Türkiye Afrika’dan ne istiyor? İstediği şeyin karşılığında Afrika’ya ne öneriyor? İstediğini almak için Afrika’nın taleplerine karşılık vermenin yeterli olacağını sahiden düşünüyor mu? Türkiye’nin Afrika ile ve Afrika üzerinden yaptığı pazarlıkta kim ne kazanır, ne kaybeder? 2002’den başlayarak politika düzeyinde Türkiye’nin küresel güneye ve özellikle Afrika’ya çevirdiği bakışında ne türden bir arayış var?
Bu sorulara verilen cevapların bir bölümü rasyonel siyasî analizler olarak görülebilirken, bir bölümünde de küresel bir komplo teorisinin iç gıcıklayıcı havasını solumak mümkün. Aslına bakılırsa, Türkiye’nin Afrika’ya artan ilgisinin sebepleri konusunda açık sözlü olmadığı söylenemez: Türkiye Afrika’yı siyasî ve ticarî bir yatırım alanı olarak görüyor. Afrika’da arttırdığı nüfuzuyla dünya sahnesinde daha etkin bir rol oynamak istiyor. Bu, bedava olacak iş değil elbette. Kıtada yaklaşık 600 yıldır yaşananların bedelini en çok Afrika halkları ödese de, burada iş tutmak isteyenler için de çeşitli faturalar kesilmediği söylenemez. Türkiye bu faturaların ne kadar farkında ve ödemeye ne kadar hazır, bu da başka bir soru.
Analizler Türkiye-Afrika ilişkilerinin değişen seyrine çoğunlukla, 2002’de AKP hükümetinin işbaşı yapmasını milat alarak bakıyor. Bu genellikle, AKP’yi yekpâre bir ideolojik örgütlenme olarak konumlama eğiliminden kaynaklanıyor. Oysa AKP’yi ve ulusal ve uluslararası düzeyde nasıl bu denli özgüvenli ve giderek belirginleşen bir siyasî hırsa sahip olduğunu kavramak için birkaç yıl daha öncesine, 28 Şubat sürecine gitmek gerekiyor.
1990’larda RP’de (Refah Partisi) bedenlenen siyasal İslam’ın, onu yükselten popüler iradenin canını alabildiğine yakma pahasına, kastre edilmesi için yapılan dolaylı askerî müdahale elbette sessiz sedasız karşılanmadı. Her şeyden önce, bu müdahaleye verilen tepkinin öncekilerden önemli bir farkı vardı. Siyasal İslam hem ekonomik hem de siyasî anlamda istese de toprağa gömemeyeceği ve elbette gömmeyi tercih de etmeyeceği büyüklükte bir paya sahipti popüler iradenin içinde. Refah-Yol hükümetinin (28 Haziran 1996-30 Haziran 1997 arasında iktidarda bulunan Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi koalisyonu) sona ermesiyle bu iradenin de asker korkusuyla kendisini lağvedeceği düşünüldü. Bunda önceki askerî müdahalelerden kaynaklanan yanıltıcı özgüvenin de rolü vardı.
Siyasal İslam, kendisiyle birlikte görünürleşen, siyasette ve ekonomide söz sahibi olmanın ne demek olduğunu da nihayet anlayan geniş bir kesimin ortak projesiydi artık. Bu projenin birkaç siyasî liderin aktif politikadan uzaklaştırılmasıyla son bulmayacağı açıktı. Birkaç yıl boyunca devlet ihalelerinden uzak tutulan, her fırsatta “irticacı” olmaları nedeniyle kendileriyle alışverişten kaçınılması öğütlenen büyüklü küçüklü üretici, tüccar ve yatırımcı hayatta kalmak için o güne kadar ihtiyaç duymadıkları, korktukları için yeltenmedikleri bir adım attılar.
