Türkiye bir süredir iktidardaki AKP hükümetinin topluma “güvenlik” vaat eden yasal değişiklik paketini tartışıyor. Paket idarî yetkilerden polis teşkilatının görevlerine, oradan da yurttaşların ifade, toplanma özgürlüğü ile diğer temel hak ve hürriyetlerinin kullanımına kadar uzanan oldukça geniş bir “anayasal” gündemin üzerine oturuyor ve tam tamına 132 maddeyi içeriyor.
Bu kadar geniş bir hak ve özgürlükler gündemi ile devlet teşkilatı ve görevleri alanlarının “güvenlik” çerçevesinde yeniden belirlenmeye çalışılması, kuşkusuz ki hükümetin olağan bir yasanın ötesine uzanacak şekilde kapsamlı bir “anayasal” girişim içinde olduğunu da daha ilk anda akla getiriyor.
Şimdilik iki genel tespiti yaparak başlamak yasa değişikliği paketi konusuna olan ilgimizi daha da yoğunlaştırmamızı sağlayabilir. Birinci nokta şu: Bu paket ile hükümet hukukî bir alandan “fiilî” bir alana doğru ilerlemektedir. İkinci nokta ise, paket hükümetin bugüne kadarki “evrensel” içerikli ideolojik-politik söylemlerinin de tamamen terk edildiğini ortaya koymaktadır.
Bugüne kadar, demokrasi ve hukuka dönük yürüttüğü en haksız politik müdahaleleri bile darbecilere ve vesayete karşı “demokrasi” ve “hukuk devleti” vurguları üzerinden yürüten bir hükümetin, bugün “güvenlik” söylemine doğru taşınmasının kuşkusuz ki basit bir politik jargon değişiminin ötesinde bir anlamı olmalıdır. Çünkü, adına “İç Güvenlik Yasası” denen tasarı, o kadar geniş bir alandaki hak ve özgürlüklerimizi politik krizin gündemine yerleştirmektedir ki, bu yeni politik girişimin AKP’nin krizinden iktidar krizine kadar uzanan geniş bir alanda temelleri ve sonuçları olduğunu kabul etmek kaçınılmaz hale gelmektedir. Başka deyişle, AKP adına “yasa” denen, ama gerçekte bir “talimatname” niteliği taşıyan hukuk ötesi bir “fiilî durum” yaratarak bütün bir siyaset ve iktidar alanını yeniden belirlemek istemektedir. Tam da bu nedenle yasayı geniş bir krizler yumağının içine yerleştirerek anlamalıyız.
AKP’nin son krizi
Yasa tasarısının ilk siyasal zemininde AKP’nin yaşadığı siyasî kriz vardır. AKP iktidar alanında iki önemli dönemi geçirerek bugünkü son krize kadar geldi. İlk dönem olan 2002-2007 döneminde ordu ve bürokrasi de dahil olmak üzere ulusalcı ve milliyetçilerden oluşan geleneksel güçlerle kontrollü çatışma ve uzlaşma stratejisi güderken, ikinci dönemi olan 2007-2013 sürecinde ise Fethullah Gülen Cemaati’nin kadrolarının devlet altyapısına doğru dönüştürüldüğü bir koalisyon süreci yaşadı.
İlk dönemde geleneğe karşı “daha fazla demokrasi” söylemi öne geçerken ikinci döneminde “darbecilik ve askerî vesayete karşı” demokrasinin inşası söylemi ile kendi politik hattının önünü açıyordu. İkinci döneminin yıkılışı ise bizzat bu koalisyon yoluyla ve koalisyon ortağı olan Cemaat eliyle gerçekleşti. AKP şimdi iktidardaki üçüncü dönemini inşa etmenin hazırlıklarını yürütüyor. Bu hazırlıklar içindeki en önemli araçlarından birisi ise yeni İç Güvenlik Yasa Tasarısı. AKP yeni iktidar dönemini, bu yasanın getireceği geniş “fiilî durumlar” üzerinden kurmayı tasarlıyor.
