AKP-Gülen hareketi ekseninde Türkiye'nin yakın geleceği

PDF

1990 yılında ilk baskısı yapılan ‘Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar’ adlı kitabımda yer alan Fethullahcılar ile ilgili bölümün, Fethullah Gülen ve onun lideri olduğu hareket hakkındaki ilk kapsamlı eleştirel yazılardan biridir. O dönemde Gülen cemaati bugünkünden tamamen farklı bir konumdaydı: Aylık Sızıntı dergisi ve düşük profilli faaliyet yürüten bir-iki vakıf dışında cemaatin varlığını çıplak gözle görmek mümkün değildi. Gülen’in kendisi de bazı vaaz kasetlerindeki görüntüleri dışında görünür değildi.

O dönemde görüştüğüm farklı İslami çevrelerden kişiler, bu cemaatin Türkiye’nin en etkili İslami cemaatlerinden biri olmaya doğru yol aldığını düşünüyor ve Gülen’i fazla ‘ılımlı’ bulduğu için bundan kaygı duyuyordu.

Gülen cemaatinin gücü, daha çok pozitif bilimler ile yabancı dil temelinde varlık gösteren ortaöğretim kurumlarından (kolejlerden) ve öğrencileri değişik okullara hazırlayan dersanelerden geliyordu. İddiaya göre Gülen, bu okullardan mezun olacak gençleri devletin değişik kademelerinde görev almaya sevk ediyor, onu aşağıdan yukarıya kuşatmayı hedefliyordu.

Örneğin o tarihlerde Sızıntı dergisinde ‘M. Abdülfettah Şahin’ müsteşarıyla başyazılar kaleme alan Fethullah Gülen ‘Izdırapla Bütünleşen Ruhlar’ başlıklı bir yazısında şunları söylüyordu: ‘Şahsi menfaat ve bencillikleri bir tarafa iterek Hak ve millet yolunda fani olanlara (...) Toplumun ızdıraplarıyla kıvrım kıvrım kıvranıp, hep inilti kovalayanlara (...) Elinde ilim meşalesi, her yerde bir çırağ tutuşturup cehalet ve görgüsüzlüklerle mücadele edenlere (...) üstün bir inanç ve azimle, dökülüp yolda kalanların imdadına koşanlara (...) maruz kaldıkları zorluklar karşısında isyan etmeden, ümitsizliğe düşmeden bir küheylan gibi yoluna devam edenlere (...) yaşama arzusunu unutarak, yaşatma zevkiyle şahlanan babayiğitlere ihtiyacımız var..!’

Kitabımın sözünü ettiğim bölümünü, bu alıntının hemen ardından şu paragrafla bitirmiştim: ‘Batı’nın bilimini alalım ama kültürümüzü muhafaza edelim’ şeklinde özetlenebilecek olan, İslamcı düşüncenin dünya yüzünde ortaya ilk çıktığı dönemlerin gözde tavrının çağdaş Türkiye’deki en ısrarlı ve başarılı savunucularından biri olan Fethullahcılar, öğrenim çağındaki gençleri temel alan tebliğ çalışmaları sonucunda bugüne kadar nice ‘babayiğit’ yetiştirmiş durumda. Kadrolarını devletin hizmetine koşmayı yeğleyen (en azından şimdilik) bu cemaat, aynı zamanda çok geniş mali olanaklara da sahip. İleride bir gün, kendine güveni geldiğinde, cemaatin siyasi iktidara talip olmak isteyebileceği ‘teorik’ olarak varsayılabilir. Ancak kuru ajitasyonla, spekülatif argümanlarla, kişi kültüne koyu bir bağlılıkla yetiştirilen bu ‘kadrolar’la nereye kadar yürünebileceği şüpheli.’

