Japonya’nın 15 Ağustos 1945 tarihinde teslim olmasının hemen ardından 2. Dünya Savaşı’nın sonlanması, ‘barış sarhoşluğu’ ile başlangıçta pek fark edilmese de dünyayı ikiye bölmüştü. Artık yerkürenin daha büyük bir parçasının başını ABD çekiyor, diğeri ise Sovyetler Birliği’nin liderliğinde dönüyordu.
İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in 05 Mart 1946’da ABD’nin Missauri Eyaletinde, ABD Başkanı Harry Truman’ın da bulunduğu bir platformda yaptığı konuşma, Batı ile Doğu arasında uzun yıllar sürecek olan ‘Soğuk Savaş’ın fitilini ateşledi. Churchill, ‘Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa Kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir’ demiş, bu sözlerin karşılığını da çok geçmeden Sovyetler Birliği lideri Josef Stalin’den almıştı. Sonrası, dünya politik sahnesinde 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar sürecek olan buzul çağı...
Dünyanın tanımadığı bu yeni savaş biçimiyle birlikte düzenli ordular, uçaklar, tanklar, toplar, boğaz boğaza verilen meydan savaşları geri plana itildi. Tüm bunların yerine, güçlü istihbarat ağlarına dayalı, çok daha sofistike, provokasyon ile tehdit boyutlarıyla ürkütücü ve karşılıklı silahlanma yarışını son derece tehlikeli bir biçimde körükleyen bir itişme alanı açıldı. Tanklar, toplarla ülkelerin açıktan işgal edilmesiyle gerçekleştirilen sömürge politikaları da ağırlıklı olarak yerini işbirlikçi iktidarlar marifetiyle gerçekleştirilen gizli işgal metotlarına bıraktı.
Bu yeni savaş, karakterine uygun örgütlenme ve çalışma yöntemlerini de üretti. Önce hiçbir zaman aralarında kayda değer nitelikte sıcak bir çatışma yaşanmayacak olsa da karşılıklı olarak savaş paktları kuruldu. Dünya, askeri açıdan Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki Varşova Paktı ve kapitalist bloğun Kuzey Atlantik Paktı (NATO) arasında pay edildi. Bu paktlar aracılığıyla öteki alanlarda istihbarat ve karşı istihbarat yöntemleri geliştirildi; ülkeler sonu gelmez bir kaosun içine sürüklendi. İç karışıklıklar asla durmadı, hükümetler yıkıldı, hükümetler kuruldu. Nükleer silahlanma yarışı büyük bir hız kazandı. Hiç ateşlenmese de karşılıklı olarak yerleştirilen nükleer füzeler büyük krizler doğurdu ve dünyanın içine yuvarlandığı akıldışı gerilim, diplomasiyi sertleştirdi; gizli operasyonlar birbirini kovaladı, iç savaşlar, binlerce insanın hayatına mal oldu. Tüm bu kanlı olayların arkasında, 1991’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle Avrupa’nın NATO’ya bağlı pek çok ülkesinde açılan soruşturmalar sayesinde ‘Gladio’ (Kılıç) adlı derin devlet örgütlenmelerinin bulunduğu anlaşıldı.
Türkiye’nin tercihi
Dünya ölçeğindeki bu büyük kutuplaşma tüm şiddetiyle sürerken, Türkiye 2. Dünya Savaşı boyunca sürdürdüğü mesafeli politikasını değiştirdi. 8 Eylül 1952 tarihinde katıldığı NATO’nun peşinde, Sovyetler Birliği’ne karşı bir nevi koçbaşı vazifesini üstlendi, kısa bir zaman diliminde, topraklarında kurulan radar ve savaş üsleriyle baş başa kaldı. NATO ile yatağa girilmişti bir kez ve elbette ki istenenler yerine getirilecekti.
Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de her an iç karışıklık çıkarabileceği, komünistleri, vatan hainlerini, azınlıkları kışkırtacağı propagandası ile devlet örgütlenmesi yeniden dizayn edildi. Yeni tipte devlet örgütlenmesi aslında, İttihatçı geleneğe sahip olan ‘müesses nizam’a çok uygundu. Ne de olsa, ellerinde çok sayıda karanlık operasyonu üretmiş bir Teşkilat-ı Mahsusa deneyimi vardı. Polis gücü, istihbarat örgütlenmesi, ordu kısa sürede ve hiç de zorlanmadan anti-komünist mücadele araçları haline dönüştürüldü. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin plan, strateji ve örgütlenmesi tümüyle NATO konseptine göre şekillendirildi. Buna diğer NATO ülkelerinde yaratılan Gladio benzeri örgütlenmeler de dahildi.
