AKP’nin kadınlarla imtihanı - Yayınlar

Gülfer Akkaya

Aralık 1989’da Başbakanlığa
bağlı Aile Araştırma Kurumu, “Kadının çalışmasıyla birlikte yapısı bozulan”
Müslüman Türk ailesini güçlendirmek için kolları sıvar. Aynı dönem Aileden
Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek de (ANAP) bu çalışmalara destek verir. Kadınlar
için zararlı, erkekler ve onların aileleri için yararlı çokça yayın çıkar,
toplantılar yapılır.
  

Kasım 1990. Aile Araştırma
Kurulu’nun çalışmalarından yaklaşık bir yıl sonra geçmişine bağlı, Müslüman
Türk aile yapıcısı Bakan Cemil Çiçek bu çalışmaların sonunda alınan yolu
özetler: “Flört fahişeliktir, feminizm sapıklıktır.”1

Feminist kadınlar Bakan’ın
“Flört fahişeliktir” söylemini “Düdük gibi laf” diye değerlendirip, protesto
için meydanlarda düdük çalmaya başlar.

Feminist tepkiler bununla
sınırlı kalmaz; Aile Araştırma Kurumu’nun düşkün olduğu geçmişi, Müslüman Türk
aile yapısını ve genel olarak aileyi reddettikleri için boşanma eylemlerine
başlar.

Sene 2003. Refah ve
Fazilet partilerinin de gözdesi olan Cemil Çiçek artık AKP’li Adalet Bakanı’dır.
Aynı yıl, Türk Ceza Kanunu (TCK) değişir. Feministler bu kez, tecavüze uğrayan
kadının tecavüzcüyle evlendirilerek tecavüzcünün ceza almasının engellenmeye
çalışılmasına karşı mücadele ederler. Adalet Bakanı Çiçek’in başdanışmanı Prof.
Dr. Doğan Soyaslan, tecavüze uğrayan bir kadınla kimsenin evlenmek
istemeyeceğini söyler ve kanun önerisini yumurtlar: “Tecavüze uğramış kadın
olsam, tecavüzcümle evlenirdim. İnsan zamanla alışır.”2

O dönem kadın örgütleri
tasarıya ilişkin eleştirilerini Adalet Bakanlığı’na göndermiş, AKP’li komisyon
üyeleri, kadın-erkek eşitliği fikrine henüz hazır olmadıklarını söylemişlerdi.
Aradan on yıl geçti, AKP’liler hâlâ eşitlik fikrine hazır değil. Geçen on yılda
ancak kadın-erkek eşitliğine neden inanmadıklarını öğrenebildik: Fıtrattanmış!

2004’te, çeşitli illerden
feministler, eşcinseller Meclis kapılarına dayandı. TCK’daki değişiklikler için
kadınların Bakan’a sundukları değişiklik önerilerine iktidar bir “evet” diyor,
sonra “olmadı, hayır” diyordu. O dönem kadınlarla AKP arasında, kürtaj tartışmaları
benzeri psikolojik harp uzun süre devam etti. Yasa değişikliği sürecinde öne çıkan
başlık zinaydı. Kadınlar arasındaki mavra, “zina için yürüyoruz” olmuştu.

TCK değişiklik
önerilerimiz, “Bekâret kontrolü ve 15-18 yaş arası gençlerde rızaya dayalı
cinsel ilişkilere getirilen yaptırımların kaldırılması, ‘müstehcenlik’
maddesinde ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bölümlerin çıkartılması, ayrımcılık
maddesine cinsel yönelim ifadesinin tekrar eklenmesi. Nitelikli insan öldürme
maddesine alınan ‘töre saiki’ ifadesinin ‘namus saiki’ olarak değiştirilmesi,
kadın cinayetlerinde katil erkekler için ceza indirimi yapan ‘haksız tahrik’
maddesinin kaldırılması; kadınların cinselliklerini ve bedenlerini tahakküm altına
almak için zina (evli kadınların başkasıyla ilişki yasağı) maddesinin yeniden
yasaya konulmasına itiraz” şeklindeydi.3

