Sözle Açılmak: İranlı Kadınların Direniş Yöntemi Olarak Yazmak

deneme

Kendimi yazmaya başladığımda, bu muhteşem kendini ifade etme eyleminin zorunlu örtünmenin dayattığı tecrit, yabancılaşma ve baskının nasıl da tam tersi olduğunu anlamaya başladım” diyor İranlı yazar Ava Homa. Yazısında, İran'daki kadınların özgürlük ve katılım için verdiği mücadelede hayata geçirdikleri çeşitli protesto biçimlerine dikkat çekiyor ─ bunlardan biri de yazmak.

Vida Movahedi, otuzlu yaşlarında bir anne. Tahran’da bir elektrik panosunun üstüne çıkıp bir sopanın ucuna taktığı beyaz bir başörtüsünü havaya kaldırıp salladı. Aralık 2017’ydi ve bütün ülkede Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani yönetimine karşı geniş çaplı gösteriler düzenlendiği bir dönemde Movahedi de İran’ın zorunlu türban politikasını sessizce protesto ediyordu. Protestosunu Ocak 2018’de de tekrarlayan Movahedi, ülke çapında genç ve yaşlı sayısız kadına başlattığı sivil itaatsizlik eylemine katılmaları için ilham verdi. Türban takmaya inanan bazı kadınlar bile, kişinin kendi bedenini kontrol etme hakkını vurgulayarak protestocuların yanında yer aldı. Bu sayede, çok geniş bir yelpazede çok sayıda İranlı kadını birleştiren yaygın bir toplumsal ve siyasi hareket yarattılar.

Movahedi'nin fotoğrafı internette yayıldıktan sonra kimliği belirlendi ve tutuklandı. Resmî rakamlara göre, 2018’de Tahran’da otuz beş kadın zorunlu örtünmeyi protesto ettikleri için tutuklandı, ancak aktivistler gerçek sayının çok daha yüksek olduğuna inanıyor. Bazı protestocular, polisin elektrik panolarından çekiştirerek indirdiği sırada yaralandı. Onlardan biri, Meryem Şeriatmedari adlı otuz iki yaşındaki bir üniversite öğrencisi, tutuklanmasının ardından tıbbi bakım talebinin karşılanmadığını söyledi. Protestoların ardından, Tahran’daki elektrik panoları, tırmanmayı zorlaştıracak şekilde yeniden tasarlandı.

İran hükümetinin yayınladığı bir rapor, İran nüfusunun yüzde 49’unun zorunlu türban yasasına karşı olduğunu gösterdi. İlk olarak 1985 yılında yürürlüğe giren yasa, İran’daki tüm kadınların dinî inançlarına bakılmaksızın İslami öğretilere uygun giyinmesi gerektiğini belirtiyor. Sonuç olarak, türban, hükümetin katı dinî görüşlerini dayatmasının aracı haline geldi. Bu nedenle, başörtüsü hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, kadınların hem hükümet baskısına hem de dinî baskıya muhalefetinin bir sembolüdür. 2018 türban protestoları, zorunlu örtünmenin ve bunun kadınların kişisel özgürlüğü ile ilişkisinin mecliste ilk kez tartışılmasını sağladı. İlginç bir şekilde, İran’daki bazı Müslüman dinî liderler bile, Muhammed peygamberin kadınları örtünmeye zorlamadığını belirterek protestocuların yanında yer aldı.

Ancak İran hükümeti hâlâ dayatmalarının arkasında duruyor ve türban yasasına uyulup uyulmadığı güçlü bir şekilde denetleniyor. İran’da her yıl binlerce kadın türbanını “gevşek” taktığı için soruşturmaya uğruyor. Gençler, özel alanda düzenlenen karma partilerde türban takmadıkları için “ahlak polisi” tarafından tutuklandı. Yasa aynı zamanda genç erkeklerin onları Batılı gösteren şort veya üzeri markalı tişörtler giymesini yasaklamak için de kullanılıyor. Bugüne kadar, İran’daki kadınlar bedenleri üzerindeki kontrollerini yeniden elde etmek istedikleri için şiddetli saldırılara uğradılar. 2017 ve 2018’de zorunlu örtünmeyi barışçıl bir şekilde protesto eden kadınlar fuhuşla suçlandı ve avukatları Nesrin Sutude hapishanede çürüyor.