Eğitimde olağanüstü başarı

Aradan geçen 22 yılda Gülen hareketi hakkındaki öngörülerimin büyük ölçüde doğru çıktığını söyleyebilirim ama en son cümlenin, yani bu kadrolarla nereye kadar yürüneceğinin şüpheli olduğu saptamasının son derece isabetsiz olduğu ortada. Çünkü özellikle son beş yıldır Türkiye’de ‘İslami cemaat’ denince akla ilk (ve hatta kimi durumda tek) olarak Gülen cemaati geliyor. Bu hareketin bu kadar etkili olmasının en önde gelen nedeni, eğitim alanında göstermiş olduğu olağanüstü başarıdır. Bu başarı otomatik olarak diğer İslami cemaatlerin etkisinin azalmasına, çoğunun marjinalleşmesine yol açtı. Çünkü Türkiye’de etkili İslami cemaatlerin hemen tümü ağırlığı eğitime verir ve aralarında iki konuda çok ciddi bir rekabet vardır: 1) Mali durumu iyi olan dindarların yardımları; 2) Mali durumları iyi olmayan dindar ailelerin, özellikle ortalamanın üzerinde zeki olan çocukları.

Gülen cemaati, eğitim alanında bir cazibe merkezi haline gelmesiyle hem zengin dindarların maddi yardımlarının aslan payını alır hem de dindar ailelerin zeki çocuklarının çoğunu kendi okullarına çeker oldu. Bu okulların başarısı zamanla kendi kendilerini finanse eder hale geldi. Tabii bunun olması için okullar kapılarını sadece cemaatin seçmiş olduğu çocuklara açma tavrını bırakıp buraların methini duyan ‘yabancı’ ailelerin çocuklarını da kabul etmesi gerekiyordu ki bunu yaptı.

Kadrolaşma iddiaları

Okulları, medya kuruluşları, ‘dinlerarası ilişkiler’, ‘diyalog’, ‘hoşgörü’ temalarında faaliyet yürüten vakıflarıyla dünya çapında haklı bir üne, saygınlığa sahip olan Gülen cemaati etrafındaki en önemli tartışma, eleştiri ve suçlama konusu ‘devlet içinde örgütlenme’ olarak toparlanabilecek iddialar. Cemaatin özellikle İçişleri, Adalet, Milli Eğitim gibi çok sayıda personele sahip olan kilit bakanlıklar ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nde kadrolaştığı iddiaları Gülen’in kendisi tarafından şöyle cevaplandı:

‘Ben öz be öz Anadolu çocuğuyum. Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da, o müesseseler de bu ülkeye ait. (...) Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de. Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir.’

Görüldüğü gibi Gülen, kadrolaşma iddialarına değil, bunun ‘sızma’ olarak sanki yasadışı bir işmiş gibi gösterilmesine itiraz etmektedir.

Nitekim cemaatin en önemli kurumu olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) 5 Nisan 2012 tarihli internet sitesinde yayımladığı yazıda aynı konuda şöyle dendi: ‘Şurası çok açıktır ki dün olduğu gibi bugün de kanunlar çerçevesinde vazifelerini yapmak durumunda olan emniyet ve yargı mensuplarının camia ile irtibatlandırılmaları bir kasıt taşımaktadır. İnsanları yaptıkları işlerin kalitesi ve temsil ettikleri değerlere göre değil de sadece kimliği, rengi, mezhebi ve dini inançları açısından hedef haline getirmek hem tehlikeli hem ilkel bir fiildir. Bir insanı sadece bir düşünceyle ilgisi olduğu için tehlikeli olarak lanse etmek temel insan haklarına da aykırı bir durumdur. Bu açıdan bir insanı sadece Hizmet’e itibar ediyor diye tehlikeli olarak lanse etmek bir temel insan hakları ihlalidir.

(...) Devlet bürokrasisinde de Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş insanların olması gayet doğaldır. Kaldı ki kanun ve yönetmelikler çerçevesinde kendi devletinde görev yapmanın ‘devleti ele geçirme’ veya ‘sızma’ şeklinde algılanması insafsızlık olacaktır.’

