2013 Ocak ayının ortalarında,
Bergama’da bulunan Ovacık altın madeninin kapasite artırımıyla ilgili açılan
davanın bilirkişi keşfi vardı. Madene açılan onlarca davanın sonuncusunun
bilirkişi keşfinde, davanın hukukçularının deyimiyle “tarihe son notlar”
düşüldü. Daha önce tarihe yüzlerce notun düşüldüğü Bergama altın madeni
mücadelesindeki bu son notlar onlarca yıldır süregelen hukuksuzlukların da son
örneği aynı zamanda. Duruşmayla ilgili gizlilik kararı olmamasına rağmen,
mahkeme başkanı keşfi izlemek için İzmir’den gelen çevrecileri keşfe almadı.
Tarlaların ortasına
siyanür barajı
Eurogold, Normandy
derken madenin son sahibi Koza Altın Şirketi Ovacık’taki cevherin tükenmesine
rağmen, buradaki tesisleri bir siyanürle altın ayrıştırma merkezi haline
getirmek için kapasite artırımına gitti. Şirketin planı yakınlardaki Kozak
Yaylaları ve Havran-Küçükdere’deki madenlerden çıkarttığı cevheri burada ayrıştırmaktı.
Şirket bu hamleyle hem her madene ayrı ayrı siyanür tesisi kurma masrafından
kurtulma hem de o bölgelerde yükselen tepkileri bir ölçüde azaltma amacı
güdüyordu. Kapasite artırımı kararıyla, Ovacık madeninin hemen yanına, verimli
tarım arazilerinin ortasına ikinci bir atık barajı konduruldu. Daha doğrusu,
madenin açık ocağından çıkarılıp bu alana yığılan pasalar bir-iki teknik
düzenlemeyle atık barajı haline getirildi.
Oysa;
• Bölge birinci derece
deprem kuşağında ve pasalarla yapılan siyanür barajının orta büyüklükte bir
depreme dayanıp dayanamayacağı büyük bir soru işaretiydi,
• Proje yapılırken tarım
alanlarının ortasındaki bu tesisin bölge tarımına ve Kozak’taki fıstık çamlarına
etkisi hiç araştırılmamıştı,
• Barajın oluşturması
gereken sağlık koruma bandı oluşturulmamıştı,
• Yönetmelik bu tür
tehlikeli atık depolarının yerleşim birimine en az 1 kilometre uzaklıkta olması
gerektiğine hükmederken, barajın Ovacık köyüne uzaklığı 200-300 metre, Narlıca’ya
uzaklığı ise taş çatlasa 400 metre idi.
Ateş küllendi ama
sönmedi
Keşfe alınmadıkları için
atık barajının önündeki yolda bekleyen İzmir’den gelen çevrecileri görüp
araçlarını durduran Narlıcalı üç köylü olaydan haberdar edilmedikleri için
sitem ediyordu. Yıllar önce yapılan eylemlere aktif bir şekilde katıldığını
belirten Hüseyin Andaç “Haberimiz olsaydı köyü buraya yığardık. Biz çok mücadele
ettik ama buraları mahvettiler. Yine de köylülerimizin büyük çoğunluğu madene
karşı. Bugün desek yine yollara düşerler” diyor. Köy azası Selahattin Çokal ise
madenden sonra özellikle kanser vakalarının arttığını, yetkililerin bununla
ilgili bir inceleme yapmadığını söylüyordu.1
Bergama köylülerinin
yaşam alanlarını siyanürlü altın şirketine karşı koruma mücadelesinin başlangıcı
bu konuşmalardan yaklaşık 25 yıl öncesine dayanıyor.
1990’lı yıllar Türkiyesi
gittikçe yükselen Kürt ulusal hareketinin yanı sıra, iki önemli olaya daha tanıklık
etti. Bunlardan biri, 1990’ın sonlarında başlayıp 1991 başlarında “Büyük Ankara
Yürüyüşü”yle yükselen Zonguldak maden işçilerinin grevi, diğeri ise ‘90’ların
sonları, 2000’lerin başında en yüksek seviyesine çıkan Bergama köylülerinin
siyanürlü altın işletmesine karşı direniş hareketiydi.
