Heinrich Böll Stiftung Derneği, Türkiye’deki kadın hareketinin kampanyasını yanında yer alıyor
Ulrike Dufner
Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz yılın 28 Aralık günü Irak sınırındaki Uludere’de 34 gencin hayatını kaybettiği bombalama olayından sonra, saplandığı siyasi çıkmazdan haftalarca bir çıkış yolu bulamadı. Uludere’de öldürülen gençler dağlık sınır bölgesinde mazot ve çeşitli malların kaçakçılığını yapıyordu. İnsansız hava araçlarının radarına yakalandılar ve ardından üç dalga halinde bombalanıp öldürüldüler. Üçüncü bombardıman gerçekleşmeden önce ailelerin güvenlik güçlerini uyardığı ortaya çıktı. Ancak güvenlik güçleri onlara, havadaki harekatın sivil gençlere değil PKK birliklerine yönelik olduğunu söylemişti. Fakat bu ne yazık ki böyle değildi.
Hükümet, sorunu ailelere tazminat ödeyerek ve kamuoyuna karşı da üzüntülerini bildirerek halletmeye çalıştı. Ama maktul aileleri için para, evlat acısının yerini tutmuyordu. Tazminatı geri çevirdiler ve onun yerine arka planın aydınlatılmasını ve sorumlulardan hesap sorulmasını istediler. Fakat kurulan araştırma komisyonu aradan beş ay geçmesine rağmen olayları aydınlatmayı başaramadı. Başbakan Erdoğan, olayın aydınlatılması yönünde bir türlü dinmeyen taleplerden giderek daha çok rahatsız oldu. Bu gençlerin o mayınlı bölgede nasıl rahat hareket edebildiklerini sordu. Yanıtı, gençlerin „zararsız“ birer kaçakçı olmadığı, PKK ile işbiliği yaptığı yolundaydı. Eğer bombalanmasalardı, kaçakçılık da ceza kapsamında olduğundan, tutuklanmış olacaklardı.
Başbakan Erdoğan bu sözleriyle biraz ileri gittiğini ve olayın aydınlatılması yönündeki taleplerin bu şekilde susmayacağını görünce, kamuoyunu başka bir beklenmedik açıklamasıyla şaşırttı: Kürtajın, aynı Uludere gibi, cinayet olduğunu söyledi. Hükümetin dört hafta zarfında kürtajı yasaklayan bir yasa çıkartacağını beyan etti. Erdoğan, bir tecavüzün ardından gerçekleştirilen kürtajı bile cinayet olarak tanımladı ve devletin bu çocuklara da bakacağını söyledi.
Başbakan gerçi bu sözleriyle Uludere’deki bombardımanın suç teşkil ettiğini dolaylı da olsa teslim etmiştir. Ama bununla aynı zamanda konuyu Uludere’den saptırmayı da başarmıştır. Bir feminist, açmazı şöyle tanımlıyor: „Biz Erdoğan’ın aslında Uludere’yi unutturmak istediğini biliyoruz. Ama işi ciddiye alıp daha 1983’te kavuştuğumuz kürtaj hakkını gerçekten ortadan kaldırıp kaldırmayacağından da tam emin olamıyoruz.“
Başbakan Erdoğan kadın bedeni üzerinden çifte siyaset yürütmektedir: Öncelikle ondan, bir konuyu unutturmak için faydalanmaktadır. İkincisi, kadınların bedeni üzerinden yaptığı bu siyasetle muhafazakar yandaşlarını yeniden arkasında toplamayı amaçlamaktadır. Kadınların en az üç çocuk doğurmasını istemektedir. Bunun, ekonomik büyüme için gerekli olduğu görüşündedir. Umarız ki üç çocuk doğurmak – erkeklerin askerlik hizmeti gibi – kadınların bir vatan borcu olarak tanımlanmaz ve üç çocuk doğurma görevini yerine getirmeyen kadınlar, cezai müeyyideyle karşılaşmaz! En azından şimdilik „sadece“ toplumsal baskıyla karşı karşıyalar.
Ancak Başbakan Erdoğan’ın şaşırtıcı çıkışlarından biri daha ters tepeceğe benziyor. Anlaşılan, kendi yandaşlarının kadınlarını bile yanlış değerlendirmektedir: Siyasi yelpazenin bütün (!) taraflarından kadınlar ve erkekler birkaç gün içinde Erdoğan’a karşı olağanüstü güçlü bir protesto dalgası başlatmıştır. „Benim Bedenim – Benim Kararım“, „Kızımın Bedeni / Karımın Bedeni – Onun Kararı“ gibi çok sayıda farklı sloganı karınlarına, kollarına, göğüslerine yazıp fotoğraf çekiyorlar ve bunlar sayısız web sayfasında yayınlanıyor. Toplum imza kampanyalarıyla, gösteri yürüyüşleriyle ve birçok değişik eylemle infial halindedir.
Heinrich Böll Stiftung’un Türkiye’deki derneği bu protesto kampanyasına katılıyor. Onun için, protestolar sürdükçe bizim de üzerimizde „Bedenimden elini çek – Benim Kararım!“ gibi muhtelif sloganlar yazan fotoğraflarımızı bu sitede görme imkanınız olacak!