Bedeni ve Sesi Örtmek

Başörtüsü uzun ve karmaşık bir geçmişe sahiptir. İslam öncesi dönemlerden başlayarak, Büyük İran’da* kadınların başörtüsü takması yaygındı. Fadva El Guindi’nin Veil: Modesty, Privacy and Resistance (Örtünme: Alçakgönüllülük, Mahremiyet ve Direniş) adlı çalışmasına göre, kaydedilen en eski örtü kullanımı antik Mezopotamya bölgesindeydi. Daha sonra, örtü Asur’da ayrıcalıklı kadınların sahip olduğu bir statü sembolü haline geldi. Köylü kadınların, kölelerin ve fahişelerin örtü takması kanunen yasaklanmıştı. Benzer âdetler erkekler için de genişletildi: Bugün, Kuzey Afrika’daki Tuareg kabilesinin erkekleri bir sosyal statü sembolü olarak başörtüsü takıyor.

Başörtüsü, yıllar geçtikçe birbiriyle çelişen fikirleri temsil eder hale geldi. İlerlemenin yanı sıra geri kalmışlığın, kadın düşmanlığının yanı sıra sömürgecilik karşıtlığının, bir tür yıkıcılığın yanı sıra boyun eğmenin simgesi oldu. Günümüzde bir kadın, kişisel ya da politik nedenlerle türban takmayı tercih edebilir ya da reddedebilir; türbanı bir özgürlük ya da sınırlama, itaat ya da meydan okuma biçimi olarak görebilir. Kumaş parçası kendi içinde ve kendi başına hiçbir şey ifade etmez ─ona anlamını veren onu giyendir.

Günümüz İran’ında başörtüsü son derece siyasallaşmış durumdadır. 1936’da Rıza Şah, ülkeyi Batılılaştırmak amacıyla türbanın her türlüsünü yasaklayan bir kararname çıkardı ve sıkı bir şekilde uyguladı. 1979’da Ayetullah Ruhullah Humeyni, ülkeyi bu kez de İslamlaştırmak için kadınların İslami kıyafet kurallarına uygun giyinmesi gerektiğini ilan etti. Bunlar, otoritelerini kadın bedeninin temsillerini yeniden şekillendirerek kuran birçok yöneticiden sadece ikisi. Kadınlar Humeyni’nin kararnamesine geniş çaplı protestolarla karşılık verince hükümet onlara İslami kurallara göre giyinmenin “sadece bir tavsiye” olduğuna dair güvence verdi. Ancak türban takmak 1980’de hükümette ve devlet dairelerinde, 1983’te ise her yerde zorunlu hale geldi.

İran toplumu bir bütün olarak zorunlu örtünmeye doğru giden yolun her aşamasında, kadınların ve tercih haklarının arkasında durmakta başarısız oldu. Kadınlar, 8 Mart 1979’da Tahran’da düzenlenen Dünya Kadınlar Günü gibi kitlesel bir mitingle ne zaman karşı yasaya ayaklansa, bu başkaldırıları egemen gruplar tarafından kolayca bastırıldı. İslami gruplar türbandan kurtulma yönündeki her talebi İslam karşıtı düşünce olarak yorumladılar. Sol, türbanın kültürel bağımsızlığın bir sembolü ve yozlaşmış kralcıların reddi olduğunu iddia ederek, sınıf mücadelesinin kadın haklarına göre öncelikli olduğunu ilan etti. Diğer pek çok kesim sessiz kaldı. Görünüşe göre hiç kimse kadınların ne istediklerini sormakla ilgilenmiyordu.

Kadınların tercih hakkı elde etmek için verdiği mücadele İran’da da Batı’da da her zaman yanlış yorumlandı. Bazıları türbanı kötülemenin bir tür İslamofobi olduğunu diğer bazıları ise, kadınların tercih yapmasının önünü açma çabasının Batı’nın bir komplosundan ibaret olduğunu söylüyor. Bir grup hâlâ bunun “çıplak” kadın görmek isteyen erkekler tarafından motive edildiğini savunuyor. Sanki kadınlar kendi kişisel gerekçelerine dayanarak eşitlik ve özerklik istemekten ya da talep etmekten acizlermiş gibi.