Bergama direnişinin üç
dönemi
Atılım Üniversitesi
İşletme Fakültesi öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Hayriye Özen “Bergama
Mücadelesi: Doğuşu, Gelişimi ve Sonuçları” adlı makalesinde bu hareketin
özelliklerini şöyle anlatıyor: “Bergama hareketi hem Türkiye toplumunun değişen
dinamiklerini kavramak hem de Türkiye’nin siyasî yapısının demokratik
kapasitesini anlamak açısından önemli bir toplumsal harekettir.”
Özen, Bergama
hareketinin 1990-2005 yılları arasını kapsayan 15 yıllık mücadele sürecini üç
döneme ayırarak ele alıyor: 1) Yerel halkın yanı sıra farklı toplumsal grupların
da çeşitli toplumsal talepler etrafında maden şirketinin faaliyetlerine karşı
seferber olmalarıyla şekillenen ilk dönem (1990-Nisan 1996); 2) Hareketin dile
getirdiği toplumsal taleplerin artması ve bu talepler doğrultusunda önemli
kazanımlar edinmesiyle birlikte güçlendiği ve yayıldığı ikinci dönem (Nisan
1996-1998); 3) Bergama hareketine karşı
bir cephenin oluşması ve harekete karşı yoğun bir mücadele başlatılmasıyla
Bergama hareketinin zayıfladığı üçüncü ve son dönem (1999-2005).
Özen makalesinde, yaşam
alanlarında altın işletmeciliği yapılmaması talebiyle başlayan direnişin
zamanla, “çevrenin korunması, altın madenciliğinin genel olarak önlenmesi,
yabancı ve çokuluslu şirketlerin faaliyetlerinin engellenmesi, hukukun
üstünlüğü ve demokrasi gibi farklı toplumsal talepleri de dile getirdiğini ve
bu niteliğiyle Türkiye’nin toplumsal yapısında mevcut iki tür tabiyet/itaat
ilişkisini sorguladığı”nın altını çiziyor: Birçok toplumsal grubu mobilize eden
hareket, altın madenciliği alanında faaliyet göstermeye hazırlanan 12 yabancı
şirketten dokuzunun Bergama mücadelesi yüzünden bu alanda oluşan belirsizlik
nedeniyle yatırım yapmaktan vazgeçerek ülkeyi terk etmelerine de yol açmıştı.2
Bir itiraf
1989 yılında Eczacıbaşı
Esan şirketi tarafından alınan altın arama ruhsatı 1991’de çokuluslu Eurogold
şirketine satıldı. Eurogold, madenle ilgili hayli kapsamlı bir ÇED raporunu kısa
sürede hazırlayıp onay aldı. Raporu kontrol etmesi gereken Maden İşleri
Dairesi’nin raporu hiç inceleme yapmadan aynen onayladığı sonradan anlaşıldı.
Şirketin parasını ödeyerek Prof. Dr. Orhan Uslu başkanlığında Dokuz Eylül
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ve Çevre Mühendisliği bölümlerine hazırlattığı
ÇED raporunda, “siyanürle altın elde etmek zararsız” deniliyordu. Eurogold
yetkilileri daha sonraları, bu raporu kendilerinin hazırladığını ve kendileri
tarafından ülkedeki teknik olanaklarla gerçekleştirilmesi olanaksız bazı
ölçümlerin yerine benzer özellikli olduğu savlanan farklı maden alanlarındaki
ölçümlerin konduğunu itiraf etti.3
İlk karşı çıkışlar
Bergama köylüleri
topraklarında altın çıkarılacağını ilk duyduklarında sevindiler. Altın
zenginlik demek değil miydi? Ancak, kısa bir süre sonra, bu altının siyanürle
ayrıştırılacağını ve bu yöntemin de son derece tehlikeli olduğunu öğrenen
köylülerin sevinci, yerini endişe ve korkuya bıraktı.
Bundan sonraki süreç,
bilgilendirme toplantıları, paneller ve altın madeni karşıtı eylemlerle
gelişti. Diğer yandan, İzmir Barosu’ndan avukat Senih Özay 8 Kasım 1994’te,
vekâletini aldığı 652 Bergama köylüsü ve yurttaş adına İzmir 1. İdare
Mahkemesi’nde altın madenine karşı üç ayrı dava açarak hukukî süreci başlattı.