İktidarın derin çelişkileri
Tasarının getirilmesinin bir başka siyasal sebebi ise AKP-Cemaat iktidarının çözülmesi ve bir “iktidar krizi”nin içine girilmesidir. AKP-Cemaat iktidarının çözülmesiyle beraber, neredeyse bütün aktörler, derin çelişkiler yaşamaya başladılar. Fakat, bu çelişkilerin en fazla baskı yaptığı yer AKP’nin ta kendisi. Bu çatışma ile birlikte iktidarın her iki unsuru konusu ve hedefi doğrudan devlet aygıt ve kurumları olmak üzere birbirlerine karşı konumlandılar ve halen süren bir çatışmanın içerisinde bulunuyorlar.
Çatışmanın her iki iktidar unsurunu da hem politik konumları hem de ideolojik söylemleri bakımından ciddi bir çelişkinin içine sürüklediği kolaylıkla gözlemlenebilir. Eski ortağı Cemaat karşısında belirli bir avantaj kazanan AKP, yeni iktidarını kendi derin çelişkilerini şiddetle bastırmak yoluyla kurmaya çalışıyor. Daha bir yıl önce hukuk, yargı ve emniyet kurumlarının kendisine karşı bir “komplo” hedefiyle harekete geçirildiğine ve bir “kumpas aracı” olarak kullanıldığına inanmamız gerektiğini söylerken, çok kısa bir zaman sonra bu yasayla hem idareye ve polis teşkilatına hem de yargıya güvenmemizi öğütlüyor. Böylece, hukukun ve yargının ve dahası tüm devlet kurumlarının “doğruluğu”nun tek ölçütünün kendisi ve kendi çıkarları olduğunu ilan etmiş oluyor.
Daha bir yıl önce yargının ve polis teşkilatının kendi çıkarlarına zarar verici biçimde hareket etmesi karşısında yaşadığı kaygıların demokratik bir temele dayandığına ikna olmamızı isterken, aynı yargının bu kez kendi elinde araçsallaşmasına karşı diğerlerinin yaşadığı kaygının çok yersiz olduğunu yüzündeki sahte ifadeyi bile saklamaksızın beyan edebiliyor. İç Güvenlik Yasası, AKP’nin tüm toplum ve siyaset alanı karşısında yaşadığı işte bu derin çelişkiyi iyice açığa çıkarırken aynı zamanda devletin, hukuk ve yargının bütün tutarlılığını yitirdiğini de ortaya koyuyor. Yasa tasarısının muhtevasına ayrıntılı biçimde baktığımızda bu durumu daha iyi anlayabileceğiz.
İdarenin “yargı”laşması, yurttaşın “düşman”laşması
İç Güvenlik Yasa Tasarısı’nın detayları, AKP’nin hukuksal hazırlıklarının nasıl bir şiddet potansiyeline hükmetmeye çalıştığını gösteriyor. İlk dikkat çeken nokta, polise, herhangi bir yargı işlemine gerek kalmaksızın 48 saate kadar gözaltı kararı verilmesi yetkisidir, ki bu durum idareyi yargı benzeri bir kurum olarak yeniden yapılandırma sonucunu doğuruyor. Türkiye'de yargı, zaten “idare benzeri” bir kurumken daha da ileriye gidilerek idare “yargı”laşıyor.
Benzer bir yöntemi, İngiltere, Kuzey İrlanda nezdinde, 10 no’lu kararname ile 1970’lerin başında uygulamaya koymuş ve “toplum için tehlike oluşturan kişileri enterne etme ve toplama kampı kurma çabası” içine girmişti. Fakat, çok kısa bir süre sonra, bu yasadan beklediği sonuçları, konvansiyonel bir “anti-terör yasası”nın içine saklamak yolunu tercih etti. Aynen 1970’lerin İngiltere’si gibi, bu yasa tasarısı da, ülkedeki herkesi çıplak şiddetin konusu haline getiriyor ve yurttaşları, mevcut anayasa hilafına, “toplama kampına” sürme yetkisini dayatan hükümeti, asıl “tehlike oluşturan” bir siyasal unsura dönüştürüyor.