Bu nedenle, İranlı kadınlar 1980’lerde erkeklerle aynı siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları yaşamalarına rağmen, cinsiyet eşitliği mücadelesinde yalnız olduklarının şok ve dehşet içinde farkına vardılar. İşte bu noktada, yazmak, eskisinden çok daha büyük bir önem kazandı. Yalnız ve sesi duyulmayan kadınlar, cinsiyet ayrımcılığına ve çektikleri acıların öznelliğine ışık tutan net bir sese ihtiyaç duyduklarını fark ettiler. Dayatılmış örtünme, kadınları yasak bilgi bahçesinin derinliklerine itti. Elma ısırılmıştı.

Başkaldırı ve Protesto Olarak Yazmak

Rumi ve Hafız gibi uluslararası düzeyde saygı duyulan ve şiirleri farklı dillere tercüme edilen 13. ve 14. yüzyıl şairleriyle Fars edebiyatı geleneği, zengin bir gelenektir ancak kadınların sesleri bastırılırken yazılı sözcükler üzerinde İranlı erkekler tekel kurmuşlardır. Edebiyattaki erkek egemenliği, edebi geleneği güçlü kadın seslerinden mahrum etmekle kalmadı, aynı zamanda kadın temsilini, güzel dudaklar, gözler ve saçlardan biraz daha fazlasına dönüştürdü, kadını faillikten yoksun hale getirdi. Genel olarak toplum ve özel olarak da erkekler, otantik kadın dünyasına erişemedi ve cinsiyetler arasında diyalog yoktu.

Ancak gizlenen, kadınların sadece sesleri değildi: bedenleri de evin erkeklerin, özellikle de ziyaretçilerin girmesinin yasak olduğu bir bölümüne, enderun’a saklanmıştı. Görünür bir kadın, aile için bir onursuzluktu. Aslında, toplum içinde görülebilen bir kadına, hercai deniyordu, pratikte “fahişe”ye eşdeğer bir terim. Kadınların kamusal alanda olmayışının toplumun ruh halini nasıl etkilediğini ancak hayal edebiliriz. Kadınların varlığı ancak bir erkek kendisine eş arıyorsa “duyulabilir”di. Kadın bedenleri ve sesleri siluetten ibaretti ─ima yoluyla, hayal gücüyle bulup çıkarılabiliyordu, o da çoğu zaman beceriksizce. Erkeklerin karşısına çıkacakları zaman kadınların örtünmesi gerekiyordu. Eğer yazmışlarsa, sözlerinin saklanması gerekiyordu. Aynı zihniyet bugün de yaşıyor. İşte, devlet güdümlü bir ulusal televizyon kanalında zorunlu türbanı haklı çıkarmak için başvurulan retoriğin bir örneği işte: “Bir kadının bedeni, üzerine sineklerin konmasın diye örtülmesi gereken bir çikolataya benzer.”

Yüzyıllardır sesleri boğulmuş ve bedenleri kamusal alandan uzaklaştırılmış olsa da, İranlı kadınlar kendilerini yazılı sözcüklerle açmayı uzun zaman önce öğrendiler. Geçici de olsa başörtüsünü alenen çıkaran ilk kadının, kendisini kendi sözünü ifade ederek özgürleştiren bir şair olması tesadüf değildir. Tahiri Kurratul-Ayn*, Bedasht eyaletinin Mazandaran kentinde yapılan bir toplantıda erkeklerin önünde başını açınca “mahcup ettiği” izleyiciler arasında bir kargaşa yarattı. Bazıları gözlerini, bazıları kulaklarını kapattı. Bazıları küfrün vücut bulmuş hali olan Tahiri’den kaçtı, bir adam kılıcıyla Tahiri’nin üstüne yürürken bir diğeri, Abdül Halik Esfahani, bu utanca katlanamayacağı gerekçesiyle kendi boğazını kesti.

Aradan bunca yıl geçtikten sonra bile, Tahiri Kurratul-Ayn hâlâ bir muamma. Kadınların oy hakkı için verilen mücadelenin ilk şehidi, İranlı Jan D’Arc diyen de var, İran’ın Florence Nightingale’i diyen de; aynı zamanda “kendi şehvet yüklü ahlaksızlıklarının pençesinde kıvranan” mantıksız bir kadın diyen de az değil. Tahiri, Tahran’da yaklaşık dört yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1852’de otuz altı yaşında idam edildi. Bu asi kadın, gençliğinin ve yaratıcılığının zirvesindeyken hücre hapsinde tutuldu çünkü kadınlara özgü hapishane yoktu. Gerek de yoktu; kadınlar zaten bütün ülkede ev hapsindeydi. Okuma yazma öğrenme olanaklarına erişimleri sınırlıydı ve yüksek öğrenim ve ilahiyat okullarına gitmeleri yasaktı.

