de göç ettirilmesi hikâyesi var. Kürt köylüleri ucuz iş gücü olarak istihdam edilmeye başladı. Yoğun emek gerektiren işlerde artık çoğunlukla Kürt mevsimlik tarım işçileri istihdam ediliyor. O bölgelerde topraksız ama işçi olan köylüler de bu karşılaşmadan hoşnutsuz oluyor ve “Kürtler geldi, ekmeğimizi aldı” diyerek ırkçı tepkiler gösteriyorlar. Bu nüfus hareketlenmesi Türkiye’deki toplumsal yapıyı nasıl etkiliyor?
Kırsal nüfusun göç etmek suretiyle kentlere taşınması meselesinin sosyolojideki üst başlığı proleterleşme/işçileşmedir. Kır boşaltmaları meselesiyle yaşanan, çok dramatik bir göçtü ve köksüzleşerek işçileşme denen olgu çok travmatik boyutlara ulaştı. Bunun Türkiye’nin siyasal, sosyal dokusu üzerinde zamana yayılan çok büyük, kalıcı etkileri olacak. Zorunlu göç veya köy yakmalar, güvenlik merkezli verilen bir karardır. PKK’nin kır desteği kırlar boşaltılarak engellenmeye çalışıldı. Kentlere gelen Kürtlerin en fazla kimlik talep ederek siyasallaşacağı ve AB ile bütünleşen Türkiye’nin ulusal hareket olarak yenilgiye uğramış bir kimlik hareketinin taleplerini kontrollü bir biçimde teslim edeceği düşünüldü. Bunlar tabii böyle toplum mühendislikleriyle yürümüyor, bu şimdi açığa çıktı. İşçileşme meselesine dönersek, bütün büyük kentlerde ve Güneydoğu’daki Kürt kentlerinde iş gücünün en vasıfsız, en eğitimsiz havzasını göç ettirilen Kürt işçiler oluşturdu. Doğrudan doğruya vahşi sömürü koşullarına tâbi çalışmanın hedefi oldular. Taşeronlaşmanın yaygınlaşmasıyla kapitalizmin mevcut biçimine de uyum gösterdiler. Kürt iş gücü geleneksel ilişki ağları içinde hemen örgütlenebiliyor. İç Anadolulu bir işçi bunu yapamayabilir. Ama Kürtlerin geleneksel bağları taşeron tarzı istihdam biçimine yatkın olduğundan bütün vahşi çalışma koşullarına tâbi oldular. Tersanelerin gemi söküm işlerinde, belediyenin en berbat işlerinde, inşaat işlerinde Kürt işçiler çalıştılar. Hatta bir dönem Kürtlerin kendi sendikalarını kurma tartışmaları yaşandı. Sendikalar hep ulusal düzeyde örgütlenmiş olduğu için Kürtlerin buralardaki temsiliyeti hep yok mertebesinde kaldı, Kürtler kimlikleriyle sendikalarda yer alamadılar. Dolayısıyla, Kürt işçilerin genel özelliğidir sendikasızlık. Türkiye’deki işçi hareketinin 1990’lardan sonra içine girdiği bunalımı aşamamasında, zorunlu göçlerle oluşan Kürt bölüğünün özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Kürt işçi bölüklerini örgütlemek konusundaki çekingen tutum sendikacılık hareketinin krizini de besledi.
Türkiye işçi sınıfı Kürtleşti tespitine katılıyor musunuz?
Bunu bir demografik özellik olarak söylersek doğru tabii. Daha önce olmayan sayıda Kürt iş gücü piyasasına dahil oldu. Ama bunu bir sınıf aidiyeti biçiminde düşünemeyiz. Demografik olarak evet, ama politik olarak öyle olduğunu düşünmüyorum.
Tarım politikalarının mağduru olan köy kökenlilerin bir araya gelerek yeni bir mücadelenin aktörü olabileceğini düşünüyor musunuz? Bunun olanakları var mı?