Yakın geçmişin bu kısa özetini
şu nedenle verdim: Feministler 1980’li yılların başlarından itibaren, yan yana
gelip okumalar, tartışmalar, bilinç yükseltme toplantıları yapmışlar, feminizm
üzerine dergilerde yazılar yazmışlar (1983) ve ilk sokak eylemi olmasının yanı
sıra, feminist hareketin dönüm noktası bildiğimiz Dayağa Karşı Dayanışma
Yürüyüşü’nü örgütlemişlerdi (1987). 1980’li yılların başından bu yana devam
eden 30 yıllık feminist mücadele hem erkeklere hem de iktidar olan tümü
cinsiyetçi siyasî partilere ve devlete karşı aralıksız devam etmişti.

Türkiye’de feminist
mücadelenin başlıklarını şöyle sıralayabiliriz: Kadın bedeni ve cinselliği,
erkek şiddeti, aile-evlilik-aşk, kadın emeği-kadınlar için sosyal haklar,
anayasa ve yasal hak mücadeleleri, siyasal İslam ve savaş-militarizm-şovenizm.

Mücadele içinde bu başlıklar
her dönem aynı önceliklerle ele alınmamış, güncel politik gelişmelerin sıcaklığına
göre dönem dönem daha öne çıkanlar olmuştu –kürtaj, bekâret kontrolleri, erkek
şiddeti gibi.

Kadınların mücadelesini ve
politik gündemini belirleyen bir diğer durum, değişen hükümetlerin ideolojik ve
politik çıkarları açısından yürüttükleri kadın karşıtı politikalarıdır.

Şimdi yaklaşık 11 yıldır
hükümette olan ve Türkiye’deki feminist mücadelenin ömrünün üçte birine denk
düşen AKP’nin iktidar sürecinde feminist hareketin durumuna bakalım.

Muhafazakâr demokrasi

AKP’nin fikriyatının arka
planını oluşturan “Muhafazakâr Demokrasi” adlı kitapçıkta “AK Parti’nin
geliştirmeye çalıştığı muhafazakâr demokrat siyasî kimlik dünya genelindeki
muhafazakârlık pratikleriyle örtüşen özelliklere sahip olmakla birlikte,
Türkiye’nin sosyo-kültürel özellikleriyle şekillenen bir muhtevaya ve yerel
dinamiklerle şekillenen bir siyaset tarzına sahiptir” deniyor.

Doğrudur, AKP’nin muhafazakârlığı dünya genelindeki
muhafazakâr partilerle aynıdır. Söz konusu kadınlar olunca, başka ülkelerin
muhafazakâr partileri ile AKP’nin karşıtı ve yandaşı oldukları siyasî gündemler
örtüşüyor. Çocuk doğurma sayısından kürtajın yasaklanmasına, kadınların nasıl
giyineceğine, ailenin kutsallığı ve toplumsal, kültürel gelenekleri
sahiplenmeye dek aynılar...
Muhafazakârların, gelenek diye sahip çıktıkları, kadınlar için
cinsiyetçilik ve yasaklarla dolu bir hayat olduğundan feminist mücadele de her
ülkede  (cinsiyetçi-yasakçı)
gelenekselliğe karşı mücadeleyi yükselterek yol alıyor. AKP’nin içindeki kadınların
bir kısmı, partinin kadınları sıkıştırmaya çalıştığı alanın ötesinde duruyor ve
bu kazanımlarından kolay kolay vazgeçmiyor.

“Muhafazakârlık, radikalizmi ve toplum mühendisliğini
reddeder. Siyaset; çatışma, kamplaşma ve kutuplaşma yerine uzlaşma, bütünleşme
ve hoşgörü üzerine kurulmalıdır. Geleneksel yapının bazı değerlerini ve kazanımlarını
koruyarak değişimi sağlamak gerekir.”