Genelkurmay’da bir dönem ‘Plan Harekat Dairesi’nde görev yapmış olan emekli topçu kurmay Yarbay Talat Turhan, bir röportajında maruz kaldıklarından da yola çıkarak ordudaki değişimi şu cümlelerle tanımlıyordu1: ‘Bizim ordu talimnameleri Amerikan talimnamelerinin tercümesidir. Amerika’da konrgerilla örgütünün talimname numarası FM-31. yani fiel manuel-31. bizde ST-31 olarak tercüme edildi. Sahra Talimnamesi 31. Bu talimnameye göre, gayri nizami harp unsurları iki gruptan oluşur. Bir yeraltı grubu, bir de yerüstü grubu. Yeraltı grubu işte bu bahsedilen ve tüm NATO ülkelerinde ortaya çıkarılmaya başlanan örgütün kendisidir. Baktığımız zaman bu örgütün içinde ne var? Köye kadar inmiş bir örgütlenme bu. İstihbarat birimleri, sabotaj birimleri, cinayet birimleri var. Resmi talimnameden okuyorum; ‘Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj ve yalan haber yayma zorbalık ve şantaj’. Ve yine talimnameden okuyorum: Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuna sahip değillerdir.’
İlk tanışma Ziverbey’de
Türkiye’nin aydınları kontrgerillanın varlığından, ilk kez 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında gözaltına alınarak götürüldükleri İstanbul Erenköy’deki Ziverbey Köşkü’ndeki işkence merkezinde haberdar oldu. Yazar İlhan Selçuk, bu kontrgerilla merkezinde kendisine söylenenleri daha sonra derlediği kitabında şu cümlelerle aktaracaktı2: ‘İlhan Selçuk, Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı kontrgerilla örgütünün karşısında bulunuyorsun. Sen bizim tutsağımızsın. Burada anayasa, babayasa yoktur. Örgüt seni ölüme mahkûm etmiştir. Sana istediğimizi yapmaya yetkiliyiz.’
Kontrgerilla gizliydi, yasadışıydı ama devletin dışında örgütlenmiş de değildi.
Türkiye NATO’ya kabul edildikten sonra 1952’de ABD’de eğitim görmüş bir Tuğgeneral olan Daniş Karabelen tarafından kurulmuş olan Seferberlik Tetkik Kurulu (STK) kontrgerilla örgütlenmesinin merkeziydi. Amacı da barış zamanında düşman işgaline karşı direniş ve ayaklanma örgütlemekti. Yani tam da soğuk savaş ile birlikte üretilmiş bir kavram olan ‘Düşük Yoğunluklu Savaş Konsepti’ne denk bir faaliyet tarzıydı bu. ABD Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nın geliştirdiği bu konseptin aynen benimsenmesi, karşı devrimci ayaklanmalar organize edilmesi, ülkenin çeşitli yerlerinde gizli silah ve mühimmat depoları kurulması3, muhalif hatta memnuniyetsiz yığınların provokasyonlar yoluyla sindirilmesi, kitle önderlerine suikastlar düzenlenmesi ve benzeri çok sayıda operasyon demekti. STK, hiyerarşik olarak Özel Kuvvetler Komutanlığı’na, o da Genelkurmay İkinci Başkanı’na bağlıydı. Resmen 1952’de kurulmuş olsa da hazırlıkları 1948 yılına kadar uzanıyordu. 1948’de ABD’ye ‘özel harp’ kurumları ve ‘stay behind’ olarak adlandırılan strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetler’in çekirdeğini oluşturdu. Bu subaylar arasında Turgut Sunalp ve Alparslan Türkeş de vardı. Türkeş’in ordu ile ilişkisi kesildikten sonra, özellikle 1970’li yılların ortalarında tüm ilerici güçlerin üzerine salınacak olan paramiliter faşist güçleri bünyesinde eğitip örgütleyen Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) kurması4 ve Sunalp’in 12 Eylül darbesi sonrasında bizzat Kenan Evren’in desteğiyle kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin (MDP) liderliğini üstlenmesi tesadüf değildi.
