Ergenekon soruşturmasının başlangıcında, Türkiye toplumunun pek çok kesiminde olumlu ve iyimser bir algı ile hava hakimdi. Başlangıçta, bu sürecin Türkiye Devleti içerisinde, yine devletin bilgisi, gözetimi, denetimi altında oluşturulduğu düşünülen yasadışı yapıların tasfiyesine yol açacağı, geçmişin pek çok karanlık olayının aydınlatılacağı, sorumluların cezalandırılacağı, gerçek ve tatmin edici bir hesaplaşmanın yaşanacağı umulmuştu. Bu anlamıyla Ergenekon soruşturma ile davasının, hukukun egemen olduğu açık, adil, özgürlükçü, çoğulcu ve demokrat bir toplumun inşası açısından bir olanak olduğu konusunda pek çok kişi hemfikirdi.
Ancak devam eden süreçte, soruşturmalarda, davalarda izlenilen polisiye yol ile adli/hukuki pratik, başlangıçtaki olumlu havayı, davaların, soruşturmaların yeni, adil bir toplumun inşasında bir olanak olduğu umudunu ciddi olarak aşındırdı. Gerek kapsaması gereken kimi kişi ile olayların soruşturma ile dava süreci dışında bırakılması, gerek Ergenekon kapsamında değerlendirilmesi zor kimi olay ya da kişilerin bu kapsama alınması, gerekse soruşturmalarda, yargılamalarda izlenen yolların, yöntemlerin ulusal ve uluslararası hukuka uygunluğu tartışması, Ergenekon Davası bir olanak mı, yoksa bir handikap mı ikilemine yol açıyor.
Bu ikilemin daha iyi anlaşılabilmesi için, Ergenekon dava süreçlerinin kimi yönleri ile ele alınması, adli işleyişin ulusal ve uluslararası hukuka uygunluğunun tartışılması gerekmektedir.
Ergenekon adı nereden geliyor?
Ergenekon esas olarak, Türklerin milli bir destanının adıdır. Bu isimde bir örgütün adı varlığı ilk kez 1997 yılında Can Dündar ile Celal Kazdağlı tarafından hazırlanan ve Show TV’de yayımlanan 40 dakikalık belgeselde geçiyor.
2001 yılında ise eski gazeteci Tuncay Güney’in bir otomobil kaçakçılığı soruşturması nedeni ile gözaltına alınması nedeni ile yapılan aramada, bu kişinin evinde ve iş yerinde Ergenekon Örgütü’ne ait olduğu öne sürülen altı çuval dolusu doküman bulunuyor.
Dava ve soruşturma dosyasına Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından gönderilen belge ile bilgilere göre teşkilat, ‘Ergenekon’ adlı bir örgütün varlığını ve ordu içerisinde örgütlendiğini 2002 yılında kendisine gelen bir ihbar ile öğreniyor. İhbarcı kendisinin polis memuru olduğunu belirttikten sonra, ihbar yazısına altı adet CD de ekliyor.
Ancak, tüm bu bilgi ve belgelere rağmen herhangi bir adli soruşturma başlatılmıyor ve MİT elindeki bilgileri çok uzun süre siyasi iktidar ile paylaşmıyor.
Soruşturma süreci ve handikaplar
Bilindiği üzere ‘Ergenekon’ adı verilen örgüte ilişkin soruşturma, 2007 yılı Haziran ayında İstanbul Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında bulunan 27 adet el bombası üzerine başlatılıyor.
Bulunan bombaların izini süren polis teşkilatı, örgütlü suçları soruşturmakla görevli olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ilgili birimini durumdan haberdar ediyor. Savcılık, Güney’in ifadeleri ile ondan ele geçen belgeleri de kullanarak bu tarihten sonra çok sayıda arama, yakalama, gözaltına alma kararı veriyor.