Davalarda Çevre Bakanlığı’nın Eurogold A.Ş’ye verdiği faaliyet izninin iptali
istenmekteydi. Hukuk mücadelesi bir taraftan devam ederken, madene karşı
verilen halk mücadelesinde de ilginç eylemler görülüyordu.
Bu arada, gerekli
izinleri hızla tamamlayan şirket civar köylerden madende çalışacak işçi alımına
başlamıştı bile. Bu işçilerin ilk yaptıkları iş, maden sahasındaki ormanlık
alanı tıraşlamak oldu! Şirket işletme sahasında kesmek istediği ağaçlar için,
köy muhtarlarının karşı çıkmasına rağmen, Orman Genel Müdürlüğü’ne ağaç
bedellerini yatırmıştı. 11 Ekim 1996 günü sahada tespit edilen 2400 çam ağacının
kesimine başlandı. Bu hareket bardağı taşıran hamle oldu. Köylülerin yedi saat
süreyle Çanakkale-İzmir karayolunu kapatmasıyla ağaç kesimi durduruldu.
1996’nın son günlerinde,
23 Aralık’ta, Bergama köylüleri belden üstleri çıplak bir şekilde altın
madenine karşı Bergama’da bildiri dağıttılar. Madenin çevresinde bulunan sekiz
köyde yapılan referandumda oy kullanan 2886 köylünün tamamı “siyanürlü altına
hayır” oyu verdi. Köylülerin kararlı itirazına rağmen hükümetten geri adım
gelmedi.
Yargı kararı ve
müdahale
İnceleme sonrasında,
yüksek yargının verdiği Mayıs 1997 tarihli Danıştay kararı Bergama’da altın
madeni işletmeciliğinin önünün kesildiği yanılgısına yol açtı. Danıştay kararında
çok açık bir şekilde “siyanürle altın işletmeciliğinde kamu yararı yoktur”
deniyordu. Buna rağmen, Eurogold ile içinde siyasîlerin ve bürokratların da
bulunduğu yandaşları ise Anayasa’nın 138. maddesinde yer alan “Mahkeme kararları
değiştirilemez” hükmüne rağmen, şeytanî bir formül bulmakta gecikmedi.
“Yeni önlemler alarak
Danıştay’ın kararındaki ana etken olan risk faktörünü ortadan kaldırdık.
Madenin tekrar incelenmesini istiyoruz” diyerek Çevre Bakanlığı’na başvurdular.
Dilekçeyi Çevre Bakanlığı Başbakanlığa, Başbakanlık da TÜBİTAK’a gönderdi.
TÜBİTAK üzerinde çokça tartışılan madeni aklayan bir rapor hazırladı. Başbakanlık
bu raporu aldıktan sonra, Nisan 2000’de, bütün ilgili bakanlıklara ve
kuruluşlara birer genelge göndererek “Madenin çalıştırılması için yardımcı
olunması” talimatını verdi. Bu talimatla verilen izinlerden sonra maden çalışmaya
başladı. Bergamalılar da avukatları aracılığıyla bu izinlerin yürütmesinin
durdurulması için tekrar idarî mahkemeye başvurdular.
1 Haziran 2001 tarihli
İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin madenin çalışmasıyla ilgili verdiği yürütmeyi
durdurma kararı sevinç yaratsa da altın işletmesinin her şart altında çalışmasını
isteyenlerin boş durmayacağı da artık biliniyordu. 1 Haziran 2001’de sonuçlanan
ve madenin faaliyetlerini durduran mahkeme kararı da en az 1997’deki Danıştay
kararı kadar açıktı: “Siyanür kullanarak madenin işletilmesi kesinlikle mümkün
değil, risklerin giderilmesi konusunda Eurogold’un iddiası geçersizdir”.
Kriz günlerinde bir rapor
2001 yılını anımsayalım.
DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetiyle yönetilen ülke, tarihinin en büyük ekonomik
krizlerinden birini yaşıyordu. Umut IMF’den alınacak kredilere bağlanmış, IMF
ise istenen krediyi vermek için “çok acı bir reçete”nin yanı sıra, yasalarda
değişiklikler yapılmasını istiyordu. İşte tam bu iklimde, iki DSP
milletvekilinin hazırlayıp Başbakan Ecevit’e sundukları rapor, bir anda gündeme
oturuyordu. Raporda, krizden çıkış yolu olarak altın madenlerinin işletilmesi
gösteriliyordu.4 Bunun önündeki en büyük engel olan yöre
köylülerinin direnişinde ise yabancı bir devletin parmağı olduğu ileri
sürülüyordu.