Mevcut olanı koruyup kollamakla yükümlü muhafazakâr
demokratlar; siyaseti çatışma, kamplaşma, kutuplaşma alanı olmaktan çıkartacaklarını
söyleyerek toplum mühendisliğine bal gibi soyunmuş oluyor. İşçi-patron, kadın-erkek
zıtlığı toplumsal mühendislikle değil, toplumsal mücadeleyle çözüme kavuşur. Zaten
zıtlıkları oluşturan siyaset değildir. Siyaset bunu görür. Aralarında uzlaşmaz
çelişkilerin olduğu işçi ile patron, kadın ile erkek arasında hoşgörüyü,
bütünleşmeyi oluşturmak iktidarının ömrünü uzatmak için toplumu uyutmaya,
oyalamaya çalışmak değil midir?

“Muhafazakârlığın her
türlü otoriterleşmeye karşı sınırlı iktidarı savunan, değişimi doğal süreç
içinde toplumsal dinamiklere bırakan, özgürlüğün soyut değil, somut şekliyle
anlam taşıyacağını vurgulayan, aile, gönüllü kuruluşlar, vakıflar gibi toplumsal
ara koruma mekanizmalarını önemseyen yapısı…” diye devam eder aynı kitapçıkta
AKP’nin intihalci ideoloğu Yalçın Akdoğan.4

Muhafazakârlık, geçmişle
kurulan sürekli ilişki, toplumsal yapının değiştirilemez oluşu, toplumsal
dönüşümü savunan devrimci akımlara karşıtlığı, temel hak ve özgürlüklerin
devletin ya da toplumsal kurumların varlığı karşısında değersiz ve tehlikeli
gösterilmesi, toplumsal ve bireysel özgürlükleri “değişimi doğal süreçlere” bırakma
adı altında denetleyen otoriterliği, ona hayat veren din, aile ve devlet gibi
kurumları özgürlükleri kontrol-engel merkezi yaparak toplumu içerde (eviçi) ve
dışarda (kamuda) kontrolüne almasıdır diyebiliriz.

“Özel olan politiktir”
saptamasıyla feministler eviçinin de kamusal olduğunu gösterip, içerinin kadınlar
için nasıl bir cehennem olduğunu anlattıklarında muhafazakârlığın kontrol etme
yöntemi olan “üzerini örterek koruma-sürdürme” silahını teşhir edip çöpe attılar.
Muhafazakârlar kadın bedeni başta olmak üzere aşk, cinsellik, özgürlük gibi kadınların
temel hak taleplerine karşı din, kutsallık, aile, ahlâk ve toplumsal yapıyı
gerekçe göstererek reddediyor, buralardaki sorunların üzerini örterek devamlılıklarını
sağlıyorlardı. Feminist hareket tüm bu konuları tartışılır kıldı, kadınlar ve
toplum açısından başta aile olmak üzere hepsinden vazgeçilebileceğini
gündemleştirdi.

Yukarıdaki alıntıda kadınlar
için tehlikeli olan önemli bir ifade, “değişimi doğal süreç içinde toplumsal
dinamiklere bırakan” cümlesidir. Bu cümle hoşgörü ve uzlaşma mantığının ikiz kardeşidir.
Zira, “doğal süreç” diye bir şey yoktur, o birilerinin işine yarayan,
birilerinin kurup sürdürdüğü “doğal süreç”tir. Bir şey değişecekse onu “doğal
sürecin” içinde değil, bizzat  “doğal
sürece” müdahale ederek değiştirmek gerekir. Burada “doğal süreç” mevcut olanı
koruyup kollayan, onu ve özlenen geçmişi sahiplenen bir söylemdir. Kadınların
“doğal süreci” aile, evlilik değil miydi?