Tahiri, kendisine layık görülen yeri reddetmeye cüret ettiği için cezalandırılan pek çok kadından sadece ilkiydi. İran’daki kadın yazarlara, kuralları çiğnedikleri için uzun süredir yazık edilmekte. Meczup olmakla yaftalandılar, intihara sürüklendiler, sürgüne gitmek zorunda bırakıldılar, hapse atıldılar ve öldürüldüler. Ses çıkaran kadınlara salit (kirli) ve bi haya (hayasız) denir, aşağılayıcı terimler sadece kadınlara ayrılmıştır. Ne zaman birbirleriyle temas edip konuşsalar, konuştukları şeyler saçmalık olarak görüldü. Bugüne kadar, içeriği anlaşılamayan her gevezeliğe, kadınlar hamamına atfen küçük düşürücü bir imayla hamam-zanane (hamam sefası) deniyor.

Virginia Woolf, herkesin bildiği gibi, kadınların yazmak için kendilerine ait bir odaya ve biraz finansal istikrara ihtiyaç duyduklarını söyler. İranlı kadınlar, ikisinden de yoksun olmalarına rağmen, 20. yüzyılın başında toplumdan dışlanmalarına son verilmesi talebiyle yayınlar yapmaya başladılar. Sanatsal yaratı ve güçlü edebi eserler verebilmek konsantrasyon, özveri ve ter dökmeyi gerektirir; bunların hiçbiri kadınların fedakâr anne ve eş olmasını isteyen toplumun beklentilerine uymaz. Buna rağmen, kadınlar edebi eserler üretmeyi ve bunları dünyaya yaymayı başardılar ve İranlı kadınlar bugün Orta Doğu’nun en eğitimli kadınları arasında yer alıyor. Yine de, pek çok edebi hüner, asla gelişme şansı bulamadı; özellikle de etnik ve dinî azınlıklara mensup, temel sosyal haklardan yoksun kadınlar arasında. Önde gelen İranlı romancı Simin Daneşvar bir röportajında, “Simone de Beauvoir gelip burada yaşadığım hayatı bir yıl yaşasın da tek bir satır yazıp yazamadığını görelim” demişti.

Kendimi Açmak

Dünyanın her yerinde türban takmayı özgürce tercih eden kadınlar var. Ancak İran’da yaklaşık 40 yıldır kadınların bu tercihi reddediliyor. Buraya, İranlı bir Kürt kadın olarak, örtünmeyi bir zorlama ve failliğimin inkâr edilmesinin bir biçimi olarak yaşadığım kişisel deneyimlerimi yazıyorum. Deneyimlerim bana, failliği geri kazanmanın ve zorunlu örtünme baskısını “telafi etmenin” muhteşem bir yolu olduğunu gösterdi: yazma eylemi.

Açıklayayım. Kızlar, kendileri yedi yaşından itibaren örtünmek zorunda kalırken erkek çocukların hava durumuna göre giyinebildiklerini, hiçbir kısıtlama olmaksızın koşup, oynayıp gülebildiklerini gördüklerinde çocuklukları zincire vurulur. Kızlar o küçük yaşlardan itibaren, bedenlerinde temelde günahkâr ve utanç verici bir şeyler olduğu fikrini içselleştirirler. İran’da büyürken edindiğim deneyim buydu. Önceden belirlenmiş modellere göre var olmaya, davranmaya ve giyinmeye zorlandığım için, varoluşumu bir tecrit ve utanç meselesi olarak gördüm. Kendi bedenime yabancılaştım, onu karşı cins için bir cazibe kaynağı olarak algıladım. Kendimi kendi cinselliği içinde seçimleri olan bir insan olarak değil, bir arzu nesnesi olarak gördüm. Takmak zorunda kaldığım örtü, başkalarına olduğu kadar kendime de yabancılaşmanın bir simgesiydi.