Bu tarihten sonra yürütülen soruşturma ile çok sayıda kişi gözaltına alınıp tutuklanırken çeşitli yerlerde toprağa gömülü şekilde silahlar, bombalar ve mermiler bulunuyor.
Genel algı, ‘Ergenekon’ adı verilen örgütün NATO’ya üye hemen her ülkede bu pakt tarafından kurulduğu bilinen ‘Komünizm karşıtı’ illegal yapının Türkiye ayağı olduğu, soruşturma sonucu bu yapının tamamen lağvedileceği, bu örgütün tüm faaliyetlerin açığa çıkarılacağı, sorumlularının yargılanacağı, bunun toplumsal bir arınmaya ve demokratikleşmeye yol açacağı yönünde.
Ancak, zaman geçtikçe soruşturmaya yönelik bu iyimser beklentinin takip edilen soruşturma usulü ile kapsamı nedeniyle sarsıldığı görülüyor.
Yukarıda değinildiği gibi, bu örgütün pek çok karanlık eylemin sorumlusu olduğu, bu soruşturma ile bu sürecin tasfiye edileceği beklentisi gittikçe zayıflıyor ve Türkiye’de hukuk güvenliği ile hukuk devleti ilkelerini en azından belli bir kısım insan için tartışmalı hale getiriyor.
Öncelikle NATO tarafından üyesi her ülkede kurulan ve bunların pek çoğunca lağvedilip sorumluları yargılanan örgütün, Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) sonradan ‘Özel Kuvvetler Komutanlığı’ (ÖKK) adını alan Seferberlik Tetkik Kurulu bünyesinde oluşturulduğu konusunda yeterli şüphe olmasına rağmen kurul veya ÖKK soruşturmaya dahil edilmiyor. Bu komutanlığın faaliyetleri sır olarak kalmaya devam ediyor.
Bu örgütün kuruluşunun 1950’li yıllara dayandığı ve o zamandan bu yana Türkiye’de 6-7 Eylül, Maraş Katliamı, 1 Mayıs 1977 gibi çok sayıda olayın bu örgütün faaliyeti çerçevesinde gerçekleştirildiği tahmin edildiği halde, soruşturma 2001 yılından sonrasına hasrediliyor. Geçmiş olaylar ve bunların failleri soruşturma konusu yapılmıyor.
Önceki paragrafta değinildiği gibi, bu örgütün Türkiye’de gerçekleştirilen pek çok ‘karanlık’ olayın planlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu, 2000’li yıllarda dahil pek çok suçun bu çerçevede işlendiği bilinmesine rağmen bu suçlar ile bunların bireysel failleri soruşturmalara dahil edilmiyor. Soruşturma Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ülke yönetimine gelmesinden sonraki dönem ile sınırlı olarak, aslen mevcut hükümeti devirmeye ya da itibarsızlaştırmaya veya yıpratmaya dönük bir çerçeve içerisinde yürütülüyor. 2000 yılından sonra geçekleşen birkaç olay ve suç dışında, sanıklara isnat edilen temel suç: ‘terör örgütü kurmak ve bu örgüt vasıtası ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni yıkmaya ya da itibarsızlaştırmaya çalışmak.’
Yine Ergenekon örgütünün, Kürt sorununun şiddet yolu ile çözülmesi konusunda aktif taraf olduğu, bu çerçeve içerisinde ülkenin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde çok sayıda faili meçhul cinayet işlediği, köy yaktığı, gözaltında kayıplardan sorumlu olduğu yönünde güçlü bir kanaat olduğu halde, bu yönde bir soruşturma yürütülmüyor. Kürtler ve Kürt sorunu ile bağlantılı tüm suç olguları soruşturma dışı bırakılıyor.