DSP milletvekilleri Erol
Al ve Hasan Özgöbek5 tarafından Ecevit’e sunulan Türkiye’de 6.500
ton altın rezervi olduğu yönündeki rapor, kriz içindeki ülke için adeta bir
“ekonomik kurtuluş reçetesi” olarak gösteriliyordu. “Uzaydan yapılan
saptamalara göre, Türkiye’de 580 noktada altın rezervi” bulunuyordu. Bu altın
madenlerinin üretime açılması halinde, 25 bin kişiye istihdam yaratılacağının
ileri sürüldüğü raporda, en dikkat çeken yön ise Bergama’da altın madeni karşıtı
mücadelenin “Alman Fian Vakfı tarafından desteklendiği” saptamasıydı. Erol Al
TBMM’ye de konuyla ilgili üç soru önergesi verdi. Önergelerde, içişleri, dışişleri
ve vakıflardan sorumlu devlet bakanlarından Alman vakıflarının Türkiye’deki
faaliyetleri konusunda yanıt isteniyordu.
Aslında, DSP’li iki
vekilin raporundaki bu iddialar pek yeni de değildi. Almanya’da yaşayan bir
doğubilimcinin 1999’da başlattığı tartışma, birçok yazar ve gazeteciye de “ışık
tutmuştu”.6 Bununla birlikte,
Fikret Bila’nın Milliyet gazetesindeki “Altın Müjdesi” manşetiyle düğmeye basıldığı
söylenebilir. Habere göre, altın madenciliği, “eğer işletilirse, IMF’ye el
açmaktan kurtulmanın yolu” olabilirdi.7
Psikolojik harekât başlıyor
İki milletvekilinin
raporunun ardından, basın da hemen “kampanya”daki yerini aldı. Milliyet’in
koçbaşı olduğu kampanyaya Doğan Grubu’nun diğer gazetesi Hürriyet de tam destek
verdi. Ekonomik krizden çıkış yolu olarak sunulmaya çalışılan kampanyaya kısa
sürede yeni katılımlar ve destekler geldi.
Diğer taraftan, Hava
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur Asparuk’un 1 Ekim 2001 tarihli sözleri
Bergama köylülerinin altın madeni karşıtı mücadelesine yönelik ithamlara Genelkurmay’ın
da katıldığını ve bu mücadeleye karşı bir “psikolojik harekât”ın başlatıldığını
ortaya koyuyordu. Orgeneral Asparuk cumhurbaşkanlığı resepsiyonunda o günlerin
en önemli gündem maddesi olan ABD’nin Afganistan’a müdahalesiyle ilgili soruya
“Asıl Türkiye’ye bakın... Dünyanın en zengin altın rezervi bizde. Ama çıkarılamıyor,
çünkü Türkiye’ye altın ihraç eden Almanlar lobilicilik yapıyor”8 diye yanıt veriyordu. Daha sonra sıkça
dile getirilen iddiaya göre, MGK Bergama köylülerinin altın madenine karşı
direnişini “ülke güvenliğini tehlikeye atan bir millî tehdit”, “yıkıcı
faaliyet” kapsamında değerlendiriyordu. Büyük olasılıkla, bu konu MGK toplantısında
gündeme gelmiş, MGK Sekreterliği’ne bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nda
(TİB) tartışılmış ve bir psikolojik harekat ile önüne geçilmesi yönünde karar
alınmıştı.