Bir grup mü’min işadamıyla 28 Şubat sürecinden sonra yatırımlarını nasıl ayakta tuttuklarını öğrenmek için 2002’de yaptığım söyleşilerin ortak noktası şuydu: “Türkiye’de yaralandık, dışlandık. Pes edecek değildik, bizi sahiplenen başka pazarlar vardı. Zaten Türkiye’nin bir ihracat politikası yoktu, 2001’de ticarî itibarı da bankalarla birlikte iflas etti. Yüzümüzü Türkiye’nin dışındaki tüm pazarlara döndük.” Görüşme yaptığım işadamlarından biri şunları söylüyordu: “En az sorunla çalıştığımız pazarlar Afrika ve Ortadoğu, çünkü ikisiyle de akreditifle çalışıyoruz. İyi dostluklarımız var, ödemeler aksamıyor. Birkaç çeşit sorun var. En önemli sorunlar tahsilattan kaynaklanır. Bu iki pazarda tahsilat sorunumuz yok. Irak’ta, Suriye’de filan da küçük küçük birtakım riskler alıyorsunuz. Banka sorununuz olabilir. Ülkenin çok iyi bir bankası yoktur. Kalite tutturamamak bir sorundur. Malınız iyi satılmıyordur, pazarda sorun çıkar. Afrika’da ve Ortadoğu’da, ilginçtir, banka sorunu yok. Batı Afrika’da çok küçük bir ülke olan Gana’nın bankaları Türk bankalardan çok daha prestijli. Daha rahat akreditif açıyorlar. Düzenleri var. Türk bankaları çöktü ve hâlâ dünyada güvenilirlik kazanmış değiliz.”
Mü’min işadamlarının, özellikle küçük-orta ölçekli yatırımcıların radarlarına Ortadoğu ve Afrika Özal döneminden bu yana girmişti, çünkü iç pazarda ithalata ve büyük sermayeye karşı onları koruyacak bir rekabet politikası yoktu. Bu yüzden, ürünlerini satabilecekleri küçük pazarlar aramaya koyulmuşlardı. Hatta Özal onlara Asya ülkelerini adres göstermiş, ancak oraya Türk kimliği üzerinden yapılan hamle verimli bir sonuç almaya yetmemişti. Refah-Yol iktidarında Avrupa Birliği’ne alternatif bir İslam Birliği söylemi her ne kadar popüler mizahın konusu olsa da, bu küçük-orta ölçekli işletmeler için gayet ciddi bir dizi adıma tekabül ediyordu. Necmettin Erbakan’ın çok yankı uyandıran ünlü Libya yolculuğu ve 1998’de ilan edilen daha az ünlü “Afrika açılımı” bu yönde atılan ilk somut adımlar oldu. Refah-Yol hükümeti döneminde iyice hareketlenen MÜSİAD (Müstakil İşadamları Derneği), sık sık Afrika ülkelerine seyahatler düzenliyor, fuarlarda boy gösterip gerekirse kredilere teminat sağlayarak üyesi olan işadamlarının ticarî nüfuz alanını genişletmeye çalışıyordu. Daha 2002’de, MÜSİAD üyeleri örneğin Cezayir’de devlet ortaklığında fabrikalar kurmaya ve altyapı yatırımlarına girmeye başlamışlardı. 28 Şubat süreci devletin bu alandaki kolaylaştırıcılığından mahrum kalmalarına yol açmış, ama önlerindeki engelleri aşma gayreti operasyonel yetilerini de sonuna kadar arttırmıştı. Bir başka deyişle, cin lambadan çıkmıştı bir kere.
2001’de, devlet her şeyiyle iflas etti. Aynı yıl, Türkiye’deki mü’min cemaatlerin ortak paydaları üzerinde AKP kurulmaya başlandı. O esnada cezaevinde bulunan, ama serbest kalır kalmaz partinin ve Türkiye’nin başına geçeceğinden kimsenin şüphe duymadığı Tayyip Erdoğan gibi bir lideri olsa da, parti tabandan tavana son derece karmaşık, hararetli, ama kimsenin çıkar konuşmaktan utanmadığı bir müzakere zemini olarak inşa edildi. Tayyip Erdoğan’ın “dehası” parti kademelerinde cemaatlerin ne şekilde temsil edildiği noktasında gösterdi kendini. Erbakan’ın cemaat liderlerini başbakanlık konutuna davet edip ordu mensuplarının sinirlerini hoplatan gösterişçiliğini tekrar etmektense bambaşka bir yol seçti. Başından itibaren cemaatlerin yetişmiş, teknokrat ya da bürokrat olarak iş görebilecek insan gücünü hem partiye hem devlete adeta monte ederek bir yandan müzakere zeminini diri ve sürdürülebilir tuttu; diğer yandan kimseye parti ve devlet içinde kendisinden daha fazla sivrilebilecek bir zemin vermeyerek biricikliğini korudu.