Azınlıklara karabasan
STK’nin kayda değer ilk icraatı 6-7 Eylül olayları olarak bilinen Türkiye’deki azınlıklara yönelik saldırılarda üstlendiği roldür. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı yalan haberi üzerine 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde azınlıklara yönelik başlatılan saldırılarda 5 bin 583 ev ve dükkân yağmalandı. 52 ayrı yerde zamandaş başlatılan saldırılar sonrasında Özel Harp Dairesi’nin eski komutanlarından emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, ‘6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı’ diyecekti.5
STK, faaliyet alanı olarak Türkiye ile sınırlı kalmadı. 1 Ağustos 1958 tarihinde dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in direktifiyle Kıbrıs’ta ‘Türk Mukavemet Teşkilatı’ (TMT) adı altında gizli, illegal ve silahlı bir örgütlenme kurdu. TMT’nin Kıbrıs’taki faaliyet biçimini Habertürk gazetesine verdiği röportajda Sabri Yirmibeşoğlu ağzından kaçırdı. Yirmibeşoğlu, daha sonra ‘mesela dedik’ diyerek düzeltmeye çalıştığı tarihi itirafında,6 ‘Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Kıbrıs’ta biz bunu yaptık. Bir cami yaktık’ diyordu.
STK’nin ismi, 1967 yılında, o zamanki komutanı Tuğgeneral Cihat Ayol tarafından Özel Harp Dairesi’ne (ÖHD) dönüştürüldü. Gayri nizamî kuvvetlere karşı harekât konusunda uzmanlaşan ÖHD, ‘ordu içindeki gizli ordu’ olarak da anılmaya başladı.
Devletin yardımcı kuvvetleri
Siyasi hükümetlerin ÖHD’nin varlığından habersiz olduğu, Cumhuriyet Halk Partisi lideri Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında ortaya çıktı. 1974’te ÖHD için örtülü ödenekten para istenince, Ecevit daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında brifing istedi. Yirmibeşoğlu’nun verdiği brifing sonrasında Ecevit, ÖHD’yi denetim altına almak istedi ama başarılı olamadı. Ecevit’in ÖHD’nin örgütlenmesi ve faaliyet alanı konusunda edindiği ikinci tecrübe ise 1978 yılına rastlar. Başbakan olarak Sarıkamış’a gittiğinde yine Tümgeneral Sabri Yirmibeşoğlu tarafından karşılandı ve Orduevi’ne eşiyle birlikte yemeğe davet edildi. Ecevit, yemek sırasında Yirmibeşoğlu’ndan ÖHD’nin sivil örgütlenmesinde yer alanlarla ilgili bilgi edinmeye çalıştı. Yirmibeşoğlu ile aralarında geçen diyalog şöyleydi:7
‘Ecevit: Farzımuhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?
Yirmibeşoğlu: Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.’
O yıllarda Erzurum’da MHP’nin il başkanı olan kişi, daha sonra Abdi İpekçi suikastında ve suikastı düzenleyen Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırılmasında adı geçen ve ‘Doğu’nun başbuğu’ olarak bilinen Yılma Durak’tan başkası değildi.
Gladio kamyona çarptı
Ama Durak örneklerden sadece biriydi. ÖHD’nin içinde çok sayıda faşist katliama imza atan başka isimlerin de yer aldığı, 3 Kasım 1996 tarihinde Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında meydana gelen bir trafik kazasının ardından artık herkesçe bilinir oldu. Bir kamyona çarpan siyah renkli Mercedes’in içinden çıkan üç ölüden biri Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi genci Ankara’da boğarak öldürmekten aranan Abdullah Çatlı, diğeri ise polis şefi Hüseyin Kocadağ’dı. Şanlıurfalı aşiret lideri milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı kurtulmuştu. Çatlı ile bir polis şefi ve milletvekilini aynı araçta neyin buluşturduğu sorusu, aylarca Türkiye’nin en önemli gündemini oluşturdu.