Bu örgüt ile kısmen fikri uyuşması olduğu kabul edilse bile, yazdıkları ya da söyledikleri ifade ve/veya basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek pek çok kişi, yeterli kanıt gösterilmeksizin soruşturmaya dahil edilerek şüpheli ya da sanık haline getiriliyor. Dahası devlet içi ve dışı illegal örgütlenmeler ile Ergenekon örgütünün kendisine karşı olduğu kamuoyunca bilinen Türkan Saylan, Ahmet Şık, Nedim Şener gibi kişiler ile bazı kurumlar da soruşturmaya ve davalara dahil edilip tutuklanıyor. Bu soruşturma tarzı, soruşturmanın inanılırlığı ve güvenilirliğine zarar verdiği gibi, ‘soruşturmanın AKP muhaliflerine karşı kullanılan bir yıldırma hareketi olduğu’ yönündeki karşıt argümanı kuvvetlendiriyor.
Yine soruşturmalar gizli olduğu, şüpheliler ile avukatlarına bile bilgi ile belge verilmediği halde, soruşturmaya dahil edilen kişiler hakkındaki bilgi ve belgeler basına veriliyor.
Türk Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre, uyulması zorunlu olan pek çok usul kuralı, bizzat soruşturma makamları tarafından ihlal ediliyor.
Bir kısmı sayılan bu sorunlar, soruşturmanın handikapları olup, devamı için kamuoyu desteği gereken bu süreci olumsuz etkiliyor.
Dava süreci ve handikapları
Ümraniye operasyonu ile başlatılan soruşturmaların ilki 25 Temmuz 2008 tarihinde tamamlanıyor ve İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı tarafından 86 sanık hakkında İstanbul Özel Yetkili 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ‘Birinci Ergenekon Davası’ açılıyor. 2 bin 500 küsur sayfalık bir iddianame ve 440 delil klasöründen oluşan bu ilk davanın ilk duruşması 20 Ekim 2008 tarihinde İstanbul Silivri Ceza İnfaz Kampüsü içerisinde oluşturulan duruşma salonunda yapıldı.
Devam eden ve çeşitli iddianamelere dönüşen diğer Ergenekon davaları ile bu örgütle bağlantısı görülen çeşitli davaların birleştirilmesiyle çok ayrı iddianame Birinci Ergenekon Davası ile birleştirilmiş, sanık sayısı yüzleri geçmiş, dava dosyası ise ihtimalen birkaç milyon sayfa yazılı doküman ile yüzlerce elektronik ortam kaydı, fiziki delil ve adli emanette muhafaza edilen çok sayıda delile ulaşmıştır.
Birinci Ergenekon Davası ile birleştirilen diğer bazı davalar şunlardır:
- 25 Temmuz 2008 tarihinde açılan 86 sanıklı Birinci Ergenekon Davası,
- 25 Mart 2009 tarihinde kabul edilen 58 sanıklı İkinci Ergenekon Davası,
- Ağustos 2009 tarihinde kabul edilen 52 sanıklı Üçüncü Ergenekon Davası,
- Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dokuz sanıklı Danıştay’a saldırı davası,
- Danıştay saldırısında kullanılan Glock marka silahın saldırı faili Alpaslan Aslan’a satışı ile ilgili olarak Üsküdar 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen dört sanıklı dava,
- Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen iki sanıklı Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği davası,
- Bir dönem Ergenekon Soruşturmalarını yürüten savcı Zekeriya Öz’ün tehdit edilmesi ile ilgili dava,
- Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atılması ile ilgili olarak İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan yedi sanıklı dava,
- Rum Ortodoks Patriği I. Bartholomeos’a yönelik suikasta hazırlandığı suçlamasıyla yargılanan kişinin davası,
- Şile’de bulunan mühimmata ilişkin İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dört sanıklı dava,
- Avukat Yusuf Erikel ve arkadaşları hakkında açılan sekiz sanıklı dava,
- Minas Durmazgüler’e suikast planı iddiası ile açılan iki sanıklı dava,
- Minas Durmazgüler’e suikast planı iddiası ile 2011 yılının Haziran ayında hazırlanan iki kişinin suçlandığı ek iddianame ile açılan dava,
- İrtica ile Mücadele Eylem Planı dolayısı ile 30 sanık hakkında açılan dava,
- Temmuz 2011 tarihli İnternet Andıcı Davası,
- Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ hakkında ek iddianame ile açılan dava...