Gerek Gülen’in, gerekse GYV’nın kadrolaşma iddialarına verdiği cevaplarda itiraz edilebilecek bir husus yok. Demokratik bir toplumda devlet kadroları, liyakat esasına göre her kesimden insanlara açık olmalıdır. Gülen cemaatinin okullarında yetişmiş ve kendini bu harekete yakın, hatta bağlı hisseden insanların sırf bu nedenle devlette görev almaması asla düşünülemez. Ancak, bu kişilerin belli bir strateji gereği bürokrasiye yerleştirilmesi, kendi içlerinde ayrıca hiyerarşik bir şekilde örgütlenmesi ve devletin imkânlarını cemaatin (ve kendi) çıkarları için kullanması durumunda işin rengi değişiyor. Uzun bir süredir cemaatinin sistematik bir şekilde devlete sızdığı yolunda iddialar dile getirilerek Gülen aleyhine bu nedenle dava açıldı. Ankara DGM tarafından yargılanan Gülen, Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu’nda oy birliği ile beraat etti (Yargıtay 9. Ceza Dairesi 2007/6083 Esas-1328 Karar sayılı ve 05.03.2008 tarihli). Ama bu mahkeme kararına rağmen cemaate yönelik suçlamalar durmadı. Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın görev başındayken 2010 yılında yayımladığı ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ adlı kitapla birlikte Türkiye tekrar Gülen cemaatini konuşur, sorgular oldu.

Avcı, terörle mücadelenin istihbarat boyutu konusunda uzmanlaşmış, milliyetçi-muhafazakâr bir polis şefiydi. Gülen cemaatine uzak olmayan birisi olarak görülüyordu. Avcı, içerden biri olarak isimler verip olaylar anlatarak cemaatin emniyet içinde örgütlendiğine dair çok kuvvetli iddialar ortaya attı. Avcı, yıllar boyunca terörle mücadele etmiş olmasına rağmen ‘Devrimci Karargâh’ adlı radikal sol bir örgütle bağlantılı olduğu gerekçesiyle tutuklanıp yargılanmaya başlandı. Ardından Odatv Davası’na da dahil edilerek Ergenekon’la ilişkisi olduğu öne sürüldü.

Kamuoyu büyük ölçüde, Avcı’nın tam da mücadele etmek istediği kişiler tarafından davalar yoluyla susturulmak istendiğini düşünüyor. Nitekim bir süre sonra, cemaatin polis içindeki örgütlenmesi üzerine bir kitap hazırladığı gazeteci Ahmet Şık da gözaltına alındı.

MİT krizi

Şık’la aynı günde tutuklanan gazeteci Nedim Şener de Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine yaptığı araştırmalarda ihmali görünen devlet görevlilerine projektör tutmuş ve bu yüzden Gülen cemaatine bağlı olduğu öne sürülen bazı polis şeflerini rahatsız etmişti. Onun tutuklanmasının ardında da Gülen cemaatinin bulunduğu iddia edildi.

Sonuçta Ergenekon sürecinde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yöneticisi Prof. Dr. Türkan Saylan olayının ardından ikinci büyük kırılma yaşanmış oldu: Saylan’ın da soruşturmaya esas olarak eğitim alanında Gülen cemaatine rakip bir kuruluşu yönettiği için dahil edildiği düşünülmüştü. Ergenekon sürecinde hayli etkili olduğu düşünülen Gülen cemaati mensuplarının, Saylan, Şık-Şener olaylarında kendi özel hesaplarını da görüyor olma ihtimali bu soruşturmaya ciddi gölge düşürdü.

2012 yılının Şubat ayında İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın başta Müsteşar Hakan Fidan olmak üzere beş MİT yöneticisini ‘şüpheli’ sıfatıyla ifadeye çağırmasıyla patlak veren ve MİT krizi de üçüncü büyük kırılma noktası oldu. Bu krizin en belirgin farklarından biri, Gülen cemaatinin devlet içinde örgütlendiği iddialarının iktidardaki AKP tarafından yalanlanmaması, hatta bazen örtük, bazen aleni bir şekilde Gülen hareketinin devlet içindeki unsurları aracılığıyla hükümete politika dayatmak istediğinden şikayet edilmesidir.