Türkiye’nin 2002’den itibaren Erbakan’dan kalan küçücük miras üzerine şekillenmeye başlayan Afrika açılımında da benzer bir siyaset izledi AKP ve Erdoğan. Hedef en başından itibaren belliydi: Türk işadamlarına -AKP’yle en çok işbirliği yapan, kâra susamış KOBİ’lere (küçük ve orta büyüklükteki işletme)- ticarî nüfuz alanı açmak; yeni siyasî ilişkiler aracılığıyla ekonomik nüfuz alanını genişletmek. Dahası, Afrika’da genişleyen nüfuz alanıyla dünya siyasetinde de daha çok söz sahibi olmak.
2001’de yıkılıp kendi küllerinden doğan bir ülkenin sahip olduğu dinamizmi ve hırsı bu şekilde yönlendirmesinde uluslararası siyaset açısından bir yanlış varmış gibi görünmüyor. AKP’nin iktidara geldiği günlerden başlayarak bugüne kadar Afrika ile ilişkilerin ne şekilde seyrettiğine dair küçük bir özet, AKP’nin kendini inşa etme biçimiyle Afrika (ya da herhangi bir coğrafya ve ülke) ile ilişkilerini şekillendirme yöntemi arasında ciddi bir paralellik olduğunu da görmemizi sağlayabilir.
Afrika ile stratejik ortaklık
2002’ye kadar, Afrika adlı bir kıtanın varlığından Türkiye ancak hayat bilgisi kitabı tadında haberdârdı. 2002’de, yani AKP’nin iktidar olduğu ilk yıl içinde, Türkiye Afrika Birliği toplantılarına konuk olarak katılmaya başladı. “Afrika yılı” ilan edilen 2005 Kasım’ında Abdullah Gül’ün daveti üzerine, Afrika Birliği Başkanı profesör Alpha Oumar Konare Türkiye’yi ziyaret etti.
Tayyip Erdoğan’ın Afrika’ya yaptığı ilk gezinin durağı 29-30 Ocak 2007 tarihlerinde Addis Ababa’ydı. 2008’de, Afrika Birliği Türkiye’yi “stratejik ortak” olarak deklare etti. 18-21 Ağustos 2008’de, İstanbul’da Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi gerçekleştirildi. Zirveden alabildiğine zengin bir paket çıktı. Pakette hükümetlerararası işbirliği, ticaret, yatırım, tarım, tarım ürünleri ticareti, kırsal kalkınma, su kaynakları yönetimi, küçük ve orta ölçekli iş geliştirme, sağlık, barış ve güvenlik, altyapı, enerji, ulaşım, kültür, turizm ve eğitim vardı. Tabii medya, bilgi teknolojileri ve çevre yatırımları da paketin süsüydü. İkinci zirve Ekim 2013’te Afrika’da yapılacak.
Zirveye paralel olarak düzenlenen Türkiye-Afrika İş Forumu’nun ev sahipliğini DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) ve Gülen Cemaati’nin KOBİ olmaktan çoktan çıkmış şirketleri tarafından kurulan TUSKON (Türkiye İş Adamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) üstlenmişti.
26 Mart 2010’da, başbakanlık bir Afrika Stratejisi Belgesi yayımladı. Bu belgeyle daha önceki zirvede konuşulan mevzular somut adımlara ve plana dönüşüyordu. 15 Aralık 2010’da Afrika Birliği ve Türkiye’den üst düzey yöneticiler bir araya gelerek bu defa bir uygulama planı oluşturdular. 16 Aralık 2011’de bakanlıklar düzeyinde bir toplantı daha gerçekleştirildi.