Kadın erkek eşitliği ve
onların fıtratı

Başbakan Erdoğan 17 Ekim
2010 tarihli AKP 16. İstişare ve Değerlendirme Toplantısında “Bazı bayanlar
ekranlarda ‘kadın- erkek eşitliği’ diyor. Bu eşitlik haklar konusunda eyvallah.
Ama diğeri yaradılışa ters” diyerek kadın-erkek eşitliğine dinci bir perspektif
olan fıtratı dayanak göstererek karşı çıktı.

Fıtrat, yaratılış demek. Varlığın
Allah tarafından yaratılış hali. Fıtratta iki değiştirilemez unsur bulunur:
yaratılış ve doğal olan. Yaratılış ilahî bir güç olan Allah tarafından sağlanmış,
o yüzden değiştirilemez. Doğal olansa, olması gereken, olduğu gibi, ilahî
kuvvetin yarattığına uygun manasına gelir. O da değiştirilemez.

AKP ile feminist hareket
arasındaki temel gerilim AKP’nin fıtrat, yani değiştirilemez dediğini, kadınların
mücadele alanı bilip, değiştirmek için kolları sıvamasından kaynaklanıyor. Kadınların
durumlarını Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” şiarıyla ele
alan feminist hareket, kadın-erkek rollerini toplumsal işbölümü olarak gördüğü
için değiştirilemez değil, değiştirilebilir bulur. Başbakan’ın savunduğu
değişmeyen fıtrat ile feministlerin savunduğu cinsiyetçi rollerin
değişebilirliği, iki toplumsal grubun (kadın-erkek) çıkar çatışmasını gösteren
başat bir siyaset oluyor.

Konuşmalarında kadın
yerine bayan, hanımefendi gibi cinsiyetçi tanımları kullanmayı tercih eden
Başbakan Erdoğan’ı feministler fıtrat açıklaması nedeniyle protesto etti.
Türkiye’de artan kadın cinayetlerini göstererek “Eşit değilsiniz dendikçe daha
çok öldürülüyoruz” diyerek fıtratın kadınlar için ne anlama geldiğini anlattılar.

Fıtratçı Başbakan’ın kadın-erkek
eşitliğine itirazı üzerine TBMM alt komisyonu olan Kadın-Erkek Eşitliği
Komisyonu, Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, Kadın ve Aileden Sorumlu
Devlet Bakanlığı (ki içinde aile olduğu için bu halini de sorunlu buluyorduk)
ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak ad ve işlev değiştirdi. Bu
değişiklikler fıtrat gereğiydi.

Aile, evlilik, çocuk, genç
nüfus

“Muhafazakâr demokrat bir
parti olarak aileye büyük önem veriyoruz. Sosyal politikalarımızın esası,
toplumumuzun gücünü oluşturan ve geleceğimizi şekillendiren ailelerimizin
korunması, geliştirilmesi ve desteklenmesidir.”

Kadın ve erkekten oluşan
“doğal” aile AKP için sosyal politikaların ötesinde öneme sahip. Ailenin temeli
evliliktir. Eşcinsellik hastalıktır. Her iki tarafın rızasıyla yaşanan nikâhsız
(devlet ve imam nikâhı olmayan) birliktelik kabul edilemez. Evliliklerde
geleneğine, dinine saygılı sağlıklı çocuklar yetiştirilecektir. Başbakan kadınlara
en az üç ya da beş çocuk doğurmalarını “öneriyor”. Nikâh törenlerinde şahitlik
yaparak, gelinlere en az üç çocuk yapmalarını hatırlatıyor.

2010’da Kadın ve Aileden
Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın “Eşcinselliğin bir hastalık olduğuna inanıyorum”
dediği günlerde, modern hayatın aile için bir tehlike olduğunu söylemişti.
“Toplumsal kabul gören ve yaygın olarak sahip çıkılan bu değerlerin yaşatılması,
ailelerin devamının en önemli teminatıdır. Aynı şekilde, söz konusu değerlerin
yaşamasında ve yeni nesillere aktarılarak tekrar üretilmesinde de en önemli rol
yine ailelere düşmektedir” demişti, “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir
Değer Olarak Aile” konferansında.