Bence var. HES’lere ve maden şirketlerine karşı köylü mücadelelerinde bunun öncü verilerini görüyoruz. Bunun potansiyelinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, ölçek küçüldükçe gündelik yaşamdaki siyaset hacminin daha da arttığını görüyorum. Mahalle kahvesinde belki futboldan daha çok söz ediliyor, ama köy kahvesindeki insanlar siyaset konuşuyor. Köylerde kulaklar da açık, gözler de. Dolayısıyla, klientalist ilişki biçimine de açıklar. Ölçek küçüldükçe iktidar partisine verilen muazzam oylar da bunu gösteriyor. Ama tam da bu yüzden yaşam koşulları üzerindeki kalıcı tahribatları, topraklarının elden gitmesini çok net olarak görüyorlar. Artık dertlerini anlatacakları “devlet baba” da yok. Kendi aralarında birlik teşkil etmek suretiyle siyasal alanı doğrudan belirleme dışında bir şans bırakmıyor hayat onlara. Toplumsal mücadelelerin önemli bir öbeğinin kentlerde de köy temelli dayanışma dernekleri üzerinden geliştiğini düşünüyorum. Bunlar aynı zamanda bir sosyal dayanışma hattı, dolayısıyla siyasî birlik olarak da işlev görüyor. Birçok kişinin Gezi direnişine köy dernekleri ağı üzerinden dahil olduğunu biliyorum.
Çalışmanız sırasında Trakya’dan Urfa’ya kadar 10 ilde 22 köye gittiniz. Bölgeler arasında nasıl bir fark gözlemlediniz?
Küçük üreticiliğin bölgelere göre karakterini belirleyen esas şey ürün yelpazesi. Ürün çeşidi hane emeğini kullanma biçimini, sermaye nüfuzuna karşı pozisyonu, piyasayla ilişkiyi belirliyor. Bu biliniyordu, teyit edilmiş oldu. Bu çalışmada emek yoğun ürün türlerinden hızla uzaklaşıldığını gözlemledim. Tarım mekanizasyonu bakımından teknoloji seviyesi oldukça yüksek. Emek yoğun süreci ortadan kaldıracak teknikler işin içine girmiş ve bunlar bir müteşebbis faaliyeti haline gelmiş. Örneğin, küçük üreticinin doğrudan ve sürekli bulundurmasına gerek olmayan bir makine bir müteşebbis tarafından satın alınmış, bu müteşebbis köyleri dolaşarak küçük üreticinin gereksinim duyduğu teknolojik desteği belli bir kira karşılığında sunuyor. 30 yaş altı nüfus tarım dışı alana kaymış. Beni en çok çarpan şey ise şu oldu, tarımsal üretimi sürdüren köylü bu üretimi “riskli” olarak ifade ediyor! Bu çok çarpıcı, çünkü “risk” kentli bir kavram. Ürün girdileri ve fiyatlarının piyasanın serbestisine bırakılmasının yarattığı belirsizlik risk algısı yaratıyor köylüde. Güvencesiz koşullarda da olsa ücreti belli bir işte çalışmak çok daha az riskli ve tercih edilebilir bir şey haline gelmiş. Riskin artık kırın da terimi olması piyasaya bağlılığın ve sermaye nüfusunun kat ettiği mesafeyi göstermesi bakımından kritik. Küçük üreticiliğin artık ayrı bir üretim biçimi olarak değil belki ama, hane temelli bir birim olarak sermayeye bağımlılığını derinleştiren adımlar atmak suretiyle kendi varlığını sürdüreceği; eski özerk konumuna dönebilmesi için sermayeye bağımlılığı kıracak bir politik yönelime girmesinin gerekli olduğu, bu anlamda ancak işçi sınıfı gibi davranarak eski özerk konumuna dönebileceği sonucuna ulaştım. Bunun dışında, tarımsal destek kaynaklarının kötüye kullanımı bakımından hiçbir fark yok bölgeler arasında. Bu, genel bir eğilim ama ciddi bir bağımlılık da yaratmış bulunuyor. Yarın öbür gün bu destekler verilemez duruma geldiğinde bu da toplumsal kalkışmanın bir vesilesi olabilir.
Bu desteğin arkasında toplumsal bir kalkışmayı engelleme amacı da olabilir mi?