TSK’dan tam destek
Hava Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Asparuk’un sözlerinden yaklaşık bir yıl sonra, askerlerden altın
madenine bir destek daha geldi. Hem de madenin mahkeme kararıyla kapalı olduğu
bir dönemde! 30 Ekim 2002’de, aralarında Ege Ordu ve NATO Güneydoğu Müşterek
Komutanı’nın da bulunduğu kırk beş komutan, eşleriyle birlikte Bergama’daki altın
madenini gezdiler. Komutanlara bilgilendirme yapan Normandy Madencilik Yönetim
Kurulu Üyesi Orhan Güçkan, “Bazı art düşünceli kişiler tanklarda kullanılan
siyanüre ‘topraklarımız zehirlenecek’ diye karşı çıkıyor. Türkiye hâlâ 200 ton
altın ithal ederken bunun yapılması çok yanlış” diyordu. Ege Ordu Komutanı
Orgeneral Hurşit Tolon eline aldığı külçe altınla gazetecilere poz verirken
“Ülke ekonomisine ciddi katkı koyan madeni bu konuda karar vereceklerin gelip
görmesini isterim” diyordu.9
Necib Hablemitoğlu’nun
kitabı
İşte tüm bu iddiaları ve
daha fazlasını sayfalarına taşıyan Necip Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve
Bergama Dosyası” adlı kitabı Ağustos 2001’de çıktı. Kitap, o günlerde anlaşılamayan
bir süratle, çok geniş bir kesimin eline geçti. Aslında, Hablemitoğlu’nun kitabından
yaklaşık altı ay kadar önce yayınlanan bir başka kitap hemen hemen aynı
iddiaları işliyordu. Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yılmaz
Savaşçın’ın, “Bütünsel Çevre Bilinci ve Çevre Yalanları” adlı kitabı. Bu kitabın
Eurogold şirketinin maddî olanaklarıyla basılıp dağıtıldığına yönelik önemli
iddialar var.10 Hablemitoğlu’nun kitabında geçen birçok iddia ve
polemiğin ilk kaynağının Yılmaz Savaşçın olduğunu söyleyebiliriz.
Hablemitoğlu’nun kitabındaki
en önemli belge kitabın 71. sayfasında yer alan “Türkiye Altın Konsepti” adlı
belgedir. “Bergama Operasyonu’nun Çerçevesi” başlığıyla sunulan belgenin Ocak
1990’da Federal Alman İktisadî İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından yayınlandığı
belirtiliyor. Belgenin nereden geldiğiyle ilgili olarak kitabın 63 no’lu
dipnotunda şunlar yazıyor: “Konseptin matbu nüshası ve çevirisi İsveç’te
yaşayan Prof. Dr. Metin Deliormanlı tarafından ülkemizdeki tüm ilgili birimlere
gönderilmişse de, kontr-espiyonaj kapsamında Alman istihbaratçılarına karşı alınmış
–izleme dışında- somut bir tedbire tesadüf edilmemiştir…”
En önemli belge sahte
İki ülke arasında
diplomatik krize bile neden olabilecek içerikteki belge; gazeteciler, kitapta
adları geçen bilim insanları ve yargı mensuplarının tüm uğraşlarına rağmen,
elde edilemedi. Ankara DGM’nin bu belgeyle ilgili Dışişleri Bakanlığından
istediği bilgiye yanıt Emniyet Genel Müdürlüğü’nden geldi: “‘Türkiye’de Altın
Konsepti’ isimli raporla ilgili Berlin Büyükelçiliğimiz tarafından yapılan
araştırmada herhangi bir bilgi veya kayda rastlanmadığı...”
Üstelik, bu belgeyi
“ilgili tüm kurumlara ilettiği” ileri sürülen “İsveç’te yaşayan Prof. Dr. Metin
Deliormanlı” diye bir kişinin varlığına tüm araştırmalara rağmen bugüne kadar
rastlanabilmiş değil!
En önemli belgesi ve bu
belgeyi yaydığı ileri sürülen kişisi “sahte” olan Hablemitoğlu’nun kitabındaki
başka birçok bilgi ve veri de gerçekdışı ya da manipüle edilerek verilmişti.
Kitabı maden şirketi
yazdırdı
Kuruluş aşamasından
itibaren Eurogold altın madeninde on yıl kamu ilişkileri müdürlüğü yapan Hasan
Gökvardar’ın Hablemitoğlu’nun yazdığı kitapla ilgili çok önemli tanıklıkları
bulunuyor. Gökvardar’ın İzmir Barosu’nda kameralar karşısında dile getirdiği ve
basına da yansıyan iddialara göre, kitap altın şirketinin bilgi, belge ve maddî
olanaklarıyla basılıp dağıtılıyor, madene iki kez gelen Hablemitoğlu’na
klasörler dolusu bilgi ve belge veriliyor. Gökvardar Hablemitoğlu’nun ikinci
ziyaretinden kısa bir süre sonra çıkan kitabın on bin adet basıldığını ve dağıtımının
da büyük oranda altın şirketi tarafından yapıldığını anlatıyor. Benzer ifadeler
madende halkla ilişkiler uzmanı olarak çalışan Nurettin Turgut’tan da geliyor.