Aile sadece üç-beş çocuğun
doğurulduğu yer olmayacaktı. Çocukların islâmcı, dindar bir nesil olarak
yetiştirilmeleri gerekiyordu. Başbakan’ın tartışmalara neden olan “dindar nesil
yetiştireceğiz” açıklaması başta eğitim sistemi olmak üzere birçok kanaldan
hayata geçmiş durumda.

Üç-beş
adet doğan çocuklar, 4+4+4 diye tarif edilen yeni eğitim sistemiyle 11 yaşında
ucuz işgücüne dönüşecek. Anayasal hak olan eğitim eşitliği ve kaliteli eğitime
ulaşılabilirlik hakları gasp edilmiş olacak. Kız çocukları anne olacak, “sıcak
yuvada şefkatli erkeklerin insafına” terk edilmiş olacaklar. Olacaklar derken,
bu kanunun mecliste hızla geçtiğini belirtelim.

Başta
AB ülkeleri olmak üzere, yaşlı nüfusun yüksek olduğu ülkeleri ekonomik açıdan
öcü gibi gösteren Başbakan, doğum oranlarının düşmesini eleştirerek, kadınlara
daha çok doğurmazlarsa ekonominin temel gücü olan genç (ucuz işgücü) nüfusunun
azalacağı, bunun hiç iyi sonuçlar vermeyeceği “uyarısıyla” baskı yapıyor. Aslında,
erkek Başbakan böyle diyerek, eviçi ya da ücretli ucuz emek olmanın dışında,
ülke ve dünya ekonomisinde kadınların nasıl bir güce sahip olduklarını kabul
ediyor. Eğer kadınlar doğurmazsa ya da az doğurursa, dünya ekonomisi derin
krizlere girer. Yani dünya ekonomisi sırf suyun başını erkeklerin tuttuğu
Amerikan borsasının düşmesiyle krize girmiyor, kadınların az doğurması Amerikan
borsasını devirecek güce sahip! Siyasî arenada bu azımsanmayacak bir güç!

Yeni kürtaj yasası

Kadınların üç-beş çocuk
doğurmasını isteyen Başbakan, 2011 yazında sezaryene karşı olduğunu söyledi.
Kadınları ayağa kaldıran “Her kürtaj bir Uludere’dir, bu milleti silmek için
sinsice bir plandır” açıklamasını yaptı. Uludere (Roboski), 28 Aralık 2011’de
Türk Hava Kuvvetleri’nin yaptığı bombardıman sonucu 34 sivil Kürt gencin hayatını
kaybettiği olaydı. Başbakan kürtajla, kendi iktidarında Kürt halkına yönelik
katliamı eşitliyordu. Bedenlerinin denetlenmesine ve bu eşitlemeye öfkelenen
kadınlar ayaklanıp protestolar düzenledi.

AKP mevcut kürtaj yasasından
rahatsızdı, yeni yasa 10 hafta olan kürtaj süresini 8 haftaya düşürmeye,
uygulamada kürtajı önce sınırlamaya, sonra yasaklamaya çalışıyordu. Bekâr
hamile kadınların babalarına telefon mesajı yollayarak kadınları aile şiddetine
maruz bırakacak denetleme yollarına başvuruluyor, hamile kadınlar sağlık takibi
bahanesiyle fişleniyordu.

2011 yazında protestolar
nedeniyle yeni kürtaj yasasını meclisten geçiremeyen AKP bu işi sonbahara bıraktı.
Hâlâ bir açıklama olmasa da kadın örgütleri hazırlıklarını yapmış durumda.