Erken bir yaşta edebiyatın dünyasına daldım. 13 yaşındayken 7. yüzyıl şairi Rumi’den feminist Füruğ Ferruhzad’ınkilere kadar pek çok klasik ve modern şiiri ezberden okuyabiliyordum. Edebiyat benim sığınağım, barınağım ve yaşam desteğim oldu. Kendimi yazmaya başladığımda, bu muhteşem kendini ifade etme eyleminin zorunlu örtünmenin dayattığı tecrit, yabancılaşma ve baskının nasıl da tam tersi olduğunu anlamaya başladım. Yazmak, kendini açığa vurmaktır. Yazı yüzleştirir ve gözler önüne serer, engelleri ve duvarları aşar, dünyayla ilişki kurmak için yazarın ötesine geçer. İyi yazı, derinlemesine düşünmek ve keşfetmek için bir araçtır, hiçbir şeyi belirsizliğe veya klişeleşmeye bırakmaz, zorla örtünmenin yaptığı her şeyi telafi eder. Kadınlar için, İran’da ve başka yerlerde, yazma eylemi, içerik veya üsluptan bağımsız olarak tam da bir isyan eylemi olmuştur. Ancak zorunlu türban yasasından önce ve sonra yayınlanan kitaplardaki değişime daha yakından bakıldığında, kadınların bilincinde büyük bir değişim yaşandığını ortaya çıkarmaktadır.

1979 İslam Devrimi’nden önce kadın yazarların yayınladıkları şeylerin çoğu feminist bilinçten yoksundu. Simin Daneşvar’ın 1969’da yayınladığı başyapıtı olan Suvaşun’da, ana karakter Zari, kocası Yusuf gibi, cinsiyetler arasındaki güç dengesinden ziyade emperyalizm ve köylülere yönelik kötü muameleyi mesele edinen, oldukça pasif bir kadındır. İkinci Dünya Savaşı sırasında İran’ın Müttefikler tarafından işgal edilmesi sırasında geçen romanda devrim, insanların toprağıdır. Zari’nin cesaretinin zirvesindeyken yaptığı tek şey, katledilen kocasının cenazesini halka açık bir protestoya dönüştürmek ve geleneksel eş rolüne sadık kalmaktır. Daneşvar’ın “To Whom Shall I Say Hello (Kime Merhaba Diyeceğim)” adlı kısa öyküsünün baş kahramanı Kovkab, gerçek erkeklerin, kadınlar onları yanlış yöne itmedikçe kadınlara karşı iyi olduğunu öne sürüyor. Kızını taciz eden kendi damadı alışılmadık bir adam: o bir namert veya “erkek olmayan”.

İronik olarak, 1980’lerde kadınları türban takmaya zorlamak kadınların sesini boğmakta başarısız olmakla kalmadı, aslında feminist bilinci artırdı ve yazmak, kadınlar için kendilerine getirilen kısıtlamaları püskürtmenin ve iletişim engellerini aşmanın en yaygın yolu haline geldi. Ülkede kadınlar tarafından ve kadınlar hakkında yapılan yayınların sayısı hızla arttı, yazıların biçimi ve içeriği tamamen değişti, yapıyla oynamaya ve cinsiyet ve cinsel baskıya karşı yaratıcı protestolara olanak sağladı.

Şehrnuş Parsipur’un 1990 tarihli Women without Men (Erkeksiz Kadınlar) romanı, kadınların toplumsal ve cinsel alanda hareketliliğinin öyküsünü anlatarak tabuları yıkan mükemmel bir örnektir. Dört kez hapse atılan ve kitabı yasaklanan Parsipur, kadınların maruz kaldığı cinsel baskıdan bahseden, kadın cinselliğini ifade eden, iffet kavramıyla alay eden, erkek egemen kültüre direnişi dile getiren kadın karakterler yaratıyor.

İranlı kadınların yazılarında devrim sonrası görülen bu değişimin izleri, yoldaşlarının, muhalefetin ve siyasi eğilimleri ne olursa olsun tüm erkeklerin kadınların tercih hakkı taleplerini görmezden geldiklerinde yaşadıkları hayal kırıklığına kadar sürülebilir. Bu nedenle, ağır sansüre ve kâğıt kıtlığına rağmen, İran’da 1983 ile 1985 yılları arasında kadınlar hakkında ya da kadınlar tarafından yazılmış 126 kitap yayınlanması şaşırtıcı olmasa gerek. Kadınlar bedenlerini örtmeye zorlanmanın karşılığını, kadın dünyasını özgürce ifade edebilen çağdaş şair ve yazarlar olarak, sözlerinin üzerindeki örtüyü kaldırmak suretiyle karşılık verdiler.