Ekilmeyen ürünlere destek verme Dünya Bankası (DB) projesidir. Tarım girdilerini sübvanse etmeye dönük TKK yapısını tasfiye etmek için yeni teşvik biçimleri DB fonlarıyla kuruldu. Bu fon, ekmeyene para verme biçimindeydi. DB’nin metinlerinde, “yoksulluğun yönetimi” adı altında, bu nüfusun ciddi bir güvenlik tehdidi oluşturduğu, kontrol altına alınması gerektiği, dramatik yoksullaşmanın önlenmesi ve sosyal patlamaların önünün alınması amaçlar arasında zikrediliyordu. Bu fonlarla köylüye köyde bir tüketici olarak yaşamasına olanak sağlayan bir miktar veriliyor.
Türkiye’nin 20 yıl sonrası için bu konuda nasıl bir öngörüde bulunulabilir?
Türkiye’nin de dahil olduğu gelişmekte olan Hindistan, Çin, Brezilya gibi ülkeler ücretli emek havuzunu son 20 yılda ikiye katlamış durumda. Bu olağanüstü bir durum. Dört asırlık kapitalizmin hiçbir döneminde, hiçbir coğrafyada 20 yılda işçileşme ikiye katlanmamıştır. Ne demek bu? Bütün ücretler, muhtemelen esas olarak vasfı düşük olanlar, sürekli olarak dibe doğru yarışıyor. Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğunu yaşayan bir ülke bu anlamda yok. Kapitalizmin mevcut dinamikleri içinde geçimlik alanlardan, kendine yeter olanaklardan hızla kopartılan nüfus hızla iş gücü piyasasına fırlatılıyor. Emeğin yeniden üretim koşulları da tümüyle metalaşmış durumda. Meta dışı alan yok neredeyse. Barınma, sağlık, eğitim, ulaşım gibi tümüyle nakit para ihtiyacı duyulan bir hayatın içine atılıyor insanlar. Nakit parayı nasıl temin edeceksiniz? Emek gücünüzü satarak. Sistem finanslaşıyor, finanslaşma derinleşiyor. Dolayısıyla, istihdam yok, istihdam olsa bile güvence yok. Bir kuşak önce, bir işe girmiş, girdiği işte sebat etmiş insanlar oradan emekli olmuştu. Biz sürekli iş değiştiren, bir işten diğerine savrulan, iş ile işsizliğin iç içe geçtiği bir iş gücü piyasası deneyimi yaşayan insanlarız. Bu gidişat toplumsal kalkışmaların, eşitlik ve özgürlük temelli taleplerin ön planda olacağı yöne doğru Türkiye’nin aktığını gösteriyor. Kapitalizmin neoliberal biçiminin kendi sınırlarına çoktan yaslandığını ve artık sarkacın farklı bir yöne doğru ilerleyeceğini, özel mülkiyet yerine daha çok ortaklaşa paylaşılan varlıklar mefhumuna dönülmeye başladığını ve böyle bir dünyaya doğru gideceğimizi düşünüyorum. Bu anlamda, bu karanlık dünya içinden optimist bir gelecek çıkacağını düşünüyorum.
---------------------------------------------------------------------
Metin Özuğurlu
ODTÜ Sosyoloji bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne araştırma görevlisi olarak girdi. İşçi Sınıfının Oluşumu Üzerine Bir Çözümleme Çerçevesi: Anadolu’da Bir “Küresel Fabrikanın” Doğuşu (Denizli Örneği) başlıklı çalışmasıyla doktora derecesi alan Metin Özuğurlu 2012’de profesörlüğe yükseltildi.
İrfan Aktan
1981 Hakkâri-Yüksekova doğumlu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Aynı üniversitenin Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yaptı. “Nazê/Bir Göçüş Öyküsü” ve “Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu / Faşizmin Şartı Kaç?” isimli iki kitabı bulunuyor. Birgün gazetesi ve Nokta, Newsweek Türkiye, Yeni Aktüel dergilerinde çalıştı, İMC TV’nin Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. Halen Express dergisinde muhabir ve yazar olarak görev yapıyor.