He ne kadar 2011’de
kürtajla ilgili yasal değişiklik yapılmadıysa da Kanun Hükmünde Kararname adıyla
uygulamaya sokulan “yasalarla” bedenlerimize müdahale ediliyor. Bizzat Başbakan
tarafından sezaryen ve kürtaj konusunda uyarılan doktorlar normal doğumda ısrar
ediyor; başta devlet hastaneleri olmak üzere, hastanelerde kürtaj neredeyse yapılmıyor
ya da bir tür cezalandırma olarak uyuşturulmadan-bayıltılmadan yapılıyor. Ayrıca,
“ertesi gün” hapları da devlet denetimi altına alınarak ulaşılması zorlaştırılmış
durumda.

Neden mi? Kadınlar
muhafazakâr demokrasinin gereği olarak eve, aileye kapatılıp erkeklere muhtaç bırakılsınlar
ve genç, dindar nesiller yetiştirsinler diye.

Erkekler kadın öldürüyor, Başbakan
görmüyor

Özellikle son yıllarda kadınları
hedef alan erkeklerin cinsel tacizi, tecavüzü, kadın cinayetleri artarak
sürüyor. AKP’nin verdiği rakamlar erkek şiddetinin yüzde 1400 arttığı yönünde.
Kadın örgütlerinin dışında, kadın cinayetlerine duyarlı kimi web siteleri ve
gazeteler yıllık kadın cinayetlerinin sayılarını aylık, yıllık bilançolar
halinde yayımlıyor. Erkeklerin işledikleri kadın cinayetleri durdurulamaz
noktalara erişmiş durumda. Çünkü AKP iktidarı dâhil tüm iktidarlar kadınları
değil, aileyi ve erkekleri güçlendirdi. Erkeklerin gücü kadınlara ölüm olarak
dönüyor.

Türkiye’de kadınların
erkek şiddetine uğramasının bir başka önemli nedeni, devletin, iktidarın ve
erkeklerin tüm çabalarına rağmen kadınların patriarkaya boyun eğmemesi, kendi
hayatları hakkında başkalarının karar vermesine karşı çıkmaları. Kadınlar
hayatlarına sahip çıkıyor ve kendi kararlarını kendileri vermek istiyorlar.

Kadın erkek ilişkilerini fıtrat
üzerinden ele alan AKP iktidarı, ailenin varlığını ve erkek egemenliğini esas
aldığı için erkek şiddetine karşı koruyup kolladığı kadınlar değil, erkekler
oluyor. Kadın katili erkek mahkemede “tahrik indiriminden” faydalanıp birkaç yıl
hapis yattıktan sonra çıkıp hayatını sürdürebiliyor. Çıkan aflarla ilk olarak
cinayet, gasp, tecavüz gibi suçlardan tutuklanan erkekler evlerine gönderilip
evdeki kadınlara hayat cehennem haline getiriliyor.

Belediyelerin nüfusu 50
bini geçen ilçelerde kadınlara sığınak açması zorunluyken, ne yazık ki bu yasa
kağıt üstünde kalıyor. Kocasının dayağından, ölümden kaçan kadınlar, sığınaklarda
yer olmadığı için, “kocasıdır, döver de sever de” diyerek yeniden evlerine,
kocalarına gönderiliyor.

Erkek şiddetini önlemek
için feminist hareketin kazanımı olan 4320 sayılı yasa (şiddet uygulayan
erkeğin evden uzaklaştırılması) gereği gibi uygulanmadığı için de kadın
ölümlerine engel olunamıyor.  

Şiddet Önleme ve İzleme
Merkezleri (ŞÖNİM) de kadın kurumları ve feministler tarafından eleştiriliyor.
Başta erkek şiddeti olmak üzere, iktidar yasal değişiklikler hakkında
feministlerin ve kadın kurumlarının önerilerine kulak vermiyor. Örneğin, şiddet
yasası hazırlanırken 250 kadın kurumunun görüşü alındı ancak tasarı yasalaşacağı
anda, hiçbir görüşme yapılmamış gibi, bütün öneriler göz ardı edildi. Bu tutumu
savunmak ise yazık ki AKP’li kadınlara düştü.