Gazeteci Aydın Engin de haber yapmak için gittiği madende Hablemitoğlu’nun bir
oda dolusu kitabını gördüğünü açıkladı.11
Hablemitoğlu’nun en
önemli delili sahte bir belge olan kitabını tartışılmaz kılabilecek,
sorgulanmasını önleyecek, dikkatleri bu sahtecilikten başka yönlere yöneltecek,
hatta kitabın ve yazarının eleştirilmesinin dahi “ayıplanacağı” bir ortam
yaratacak tek şey, yazarının ölmesi/öldürülmesiydi. İşte bu oldu!
Birkaç yıl sonra, madeni
işleten şirket yeniden el değiştirdi. Maden toplam 44.5 milyon dolara Fethullah
Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen Koza Altın Şirketi’ne satıldı. Aradan beş
yıl geçtikten sonra, şirketin halka arzda değeri 2 milyar dolar olarak
gösteriliyordu!
Diyebiliriz ki,
Hablemitoğlu’nun öldürülmesi belki de en çok bu grubun ve bu grupla işbirliği
içinde olduğu ileri sürülen uluslararası altın tekellerinin işine geldi. Hem
Gülen cemaatinin çok sert bir muhalifi ortadan kalktı hem Altın madenciliğinin
önündeki büyük bir engel, yani Bergama köylülerinin direnişi Hablemitoğlu’nun
kitabının inkâr götürmez katkısıyla bertaraf edildi. “Alman Vakıfları ve
Bergama Dosyası” adlı kitap altın madeni şirketleri için neredeyse başucu
kitaplarından biri halini aldı.
Bergama direnişinin
ortadan kaldırılması sonrasında, Cemaat’e yakın şirketlerin uluslararası altın
tekelleriyle ortak bir şekilde, dolu dizgin altın madenciliğine soyunduğu
görüldü.
Bergama’nın çevre
mücadelesindeki önemi
Türkiye’deki çevreci
halk hareketi Bergama köylülerinin mücadelesiyle önemli bir ivme kazandı. O
güne kadar bir grup orta sınıf aydının yürüttüğü “çiçek böcek çevreciliği” diye
küçümsenen çevre mücadelesi, Bergama köylülerinin siyanürlü altına karşı
direnişiyle köylü temelli geniş bir halk hareketine dönüştü. Yaşam alanlarını
savunmak için yollara dökülen, çok çeşitli eylemler organize eden köylüler karşılarındaki
gücün sadece bir şirket ya da hükümet olmadığını deneyimleriyle gördüler.
Ülkede tıkanan toplumsal muhalefet kanallarını zorladılar ve bu çabalarıyla
toplumun diğer ezilenlerinin de sempatisini ve desteğini kazandılar.
Bergama köylülerinin
1989’da başlayan ve 1990’ların sonu, 2000’lerin başında en üst düzeye ulaşan
direnişleri ortaya konan psikolojik harekât yöntemleriyle önce durduruldu,
sonra da sönümlendirildi.
Aynı cadı kazanı
Son birkaç yıldır öne çıkan
ve giderek kitleselleşip siyasallaşan hidro elektrik santrallerine (HES) karşı
verilen mücadelenin karalanması için son dönemde yine bu Alman vakıfları
iddialarının gündeme getirildiği görülüyor. İlk önce çeşitli yerel gazetelerde
ve köşe yazılarında dile getirilen iddialar,12 zamanla ulusal basına
da yansıdı.13 Son olarak, Akkuyu Nükleer Santrali A.Ş.’nin Mersin’de
açtığı Toplum Bilgilendirme Merkezi Müdürü Faruk Uzel de nükleer karşıtlarını
“dışa bağımlı güçler” olmakla suçladı.14
Devlet-şirket desteğiyle
kuyuya atılan bu taşın ya da çamurun etkisi çevre hareketi üzerinde sanılandan
daha yıkıcı oldu. Bu iftira sonrası, sadece Bergama köylü hareketi yenilgiye
uğratılmadı, ülkedeki diğer çevreci hareketler ve çevreciler adeta görünmez bir
çember içerisine hapsedildi. Kamuoyunun büyük bir kısmı hâlâ devasa bir
propaganda aygıtı tarafından pompalanan “çevre direnişlerini Türkiye’nin kalkınmasını
istemeyen Almanya ve diğer dış güçler kışkırtıyor” propagandasının etkisi altında.