Hakim kararı olmadan dinleme ve arama yapılabileceğine dair hüküm ise toplumdaki “düşman”ları enterne etme planlarını geniş ölçekte besleyecek bir araç olma özelliği taşıyor. Hukuk düzeni yerini toplama kampına, yurttaş ise yerini “düşman”a bırakıyor.
Bizans hukukunun hortlaması
Pakette bir de toplumsal olaylarda meydana gelen zararın yurttaşa tazmin ettirilmesi maddesi var ki, bu durum Bizans hukukundaki “kolektif sorumluluk” ilkesinin güncel hayatımıza nasıl taşınabildiğini göstermesi bakımından çok çarpıcı. Artık herhangi bir toplumsal eyleme katılan kişi meydana gelen zararın “kolektif sorumlusu” sayılacak. Bireysel zarardan bütün topluluğu sorumlu tutan Bizans hukuku bu yasa ile yeniden hortluyor!
Bir başka trajik madde “atkı, poşu, gaz maskesi takma”nın ceza artırımına konu yapılması, ki bu hüküm hükümetin herhangi bir toplumsal olayda kişinin kendisini koruma reflekslerini harekete geçirmesini bile kriminalleştirerek adeta insan doğasına karşı savaş ilan ediyor. Oysa, modern hukuk kişinin kendisini koruması gibi doğrudan insan doğasına ilişkin alana müdahale etmeme sınırını tanıyarak meşrulaşmıştı. Bu yasa ile polise eylemli direnmenin ötesinde gazdan korunmak bile suça dönüşüyor!
Örtük bir savaş ilanı
Bu kısa özette son olarak iç güvenlik talimatnamesindeki en trajik ve sonuçları ölümcül olan maddeye gelelim: Tasarıda “polise toplumsal olaylarda silah kullanma yetkisi” veriliyor, ki bu durumun birazcık hukuk bilen herkes açısından sonuçları pek açıktır: Bu madde Gezi eylemleri sırasında devlet görevlileri tarafından hedef alınan ve cinayete kurban giden Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Ethem Sarısülük’ün ve toplumsal muhalefet içinde yer alan diğer tüm muhaliflerin öldürülmelerini meşrulaştırmak anlamına geleceği gibi, sonuçlanan veya halen süren davalarda da beraati garantilemeye dönük bir eğilimi de barındırmaktadır. Sadece devlet şiddetini özendirmemekte, halihazırdaki davaları da lağvetme potansiyeli taşımaktadır.
Bu durum, aslında, üstü örtük bir şavaş ilanıdır. Çünkü, hükümet muhaliflerinin tamamen şiddet nesnesi haline getirilerek hukuk düzeninin dışına yerleştirilmesinden başka bir sonuç doğurmaz. Nihayetinde, bütün bu hükümlere şöyle bir bakıldığında, tüm bu maddelerin yurttaşların haklarını yeniden tanımlamaya yöneldiği ve anayasal hak ve özgürlüklerin tümünün lağvedildiğinin üstü kapalı biçimde ilanını içerdiği anlaşılır.
Anayasal nitelik taşıyan bir talimatname
Yukarıdaki değerlendirmeler göz önüne alınarak bakıldığında, İç Güvenlik Tasarısı, gerçekte bir yasa değil, bir “talimatname” veya “kararname”dir ve bu niteliğiyle bir yandan diktaya dönük operatif ve işlevsel bir uygulamalar alanının önünü açarken, diğer yandan anayasal kurucu bir karakter taşımaktadır. Bunu da birkaç önemli noktadan anlarız. Birincisi, bu yasa, bir hukuk sistematiği içinde ve hukuksal içtihat temelinde değil, doğrudan devlet kadrolarına seslenen bir politik talimatlar zemininde kurgulanmıştır. Anayasal işçilikten tamamen yoksun olduğu gibi tam tersine mevcut anayasayı lağvetmektedir. Bunun yerine hükümetin acil politik ihtiyaçlarına odaklanmıştır.