AKP’nin sihirli değneği:
Sosyal politikalar

Sosyal politikalar deyince
sanılmasın ki toplumun refahı için sosyal devletten bahsediliyor. Aksine, kadınlar
açısından sosyal politikaların sosyal kısmı bakım emeğinin ev içinden çıkartılmayan
kadınların sırtına “rızayla” yüklenmesi, politik kısmı ise yükü sırtımızda
tutturacak sopayı ifade ediyor.

“Şefkat yuvası” ailede,
çocukların yanı sıra yaşlıların, hastaların, sakatların bakımı, özel ya da
kamusal bakım merkezleri yerine ev içine tıkıştırılarak en ucuza gelecek
şekilde kadınlara yaptırılacak. “Sosyal politikalarımızın esası, toplumumuzun
gücünü oluşturan ve geleceğimizi şekillendiren ailelerimizin korunması,
geliştirilmesi ve desteklenmesidir” diyor AKP. Böylece, “ölü yatırım” olarak
görülen yaşlı ve sakat bakımı asgarî maliyetle kadınlar üzerinden çözülüyor.
Zaten AKP’nin Sosyal Politikalar başlığı altında kadınlar; çocuklar, gençler,
sakatlar ve yaşlılar ile aynı kefeye konup “koruyucu-yardım politikaları” anlayışıyla
ele alınıyor. Oysa kadınların korunmaya değil, gasp edilen haklarına kavuşmaya
ve erkeklere karşı güçlendirilmeye ihtiyaçları var.

Feminist hareket, ev
içinde çalışan kadınlar dâhil olmak üzere sosyal haklar, emeklilik gibi
konularda erkeklerden bağımsız olarak kadınların emeklilik, sigorta hakları
için kampanyalar düzenlemişti. Üstelik bu talepler hâlâ dile getiriliyor.
İktidar ise bu talepleri görmüyor, duymuyor; sözde projelerle kadın istihdamını
artırmaya çalışıyor.

Feministlerin STK’larla
ilişkisi

Sivil Toplum Örgütleri
(STK) siyasî iktidardan bağımsız olarak, toplumda sorunlu buldukları alanlarda
çalışan ve gönüllü kişilerden oluşan kuruluşlardır. STK’lar ideolojik örgüt
olma manasında “siyasî” kurumlar değildir. Politik bir “taraf” olmazlar.

Kadınların meselesi ve
mücadelesi STK zeminine sıkıştırılarak o alanın sınırları ve perspektifleriyle
çözülemez. Ezilen ve sömürülen toplumsal bir grup olarak kadınların kurtuluşu
ancak kadınlar için mücadele veren siyasî bir ideolojiyle sağlanabilir. Bu
feminizmdir. Feminizm taraf olmayı gerektirir ve kadın-erkek arasındaki ezme ve
sömürü ilişkisinde ezilen-sömürülen kadınlardan yana taraftır. Yani ayrımcıdır;
kadınlar lehine ayrımcıdır. Feminist hareket içinde yer alanlar da “gönüllü”
olmaktan ziyade angajedir. 

STK’lar çok geniş bir alanı
kaplıyor. Beş-on kişinin bir araya gelip bir konu üzerinde çalıştıkları bir
derneği de ifade ediyor, TÜSİAD gibi tekelci sermaye grubunun siyasî ve
ekonomik politikalarını belirlediği, hükümetler kurup indiren bir derneği de.