Türkiye’nin Afrika’da 31 elçiliği bulunuyor, bunlardan 19’u 2009’dan sonra açıldı. Kısa zamanda tüm Afrika ülkelerinde en az bir elçilik düzeyinde temsil edilmeyi umuyor Türkiye. 2011’de, Türkiye’nin Afrika’ya yaptığı insanî yardım miktarı 1 milyar doları buldu. Bu rakamla Türkiye, Arap Baharı’yla tahtından olana kadar kıtanın en büyük Müslüman “insanî yardım” kaynağı olan Muammer Kaddafi’nin yerini dolduramasa da, listenin üst sıralarında kendine görünür bir yer “satın almış” oldu. Aynı yıl, Sahra-altı Afrika ülkeleriyle yaptığı dış ticaretin miktarı 7,5 milyar dolara ulaştı. 2000 yılına göre artış yüzde 72 civarındaydı. Türkiye’nin tüm Afrika ülkeleriyle ticaretinin hacmi 2000’de 9 milyar dolardı, bu rakam 2011’de 17,1 milyar dolara ulaştı. 2011’de, Afrika’ya kalkınma desteği bağlamında yaptığı yardım ise yüzde 38 oranında arttı. Erdoğan ticaret hacminin 50 milyar dolara çıkması arzusunu her fırsatta dile getiriyor.
Türkiye’nin bir yandan Afrika Birliği ile kurumsal düzeyde ve Afrika ülkeleri arasındaki dengeleri gözeterek yaptığı müzakereler, diğer yandan tek tek ilişki kurduğu Afrika ülkelerinde mevcut siyasî istikrarsızlığın aktörleri arasında kendi varlığını bir müzakere zeminine dönüştürerek kurduğu diyalog işe yaramış gibi görünüyor. Bu argümanı en iyi açıklayan ise Somali örneği.
Somali: Ortak dil icat etmek
2011’de, gezisinin hem dışarıda hem içeride dikkat çekmesini garantilemek üzere yanına aldığı ünlüler, işadamları ve gazetecilerle Tayyip Erdoğan Somali’ye adeta bir çıkarma yaptı. Kızılay’ın ve TİKA’nın (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) zaten başlatmış olduğu yardım ve kalkınma desteği girişimleri için yapılan bir halkla ilişkiler atağıydı bu. 2011’de Somaliye’ye yapılan devlet yardımı 49 milyon doları buldu, düzenlenen yardım kampanyasıyla Türkiye’den Somali’ye toplamda 365 milyon dolar kaynak aktarıldı. Ayrıca, 70 milyon dolarlık bir bütçeyle Somalili öğrenciler Türkiye üniversitelerinde eğitim görmeye başladı.
Bu adımın hayırlı bir başka sonucu daha oldu. Türkiye’nin Somali’ye yaptığı çıkarma, uluslararası toplumun dikkatini bu bölgeye çekti ve böylece Somali’ye yapılan yardımlarda önemli sayılabilecek bir artış oldu. Fakat önemli de bir farkı vardı Türkiye’nin: World Policy Institute web sayfası için Türkiye’nin Afrika açılımını değerlendiren Julia Harte bu farkı şöyle anlatıyor: “Türkiye’nin yeni dış politika açılımından pek çok Somalili yararlandı. Diğer ülkelerin insanî yardım misyonları operasyonlarını güvenlik nedeniyle Nairobi’den yürütürken, Türk Kızılay’ı rahatlıkla Mogadişu’da yer bulabiliyor kendine. Türkiye’nin ortaya koyduğu performans insan sermayesinin uluslararası programlardan, bağışlardan, iş ilişkilerinden ve diplomatik zirvelerden daha iyi bir araç olabileceğini gösteriyor.”1
Herkesin üzerinde söz birliği ettiği bir şey de Türkiye’nin Somali’de yalnızca hükümetle değil, hükümet karşıtlarıyla da iyi ilişkiler yürüttüğü. Ancak, bu “iyi ilişkiler”in de bir sınırı olduğu çeşitli vakalardan anlaşılıyor. Örneğin, Al-Shabaab adlı silahlı grup Ekim 2011’de Türkiye’ye burs için başvuran öğrencilerin önünde sıra bekledikleri bir devlet dairesini bombalayarak bu konudaki tavrını gösterdi. Saldırıda en az 100 kişi hayatını kaybetti. Daha sonra, “Öğrenciler orada ajan ya da askerî eleman olarak yetiştirileceklerdi” diyerek saldırı gerekçesini açıklayan Al-Shabab’ın kontrol altında tuttuğu bölgelerde tek bir Türk görevliye bile saldırı düzenlenmiş değil.