Ve nihayetinde devlet -siyaset- mafya üçgeni diye tabir edilen bu karanlık ağın içinden yıllardır işlenen, üzeri hep örtülen kanlı cinayet ve katliamlar çıktı. Çatlı ve ülkücü arkadaşları yıllar boyunca sadece işçi kahvelerine, grev çadırlarına kurşun yağdırmakla, solcu, devrimci gençlere karanlık suikastler düzenlemekle yetinmemiş- 1970’li yılların sonlarında meydana gelen Çorum, Sivas, Malatya ve Kahramanmaraş katliamlarında da belirleyici rol oynamıştı. Tüm bu cinayet ve katliamları gerçekleştirirken de devletten destek görmüşlerdi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise bizzat cunta lideri Kenan Evren tarafından Ermeni örgütü ASALA’ya (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) karşı kullanılmak üzere bu ekip elde tutulmuş, 1990’lı yıllarda da Kürtlere karşı geliştirilen yüzlerce operasyonda görev almışlardı. Faili meçhul cinayetlerden, gözaltında kayıplara, Hizbullah’ın Kürtlere karşı seri cinayet şebekesi şeklinde örgütlenmesine, insanların diri diri asit kuyularına atılmasına, Kürt aydınlara ve işadamlarına yönelik kaçırma, suikast eylemlerine varıncaya kadar büyük bir çeşitlilik gösteren bu olaylarda, Susurluk kazası sonrasında yapılan araştırmalar ve hazırlanan raporlar sayesinde devletin parmak izlerine rastlandı. Ancak, sorumlularının yargılanmasına geçit verilmedi.
Ergenekon’la kaçırılan fırsat
Avrupa’da Soğuk Savaş’ın ardından tasfiye edilen Gladio örgütlenmesinin benzeri olan kontrgerillanın Türkiye’de de tarihe gömülebilmesi için 2007 yılında başlayan Ergenekon soruşturmaları yeni bir fırsat doğurdu. Öyle ki, Susurluk soruşturmaları sırasında kontrgerilla ile ilişkili olduğu belirlenen ama dokunulamayan derin devlet örgütü Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi’nin (JİTEM) kurucuları Veli Küçük, Arif Doğan gibi isimler tutuklandı. Ne ki bu fırsat, Arif Doğan’dan çıkan JİTEM’in arşivinin Ergenekon davasının 2. iddianamesinin ek belgelerine sansürlenerek konulmasıyla kaçırıldı. Üstelik çok sayıda karanlık operasyonun planlanmasına dair bilgilerin yer aldığı bu arşivin gizlenmesiyle yetinilmedi, Ergenekon soruşturmaları ‘darbe girişimleri’ ile sınırlandırılarak faili meçhul cinayetler ve kayıpları da kapsayan çok sayıda karanlık operasyonun üzeri bir kez daha örtüldü.
Böylelikle anlaşıldı ki, NATO üyesi ülkelerde gözden çıkarılan Gladio, Türkiye’de çok farklı bir amaca daha hizmet ettiği için tasfiye edilmeyecekti. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 17 Nisan 2005 tarihinde CNN Türk’te yayınlanan ‘Ankara Kulisi’ adlı programda söyledikleri bu bakımdan son derece açıklayıcıdır:
‘Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir derin devlet. Cumhuriyet’i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır.’
Çünkü 1990’lı yılların başından itibaren Kürtlere karşı etkin bir biçimde kullanılması ile elde edilen sonuçlar, asla meşru sınırlar içinde kalamadığı bu savaşta Türkiye devletini büyük bir açmazın içine sokmuştu. Kürtlerin haklarını teslim etmemekte ısrar eden ve bu nedenle meşru, hukuki bir zeminde yönetemeyen devlet, belli ki daha uzun bir süre ‘derin devlete muhtaç’ olacaktı.
Dipnot
- Milliyet gazetesi, 16 Kasım 1990
- İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü, Cumhuriyet Yayınları, 2009
- Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009’da düzenlediği basın toplantısında bu silah depolarının varlığını ilk kez itiraf ederek, ‘1986 yılına kadar TSK’nın özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığımıza ait Türkiye sathında gömülü silah ve mühimmatı vardır. 1986 yılında alınan o karar çerçevesinde silah ve mühimmatın tümünün toplatılarak depolara alınması emri verildi ve bu işlem 1998 yılında tamamlandı’ dedi.
- 12 Mart 1971 Muhtırası öncesinde CHP lideri İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la yaptığı bir görüşmede, MHP’nin yan örgütü olan Ülkü Ocaklarına ilişkin uyarıda bulunur. Cevdet Sunay : ‘Canım onlar komünizme karşı mücadele eden gençler’ yanıtını alır. (Metin Toker, Solda ve Sağda Vuruşanlar sayfa 157) Eski bir Genelkurmay Başkanı olan Sunay’ın bu yanıtı Ülkü Ocakları’nın paramiliter faşistleri yetiştirdiği komando kamplarının Özel Harekat Dairesi ile ilişkisi konusunda bilgisine dayanmaktadır.
- Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat, Tekin Yayınları 1991
- Habertürk gazetesi, 23 Eylül 2010
- Bülent Ecevit, Karşı Anılar, DSP, 1991, s. 43