Aslında MİT krizi, AKP hükümetiyle Gülen hareketi arasındaki ‘kendiliğinden ittifak’ta yaşanan ilk sorun değildi. Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun saptadığı gibi ‘bardağı taşıran damla’ oldu. Her ne kadar bu ittifak en çok, askeri vesayeti tasfiyeyi hedefleyen Ergenekon, Balyoz ile benzeri davalarda başarı göstermişse de en ciddi ihtilaflar da aynı süreçlere bağlı olarak yaşanmıştı. Kimisi emekli, kimisi muvazzaf yüksek rütbeli bazı subayların soruşturmalara dahil edilmesi ve/veya tutuklu yargılanması çerçevesinde yürütmeyle yargı arasında çıkan anlaşmazlıkları bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor ki bunların son örneği eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, devletin en tepesinden gelen itirazlara rağmen tutuklu olarak ve Yüce Divan’da değil Özel Yetkili Mahkeme’de yargılanmasıdır.

Gülen cemaati ile AKP hükümetinin, Kürt ve PKK sorunlarının nasıl çözülmesi gerektiği konusunda çok farklı, hatta zıt görüşlere sahip olduğu zaten biliniyordu. Son MİT krizi bu farklılıkların ne derece hayati olduğunu kanıtladı. Her ne kadar sonradan, savcının tek amacının KCK’ye sızmış bazı MİT unsurlarının yasadışı faaliyetlerini soruşturmak olduğunda ısrar edilse de MİT’çilerin davetiyle esas olarak hükümetin PKK ve Öcalan’la görüşme politikalarının masaya yatırılmak istendiği açıktı. Bu durum, hükümete yakın bazı kişilerin de vurguladığı gibi siyasetin üzerinde bir ‘yargı vesayeti’ kurma arayışı olarak görülebilir.

Yeni ‘derin devlet’ mi?

Türk siyasi hayatını anlamada yaşandığı en temel sorunlardan biri hükümet (government)-devlet (state) ayrımıdır. Türkiye’de sık sık tekrarlanan ‘hükümet olmak kolay, iktidar olmak zor’ sözünü de kavramakta zorlanıldığı açıktır. Türkiye’de seçimle iş başına gelen sivil bir hükümetin, ‘devlet’ denen yapının çizdiği kalın kırmızı çizgiler dışında hareket edemeyeceği, etmeye kalkarsa alaşağı edileceği gerçeğini anlatmada ‘derin devlet’ kavramının son derece yararlı olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’yi yaklaşık 10 yıldır yöneten AKP’nin kadroları tam da bu ‘derin devlet’in mağduru oldu. Örneğin, çoğu 28 Şubat’ta askerlerin başlattığı ‘post-modern bir darbe’ sürecinde iktidarı kaybeden, ardından Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi’nin üyesiydi. Daha sonra kurdukları Fazilet Partisi de kapatıldı; kendilerine de iktidarda olduğu sırada kapatma davası açıldı ve kılpayı kurtuldular.. AKP’lilerin özellikle yüzde 47 oy aldığı 2007 genel seçimlerinin, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasının ardından ‘derin devlet’i tasfiyeye girişmesi son derece anlaşılır ve isabetli bir karardı. Bu amaca uygun olarak polis ve adliyede Gülen cemaatine bağlı olarak faaliyet yürüten kadroların seferber olduğu, hükümetle koordineli bir şekilde Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmaları yürüttüğü genel kabul gören bir olgu.

Ancak MİT kriziyle birlikte, ‘yargı vesayeti’ tanımlamasının AKP hükümetine yakın bazı yazarlar tarafından dolaşıma sokulduğu akılda tutulursa, şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Tasfiye edilen ‘derin devlet’in yerini yenisi mi alıyor?

Bu soruda esas vurguyu Gülen cemaatine yaptığımız açıktır. Cevabın kolay bir ‘evet’ olmadığı açıktır. Çünkü son seçimlerde yüzde 50 çoğunlukla iktidara gelmiş AKP’nin bunu bir başka odakla paylaşması, hele onun vesayeti altına girmeyi kabul etmesi mümkün değil. O zaman Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor olabilir?