2011’de Somali’den Türkiye’ye 1200 üniversite öğrencisi getirildi. Diyanet İşleri Başkanlığı ayrıca 400 Somalili öğrenciyi din adamı olarak yetiştirme görevini üstlendi. Somali’de üç de Gülen okulu bulunuyor. Bu okullarda toplam 390 öğrenci öğrenim görüyor. Belli ki bu eğitim seferberliği bir tür yerel ittifak oluşturma girişimi işlevi görüyor. Henüz meyveleri toplanmış değil bu girişimin. Ama bazı işaretlere erişmek de mümkün.
Abdihakim Aynte genç bir yönetici. Üniversite eğitimini Kenya’da almış. Halihazırda bir şirkette çalışıyor, ancak ülkesinde etkili olduğu anlaşılan Faith Without Borders (Sınır Tanımayan İnanç) adlı kuruluşta da gönüllü olarak hizmet veriyor. Türkiye’nin ülkesindeki varlığının “estetik boyutu”nu kendi açısından şöyle değerlendiriyor blogunda:
“Türkiye’nin Somali’ye dönük politikasında muhtemelen üç türlü motivasyonu var: Ahlakî otorite, Ankara’nın İslamî değerlerinden geliyor; iş fırsatları, Türkiye’nin küresel ekonomik rekabette yükselme hırsından kaynaklanıyor; son olarak, jeo-stratejik vizyon, Türkiye’nin küresel politikalara dahil olma arzusundan kaynaklanıyor.”2
Sonrasında, uzun uzun Somali’nin geçirdiği karanlık dönemde Batılı ülkelerin nasıl bir sorumluluğu olduğundan bahsediyor Aynte. Ardından, yine barış için müzakereler yapılırken beceriksizlik, sorumsuzluk ve çıkar sorunları yüzünden Somali halkının nasıl çözümsüz bırakıldığını anlatıyor. Ve sonra, Türkiye’nin bütün İslam ülkeleri arasından sıyrılıp müttefik ve arabulucu olarak Somali sahnesinde yer almasından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Belli ki, Aynte AKP hükümetinin Afrika’ya yönelik hırslarının farkında olmakla birlikte, “Neden olmasın, bir de bunu deneyelim, hiç değilse bunlar Müslüman” düşüncesiyle iyimser olmaktan yana kullanıyor tercihini.
Türkiye’nin Somali’deki varlığı gün geçtikçe daha da hissedilir bir hal alıyor. Mesela, geçiş hükümetine güvenlik önlemleri konusunda destek vermeye başladı. Somalili korsanlardan Somali’yi ve dünyayı korumak üzere küçük bir donanmayı seferber etti. Sağlıktan tarıma, konuttan altyapıya her alana el atmış durumda. Uluslararası ilişkiler uzmanı ve Star gazetesi yazarı Mensur Akgün Türkiye’nin Somali devletini yeniden inşa ettiğini söylüyor.3
Batı’da olduğu gibi Somali’de de Türkiye’nin bu türden müdahaleleri “ılımlı İslam”ın uluslararası ifadesi olarak görülüyor. İnternetteki onlarca forumda, Somalililer neredeyse dilbirliği yapmışçasına, “Müslüman, ama Batı karşıtı da olmayan bir Türkiye”nin Somali’ye olan ilgisine minnettar görünüyor. Batılı gözlemciler Gülen okulları söz konusu olduğunda sorgulayıcı bir tavır takınsalar da, AKP Türkiye’sinin Somali girişimlerini İran ya da Suudi Arabistan’dan daha faydalı buluyor. Öte yandan, Türkiye özellikle Avrupa ülkelerine kıyasla daha ucuza malettiği ürünleriyle Afrika pazarında Çin’le rekabet edebilecek ülkelerden biri gibi görünüyor ve anlaşılan bu da kulağa hiç fena gelmiyor.