Bu hikâyeyi biliyorum çünkü bu aynı zamanda benim de hikâyem. Yazarak sesimi buldukça kendimi açığa çıkardım. Kendi yansımamı bulmak için Fars edebiyatını ve İngilizce yazılmış dünya edebiyatını daha çok okudum, daha çok araştırdım, ama nafile. Hiç kimse Kürt kadınları edebiyata yazmamıştı ve ben de bunu bizim yapmamız gerektiğini anladım. Kanada’da Windsor Üniversitesi’nde İngilizce ve yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans bursu kazandım ve 2007’de İran’dan geri dönmemek üzere ayrıldım.

Ve böylece sürgünde yazma yıllarım başladı. Modern İranlı kadınlarla ilgili kısa hikâyeler yazmak için kan ve ter döküyorum.

Kadınların edebi sesi de bedenlerimiz gibi çok uzun zamandır boyun eğdirilmiş durumda. Yine de İranlı kadınlar olarak, ödediğimiz ağır bedellere rağmen yazıyoruz. Türban yasası fiziksel kendiliğimizi gizlemeye zorladığından beri, yazmak, bizim açılma yolumuz oldu; özerkliğe giden yol. Benim için yazmak dönüştürücüydü ─bir yeniden doğuş ve direniş eylemi.

Yazar : Ava Homa, modern Kürt tarihinin elli yıllını birlikte dokuyan bir roman olan Daughters of Smoke and Fire (Dumanın ve Ateşin Kızları) yazarıdır. Aktivizm ve gazetecilik yapan Homa, Kanada Windsor Üniversitesi’nden İngilizce ve yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans derecesine sahiptir. Modern İranlı kadınlarla ilgili kısa öykü derlemesi Echoes from the Other Land (Diğer Ülkeden Yankılar), Uluslararası Frank O’Connor Ödülü’ne aday gösteril. Homa, PEN Canada-Humber College Sürgündeki Yazarlar Bursu’ndan yararlanan ilk yazardır. www.avahoma.com adresinden iletişime geçilebilir.

Gözden geçiren: Arapça edebi metinler çevirisi yapan Sandra Hetzl (*Münih, 1980)  Arapçadan, diğerlerinin yanı sıra, Raşa Abbas, Muhammad Al Attar, Kadhem Khanjar, Bushra al-Maktari, Aref Hamza, Aboud Saeed, Assaf Alassaf ve Raif Badawi'nin eserlerini çevirmiştir ve bazen kendisi de yazmaktadır. Berlin Sanat Üniversitesi Görsel Kültür Çalışmaları alanında yüksek lisans derecesine sahip olup, çağdaş Arap edebiyatı için 10/11 edebiyat kolektifinin ve Downtown Spandau Medina mini edebiyat festivalinin kurucusudur.

Bu deneme “Geleceğin Anıları” dizimizin bir parçasıdır. Yazarlar, Kuzey Afrika ve Batı Asya’da devrimin on yılını anmak için umutlarını, hayallerini, sorularını ve şüphelerini paylaşıyorlar. Denemeler, bu tür kişisel katılımlarının siyasi alternatifler geliştirmede ne kadar önemli olduğunu ve sert geri gidişler yaşansa bile neler başarıldığını gösteriyor.

Diziye ek olarak, insan onuru ve siyasi reformlar için otoriter rejimlere karşı devam eden mücadeleye, çeşitli multimedya projelerinde de değiniyoruz: Örneğin, dijital hikayemiz “Giving up has no future (Vazgeçmenin Geleceği Yok)” Mısır, Tunus ve Suriye’den, devrimlerin sürdüğünü gösteren üç aktivisti anlatıyor.

Bu metin İngilizce'den Türkçe'ye Deniz Tuna tarafından çevrilmiştir.

 

* İran kültürel etkisi altındaki bölgeleri ifade etmek için kullanılan “Büyük İran” deyimi, kabaca İran Platosu’nun merkezde olduğu Kafkasya, Doğu Anadolu Bölgesi toprakları, İndus Nehri ve Pakistan’ı içine alan bölgenin tarihsel adıdır. -ç.n.

* Asıl adı Fatıma Baragani’dir. Farsça Tahiri “Saf olan” anlamına gelir, Arapça Kurratul-Ayn ise “Gözün Avuntusu” demektir1814 ya da 1817’de doğan. Fatıma Baragani, Bahai inancına mensup bir şair ve kadın hakları aktivistidir. Yukarıda anlatılan olaydan sonra Bahailerin lideri Bab, ona olan desteğini ifade etmek amacıyla “Tahiri” adını vermiştir.