Suikast
Yazının sınırları göz
önüne alınarak bu makalede Hablemitoğlu suikastinin ayrıntılarına girilmedi.
Suikastin ardında kimler vardı, “Hablemitoğlu’nu ben öldürdüm” diye savcılara
defalarca itirafta bulunduğu halde bir türlü “ciddiye alınmayan” Durmuş Anuçin
adlı kişinin bağlantıları nelerdi, suikast neden Ergenekon sürecine dahil
edildi ve neden “faili meçhul” bırakıldı? Bunlar ve benzeri sorularla ilgili
iddialar burada yer almıyor. Hablemitoğlu suikasti de dahil tüm bu konular,
“Kuyudaki Taş - Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği”nden okunabilir.
Bu kitabın giriş kısmının
son paragrafı bu yazıda anlattıklarımızın bir özeti aslında: “…Millî güvenliği
tehditten öte, altın tekellerinin tekerine çomak soktuğu için Bergama köylü
hareketine karşı bir ‘oyun’ tezgâhlandı. Hablemitoğlu bu oyunda çok önemli bir
role soyundu. Kuyuya taşı ona attırdılar. O, bu oyundaki rolüne son nefesine
kadar sadık kalırken, oyunun başarısının ancak kendi ölümüyle olanaklı olacağını
elbette bilmiyordu...”15
1) http://www.evrensel.net/news.php?id=47173
2) A. Yüce, A. Ekrem, Ö.
Güven (ed.) Altın Madenciliği ve Çevre, Beril Ofset, İstanbul, 1998.
3) H. Alethea, E.
Özgüven, P. Holzer, Belgesel, 2007, Emür Henden’in konuşması.
4) Komşumuz Yunanistan’ın
yaşadığı ekonomik kriz ardından 1990’ların sonu, 2000’lerin başında, ülkeye
giremeyen altın madeni şirketlerinin yeniden atağa geçtiğini ve ülkenin
kuzeyinde maden işletmesi açmak için çalışmalara başladığını anımsatalım.
5) Hasan Özgöbek’in Uşak
Eşme Kışladağ altın madeni ile ilgili çalışmalarını öğrenmek için Özer Akdemir,
“Anadolu’nun ‘altın’daki Tehlike - Kışladağ’a Ağıt”, s: 199, Evrensel Basım Yayın,
Nisan 2011.
6) Tamer Bacınoğlu,
“Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
7) Milliyet, 30 Temmuz
2001.
8) “Asparuk: Almanlar altını
çıkarttırmıyor”, Star, 2 Ekim 2001.
9) “Paşalar Ovacık Altın
Madeninde”, Yeni Asır, 30 Ekim 2002.
10) Tahir Öngür, Hayat Tv
Çepeçevre Yaşam Programı, 6 Şubat 2011.
11) Yeni Harman, 23 Şubat
2003.
12) Erişim Tarihi:
http://www.haberantalya.com/yazar.asp?yaziID=19877
http://www.akdenizhaberci.com/yazi-950-hes8217;leri-istemeyen-8216;koro…
13) Radikal, 4 Nisan
2011.
14) http://www.evrensel.net/news.php?id=47172
15) “Kuyudaki Taş - Alman
Vakıfları ve Bergama Gerçeği”, Özer Akdemir, Evrensel Basım Yayın, Kasım 2011.
-------------------------------------------------------------------------------
1969 Nevşehir Hacıbektaş doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun.
1998’de Evrensel gazetesi Zonguldak muhabiri olarak gazeteciliğe başladı. Halen Evrensel Gazetesi İzmir muhabiri olarak çalışıyor. Hayat Televizyonu’nda Çepeçevre Yaşam adlı programı hazırlayıp sunuyor. Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP) eş dönem sözcüsü.
“Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike / Kışladağ’a Ağıt” ve “Kuyudaki Taş /Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği” adlı kitapları yayınlandı.