Hiç mi sorun yok?
Türkiye Afrika’nın doğusundaki yoksul Müslüman ülkelerde hükümetlerarası ilişki kurmakta sorun yaşamayabilir. Dolayısıyla, Kuzey Sudan, Somali ve Etiyopya ile iyi ilişkiler kuracağından ve bu ilişkileri derinleştirmek için elinden geleni yapacağından emin olabiliriz. Model kabaca, insanî yardım ve kalkınma desteği karşılığında geniş ticarî ayrıcalıklar şeklinde özetlenebilir. Somali’de işin içinde petrol de var tabii. Türkiye Somali’den günde yaklaşık 600 bin varil petrol ithal ediyor. Ancak, bununla kalmayıp Mehmet Emin Karahmehmet’in büyük ortağı olduğu Genel Enerji eliyle Somaliland’de yeni petrol yatakları arama ve işletme girişimlerine de başlamış durumda. Türkiye’nin bölünme sonrasında Güney Sudan’la da ilişkilerini sıcak tutmaya çalışmasının ardında gene bu bölgede işlenmemiş ucuz petrol bulma umudu olduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok.
Dış politikasını “kazan kazan” ilkesi üzerine kuran Türkiye’nin Afrika’da ne türden sorunlar yaşayacağını kestirmek çok kolay değil. Ama mesela daha güneye gidildiğinde, örneğin Pentakostal kiliselerle Müslüman gruplar arasındaki çatışmaların yeniden alevlen(diril)mekte olduğu Nijerya’da, Türkiye’nin dış politika şablonunun ciddi bir sınavdan geçeceğini kestirmek hiç zor değil. Somali’de, Sudan’da uluslararası toplumun müdahaleleriyle ve taraflarda artık savaşı sürdürmeye mecal kalmadığında gelen barış sonrası “yeniden inşa” çabalarına ortak olmak suretiyle, bölgede oluşacak artı-değerden kendisine pay kapmaya çalışıyor Türkiye. Üstelik, Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerle karşılaştırıldığında, Afrikalıların Türkiye ile ticaretten daha fazla yararlanacaklarını düşünmek için de birçok sebep bulunabilir.
Ancak, özellikle Müslümanlarla gayrımüslimler arasında bir çatışma söz konusu olduğunda, Türkiye’nin nasıl bir tavır takınacağını kestirmek düşünüldüğü kadar kolay değil. Türkiye’nin özellikle rekabet gücü arttıkça ve bu nedenle baskı altında kaldıkça nasıl tepkiler vereceğini tahmin etmek zor. Çin mallarıyla rekabeti hangi düzeye kadar sürdürebilecek örneğin? Rekabet belden aşağı bir hal almaya başladığında ve silahlı çatışmalar söz konusu olduğunda ne yapacak Türkiye? Ayrıca, Türkiye’nin varlığı kimi yerelliklerde din temelli çatışmaları körüklemeyecek mi? Müslümanlık Afrika siyasetinde rol almak için yeterli argüman ve gücü sağlayacak mı Türkiye’ye? Daha da ötesinde, Türkiye başka Müslüman ülkelerle rekabet etmeye başladığında ne olacak?
Bütün bunlar Türkiye’nin henüz birkaç yıllık Afrika politikasının bilinmezleri. Cevaplanmaları da zaman alacak gibi. Ancak, AKP’nin Türkiye’nin iç siyasetinde yaptığı kimi hamlelere bakarak bazı ipuçları edinmek de mümkün.