Birbirleri ile irtibatları olsa bile bu kadar çok olay ve sanığın tek bir davada toplanması, hem sorunun hukuki açıdan hallini imkânsızlaştırıyor hem de adil bir karar çıkacağına yönelik inancı zayıflatıyor.
Duruşma salonu ile cezaevinin iç içe olması, salonun yerleşim yerlerine uzaklığı, buranın ulaşım güçlükleri ve duruşmaları izleyebilmek için sıkı bir güvenlik aramasından geçirilmek aleni duruşma yapılması ilkesini ihlal ediyor. İlk günlerde basınla, kamuoyu tarafından yoğun ilgi ve dikkat ile takip edilen dava, zaman içerisinde yukarıda bahsedilen sorunların, Türkiye basınının hak haberciliği ve fikri takip konusundaki isteksizliği nedenleri ile haber olmaktan uzaklaştıkça, kamuoyunun davaya ilgisi oldukça azaldı. Bugünlerde dava, mahkeme heyeti, savcılar, mahkeme personeli, sanıklar, sanık yakınları ve avukatlar dışında pek bir izleyici kitlesine sahip değil.
Soruşturma ile dava sürecinin ortak sorunları da işlendiği ya da örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesinin tasarlandığı söylenen pek çok suçla, bunların mağdurları olmasına rağmen mağdurların pek çoğu soruşturmadan ve davadan haberdar edilmemesi. Yürürlükteki Ceza Muhakemesi Yasası’na (CMY) göre, suçtan zarar gören kişilerin ya da mağdurların isimlerine mağdur veya müşteki sıfatı ile iddianamede yer verilmesi, davaya katılmasının sağlanması zorunlu olmasına rağmen bu zorunluluk hemen hiçbir soruşturma ve dava açısından yerine getirilmedi. İsimlerine iddianamelerde mağdur ya da şikayetçi olarak yer verilmemiş olmasına rağmen aleyhlerine işlenen suçları basından öğrenen pek çok kişi ve kurumun mahkemelere yaptığı müdahale talepleri reddedildi. Yine, pek çok dosyada bazı kişilere aleyhine suç işlendiği bilgisi bulunmasına rağmen bu suçlara ilişkin yeterli bir soruşturma yürütülmedi.
Yukarıda da açıklandığı gibi suçlamanın yalnızca AKP ile onun kurduğu hükümetin yıkılması veya itibarsızlaştırılması kapsamına sıkıştırılması; davanın devlet içindeki güç odaklarının savaşı ve gücün el değiştirmesi olarak algılanmasına yol açtı.
Yine, soruşturma ve kovuşturmada yer alan polisler ile hakimlerin, savcıların Fethullah Gülen tarafından kurulduğu iddia edilen bir dini cemaatin yandaşı olduğu, kendi cemaat örgütlenmeleri gereği bu süreci yönettiği iddiasının tatmin edici şekilde yanıtlanmaması, bu konuda bir soruşturmanın bulunmaması da davaların, soruşturmaların güvenilirliğini etkiliyor.
Davaya müdahillik talebi kabul edilen az sayıdaki kişiden biri olan ve bizim de avukatlığını üstlendiğimiz Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Şebmen Korur Fincancı, bugüne kadar mahkemeye çağrılıp dinlenmedi. Yine duruşma sırasında örgütün varlığını ortaya çıkarmaya dönük sanık sorgusu yapmak istediğimizde, mahkeme Fincancı’nın kişisel verilerinin hukuka aykırı şekilde kaydeden iki sanık dışındaki sanıklara, soru soramayacağımız kararı vererek davaya aktif katılımınızı engelledi.