Bir başka sorun, STK’ların
iktidar tarafından müdahale edilebilecek bir alan olması; bazı STK’ların
iktidarla bağlayıcı ilişkiler kurabilmesi. Dahası, STK’lar da diğer kurumlar
gibi ağırlıklı olarak erkek yöneticileri olan cinsiyetçi kurumlardır. Çok az
sayıda karma STK cinsiyetçiliğe karşı mücadele etmektedir. Hal böyle olunca,
kadın hareketinin genişlemesinde sivil toplum örgütlerinin rolü yerine, STK’ların
gelişmesinde feminist hareketin rolünden bahsetmek daha gerçekçi olur. Bu da
STK’ların feminist hareketin gündemini daha yakından izleme, feminist hareketin
taleplerini savunma ve içerme, STK kadrolarında ve özellikle karar mekanizmalarında
feminist kadınlara daha çok yer verme, feminist hareketle direkt ilişkide olma
ve kurum içinde kadınlar lehine politikalar üretme ilkelerinin hayata
geçirilmesiyle sağlanabilir.

Sonuçta, 30 yıllık
feminist mücadeleye bakıp feminist hareketin geldiği aşamaya bakarsak; önemli
bulduğum husus, kızlarla annelerinin hayatı arasındaki açı farkıdır. Buradan
bakınca sonuç cesaret verici. Başta namus, bekâret, eğitim ve kendi hayatıyla
ilgili kararlar verme başlıkları olmak üzere, epey yol almış durumdayız. Tartışmasız
eskisine nazaran daha özgürüz. Çok ağır bedeller ödenerek kazanılan bu
özgürlüğe sımsıkı sahip çıkmak, onu daha ileriye taşımak ve ondan vazgeçmemek
en az kazanmak kadar önemli.

Bu nedenle, yeni kürtaj
yasası ve AKP’nin iktidarı boyunca kadınlara yönelik tüm saldırılar kadınlar
tarafından kararlılıkla karşılanıp geri püskürtülmektedir.

Bir kadın için feminist
fikirlerden etkilenmek ya da feminizmin kadınların hayatını etkilemesi bireysel
bir tercih değildir. Aynı toplumsal grubun üyeleri, bir saldırı olduğunda aynı
potadadır ve birlikte etkilenir. Feminizm, birlikte etkilenen kadınların yan
yana geldiği yerdir.

Kaynaklar

1)
http://www.bianet.org/bianet/bianet/14696-cicek-feminizm-sapiklik-flort…;O yıllar meşhur 438. madde karşıtı feminist mücadelenin
olduğu yıllar. Bu madde fahişeye tecavüzde dörtte üç oranında cezaî indirim
getiriyor. Erkek siyasetçilerin kadınlara saldırıları bununla da ilintili.
Almanya Birlik 90/Yeşiller Partisi Başkanı Claudia Roth, 1994’te yaptığı bir
konuşmada kendisine “fahişe” diyen dönemin Doğru Yol Partisi (DYP) milletvekili
Ayvaz Gökdemir’e karşı açtığı tazminat davasından kazandığı 15 bin markı, Mor
Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’na bağışladı.

2) Tecavüzcüye Profesör
Bey alışsın, Handan Koç, Kadınlara Mahsus Pazartesi Dergisi, sayı 84, 2003.

3) Kapıdan Çıktık Bir
Kere, Gülfer Akkaya, Kadınlara Mahsus Pazartesi Dergisi, sayı 95, 2004.

4) Hürriyet yazarı Melis
Alphan “İntihal=Ahlaksızlık” adlı köşe yazısında, Yalçın Akdoğan’ın
“Muhafazakâr Demokrasi” kitapçığında Dr. Bekir Berat Özipek’in “Muhafazakârlık
- Akıl, Toplum, Siyaset” tezinden intihal yaptığını ileri sürüyor.

------------------------------------------------------------------------------------------

Gülfer
Akkaya

1972
Sivas, Kürkçü köyü doğumlu. Anadili Kürtçe. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyal
Antropoloji Bölümü mezunu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü’nde yüksek lisans yapıyor. “Unutulmasın diye… Demokratik Kadın Derneği”
(2008) ve “Sanki Eşittik, 1960-1970’li yıllarda devrimci mücadelenin feminist
sorgusu” (2011) adlı kitapları yayınlandı.