2002’de yalnızca dindarların değil, bir önceki dönemin kriz atmosferinden sıkılan çeşitli kesimlerin oylarını alarak iktidar olan AKP, her seçim döneminde bir yandan daha da güçlenirken diğer yandan daha da otoriter bir kimlik kazandı. Önceleri desteğini talep ettiği toplumun daha liberal kesimlerinden giderek uzaklaştığı gibi, muhafazakârlığın dozunu da gitgide artırıyor. Ekonominin, siyasetin, gündelik yaşamın her alanında parlamentodaki gücünü kullanarak yaptığı yasalarla bir kontrol toplumu inşa ediyor. Ekonomideki yükseliş trendi inşa edilen bu yeni toplumsal düzenin sorunlarını görünmezleştiriyor. AKP Türkiye siyaseti üzerindeki asker gölgesini zorlu bir savaşla sona erdirmiş görünüyor. Ancak, bu durum devletin şedîd dilinde bir değişiklik yaratmış gibi durmuyor. Askerden boşalan yeri gündelik hayatta polisin aldığı, dolayısıyla o şedîd dilin daha duyulur ve görünür olduğu bir başka gündelik nizam kuruluyor. Türkiye’nin en büyük meselelerinin başında gelen Kürt sorunu nihayet çözülüyor gibi. Ancak, devletin Kürt siyasî hareketiyle yaptığı barışın koşulları kamuoyunda yeterince konuşulup tartışılmadığından, barışın niteliğine ilişkin tedirginlik henüz ortadan kalkmış değil. Dolayısıyla, AKP’nin ekonominin idaresinde gösterdiği istikrarı, siyasal söyleminde ve pratiklerinde de sergilediğini söylemek zor.
AKP’nin içine doğduğu ve iktidarı boyunca da temsil ettiği küçük-orta ölçekli işletme kültürü her an harekete hazır olmayı, dinamizmi, krizlerden fırsat yaratmayı ve esnekliği zorunlu kıldığı gibi, bütün bu özellikleri küresel rekabet alanında da bir avantaja dönüştürüyor. Ancak, AKP’li siyasetçilerin, iktidar dönemleri boyunca giderek otoriterleşen dilleri, hareket alanı genişleyip işin ölçeği büyüdüğünde ve karşılaşılan krizler karmaşıklaştığında yukarıdaki özelliklerin dezavantaja da dönüşebileceğini gösteriyor. AKP hükümetinin Afrika’da ne denli başarılı olabileceğini, Afrika’ya ne verip oradan ne alabileceğini ise rekabet ortamında ortaya çıkacak engelleri aştıkça şekillenecek siyasetinde göreceğiz. Şimdilik, AKP’nin tıpkı iç siyasette olduğu gibi, Afrika siyasetinde de en büyük “avantaj”larından birinin özenle koruduğu öngörülemezliği olduğunu söylemek mümkün.
Dipnotlar
1. “Turkey Shocks Africa”, http://www.worldpolicy.org/journal/winter2012/turkey-shocks-africa
2. “Turkey’s Role in Somalia: A New Ally?”, 10 Nisan 2012, http://cesran.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1418%3Aturkeys-role-in-somalia-a-new-ally&catid=216%3Aanalyses-on-turkey-and-neighbourhood&Itemid=336&lang=en.
3. “Turkey’s Role in Somalia: A New Ally?”, 22 Aralık 2012, http://haber.stargazete.com/yazar/somalide-yeni-bir-devlet-insa-ediyoruz/yazi-714006
-----------------------------------------------------------------
Ayşe Çavdar
Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yaptı. 1992 yılından itibaren Yeni Şafak, Ülke, Yeni Yüzyıl, Nokta, Atlas, Aktüel gibi yayınlarda muhabir ve editör olarak çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde ders verdi. 2008’den beri Bir+Bir ve Express dergilerinde yazıyor. Doktorasını Viadrina Üniversitesi’nde kültürel antropoloji dalında yapıyor.