Anahtar Gülen’in elinde

Bu soruyu cevaplamak için tekrar Gülen cemaatine bakalım. Bu hareketin 21. yüzyılda da sürekli güçlendiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu başarının ana öznesi, Gülen’in kendisidir. Onun ilk günden itibaren her adımını özenle attığını, her öğrencisini bizzat yakından kontrol ettiğini biliyoruz. Bu vesileyle ‘Hocaefendi iyi ama çevresinde kötü unsurlar olabilir’ şeklindeki akıl yürütmeleri, pek fazla geçerli olamaz. Hiç kuşkusuz bu yapı içinde çok ciddi hatalar yapan kişiler olmuştur, ama kimsenin tüm camiayı zan altında, zor durumda bırakacak stratejik yanlışlar yapma hak ve imkânları olduğu düşünülemez. (Bu noktada GYV açıklamasındaki ‘İnsan yaratılışının doğal neticesi gereği bütün sosyal hareketlerde olduğu gibi Hizmet’te de bazı bireyler gönüllülük ve sivillik anlayışlarına uymayan bazı fiiller içinde bulunabilirler. Ancak bu hatalar Hizmet’e mal edilemez. Eğer bu hata yasadışı bir özellik taşıyorsa elbette muhatap hukuk olacaktır’ şeklindeki sözleri anlamlı ama yetersiz.)

Yer kürenin dört bir tarafına dağılmış, medya, eğitim, sağlık, ticaret, bürokrasi gibi birbirinden farklı alanlarda çalışan isimler harekete ne kadar bağlı olsa, merkezi disipline sonuna kadar riayet etse de aralarında görüş ve bakış ayrılığı olması son derece doğaldır.

Gülen hareketinin başarılı tarihinde başarısızlıklar da vardır. Bunların en çarpıcılarından biri 28 Şubat sürecinin başlarında geliştirilen ama bir süre sonra sıra kendilerine gelince yanlış olduğu anlaşılan, diğer İslami yapıların uğradığı mağduriyetlere kayıtsız kalma stratejisidir. MİT krizi ise çok daha büyük bir stratejik hatadır. ‘Gülen hareketini, belki de tarihindeki en büyük hataya ne sevk etmiş olabilir’ diye sorulacak olursa, öncelikle AKP hükümetinin ve tabii ki Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü yanlış hesapladığı; AKP’nin kendi desteklerini asla riske atmak istemeyeceğini düşünmüş olduğu söylenebilir.

Esas sorun, AKP ile Gülen hareketinin Türkiye’ye bakışlarında ciddi bir kopuş yaşanması ve cemaatin de bu kopuşu kabullenmeye yanaşmamasından kaynaklanıyor: Askeri vesayetin tasfiyesi için polis-özel yetkili mahkemeler işbirliğiyle yürütülen operasyonlar hep birlikte öne çıkarıldı ama belli bir aşamadan sonra hükümetin ülkeyi ‘normalleştirmek’ istediği, diğer tarafın operasyonları sonlandırmak bir yana Şike soruşturması örneği gibi hayatın her alanına el atmaya giriştiği görüldü..

Polis-savcı-yargıç üçgeninde kotarılan operasyonların giderek yeni tür bir toplum mühendisliğine dönüştüğü imajı, bunun içeride ve dışarıda doğurduğu tepkiler hükümeti bir süredir rahatsız ediyordu ki MİT krizi bardağı taşırdı.

AKP hükümetiyle Gülen hareketinin bu krizin kronikleşmesinin önünü birlikte alması imkânsız değil. Bu da ancak, devlet içindeki Gülen camiasına mensup etkili isimlerin artık devrin değiştiğini kabul etmesi, ülkenin normalleşmesini engellemekten vazgeçmesiyle mümkün. Bu bağlamda Gülen’in, hareketini kademeli bir şekilde bu çizgiye çekmesi ve bu stratejik hatayı telafi etmeye çalışması şaşırtıcı olmayacaktır.

Bunun olmazsa olmaz şartıysa, Gülen hareketinin bir an önce şeffaflaşmasıdır.