Hukuki durum
Yukarıda değinildiği gibi, soruşturma ve kovuşturma sırasında pek çok usul kuralına uyulmaması, dava sürecini, verilecek kararların adilliğini tartışma konusu haline getiriyor.
Soruşturma ve kovuşturma sırasında yaşanan başlıca hukuki sorunlar şunlardır:
- Yukarıda değinildiği gibi, kişilere, kişi gruplarına ya da kurumlara karşı işlenen suçların yeterince soruşturma ve kovuşturma konusu yapılmaması,
- Kendilerine karşı suç işlendiği iddia edilen kişilerin isimlerinin iddianamede mağdur sıfatı ile yer almaması ve durumdan haberdar edilmemesi,
- Davaya müdahale taleplerinin büyük oranda reddedilmesi, müdahillik talebi kabul edilenlerin CMY’de katılana tanınmış olan hakları kullanmaktan yoksun bırakılması, yani müdahilin davaya aktif katılımının engellenmesi,
- Yargılamaların anayasal bir dayanak olmaksızın Özel Yetkili Mahkemeler’de yapılması,
- Özel Yetkili Mahkemeler’in görev alanının yoruma çok açık şekilde istendiği kadar genişletilmeye elverişli olması ve bu alanın bütün demokratik muhalefet alanlarını kapsar şekilde genişletilmesi,
- Terörle Mücadele Kanunu ile Özel Yetkili Mahkemeler’in dayanağı olan CMY’nin 250-252. maddelerinin adil yargılanma ile kişi güvenliği açısından kabul edilemez kısıtlamalar içermesi, kısıtlamaların yasaları da aşar şekilde geniş ve keyfi uygulanmaları,
- Yakalama, gözaltına alma, arama, el koyma, tutuklama ve tutukluluğun devamı kararlarının ölçüsüz olması,
- Soruşturma aşamasında şüpheliler ile avukatlarına karşı hemen her durumda gizlilik kararı alınarak, dosyanın delillerin ve suçların kendilerinden gizlenmesi; bu duruma rağmen şüpheliler hakkındaki bilgi ve belgelerin kamuoyunu manipüle etmek için basına sızdırılması,
- İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek, öyle de değerlendirilmesi gereken pek çok şeyin suç olarak değerlendirilmesi,
- Çok sayıda olay ile soruşturmanın tek dosyada birleştirilmesinin, delillerin değerlendirilmesini, meramını anlatabilmeyi ve savunma yapmayı olanaksız hale getirmesi,
- Soruşturmada görev alan kamu görevlilerinin bir dini cemaatin üyesi olduğu ve bu motivasyon ile hareket ettiğine dair iddiaların tatmin edici şekilde cevaplanmaması,
- Duruşmaların yapıldığı yerin cezaevi içinde bulunması, ulaşım güçlüğü gibi nedenler ile yargılamada aleniyetin sağlanmaması,
- Sanıklar ile avukatlarının savunmalarının yeni bir suçlama olarak kendilerine kolayca yöneltilebilmesi ve bu yüzden cezalandırılması, duruşmalardan süreli ya da süresiz şekilde men edilmesi,
- Yargılama süresinin uzunluğu, gibi ilk elden akla gelen onlarca neden ile dava ve soruşturma süreçleri gittikçe değer yitirmekte, adil bir toplum ile geçmişle hesaplaşma beklentisi yerini hukuk güvenliğinin olmadığı bir korku ortamına terkediyor.
Soruşturma ile kovuşturma makamları, ihlal iddialarına karşı hukuk normlarını korumaya uğraşırken kendileri kuralları ihlal etmemeli, soruşturma ve kovuşturmalar kamuoyu denetimine açık şekilde, hukuka uygun olarak yürütülmelidir. Bugüne kadar takip edilen yöntemin buna pek uygun olduğu söylenemezse de sürecin devam ettiği ve bazı hataların düzeltilebileceği inancı ile bu dava ve soruşturmalar devam etmeli, aksaklıkların giderilmesi için izlenmelidir.