Diğer yandan toplumsal, hukuksal bir dili değil, polis-zabıta dilini kullanmaktadır. Dahası iktidarın doğrudan gündelik emirlerine ilişkin şifreleri barındırmaktadır. Tüm bu nedenlerle de, bu yasa tasarısını, bir hukuk mantığı ve içtihatlar zemininde değerlendirmek hiç mümkün olmadığı gibi, aynı zamanda bir “yasa” karakteri de taşımamakta, tam tersine yeni iktidar kurucu ve anayasal nitelik taşıyan bir talimatname niteliğini haizdir.
“Göstericiler” artık baş düşman
Bu yasanın, AKP’nin yeni hukuk ve yönetim stratejilerini açığa çıkaran bir başka özelliği daha var. İç Güvenlik yasa tasarısı terör/terörist çerçevesinde kurulmuş olan güvenlik sınırını daha da genişleterek, “toplumsal olaylar” ve “göstericiler” sınırına kadar taşımaktadır.
Yasa tasarısının genel gerekçesine bakıldığında, hükümetin sadece “terör/terörizm”den değil, aynı zamanda “toplumsal olaylar” ve “göstericiler”den de yakındığı ve bu tür eylemleri kriminalleştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır: “Son zamanlarda meydana gelen toplumsal olayların terör örgütlerinin propagandasına dönüşmesi, göstericilerin vatandaşlarımızın can güvenliklerini ve vücut bütünlüklerini tehdit etmesi, kamuya ve özel kişilere ait bina, araç ve mallara zarar vermesi, hatta yağma girişimlerinde bulunması özgürlük-güvenlik dengesini bozmadan yeni tedbirler alınmasını zorunlu kılmıştır.”
Gerekçeden de anlaşılacağı üzere, demokrasilerin olağan unsurlarından olan kitlesel eylem ve gösteriler, bir anlam kayması ile “terör” ve “şiddet” eylemi ile doğrudan alâkalı bir politik araç ve zemin olarak tarif edilmektedir. Demokratik eylemler “huzur bozucu” bir anlama doğru taşınmaktadır. Daha önemlisi, hükümet, yeni bir yönetim ve müdahale stratejisini devreye sokmaktadır. Buna göre, geçmişte “vatan haini”, “anarşist”, “terörist” gibi söylemlerle bir “düşman” ve “tehdit” algısı üretirken, bugün demokratik tepki göstermek için sokağa çıkma, kitlesel gösteri yapma ve mitingler düzenleme çabaları “yeni düşman” ve “tehdit” alanları olarak işaretlenmekte, böylece şiddetin konusu haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Krize demokratik cevap
Türkiye, Aralık 2013’ten bu yana henüz taşların yerli yerine oturmadığı bir siyasal krizin içinde bulunuyor. Bu siyasal çatışmanın içinden, kalıcı ve istikrarlı bir hukuk, yargı, emniyet teşkilatı alanı ile bir bütün olarak yeni siyasal ve hukuksal düzen çıkacak gibi görünüyor. Henüz bu beklentinin uzağındayız. AKP getirdiği “İç Güvenlik Paketi” ile içine düştüğü iktidar krizinden anti-demokratik yollarla çıkmayı tercih ettiğini göstermiş bulunmaktadır. Yeni iktidarını, hukukun içinden değil, hukuk ötesinden kuracağını bu yasa ile açıkça ilan etmektedir. Hükümet, İçişleri Bakanlığı yapan Efgan Ala’nın ağzından bunu zaten açık biçimde ilan etmiş durumdadır: “Anayasayı tanımıyorum!”
Buna karşılık acil olan soru şudur: Bu krize demokrat bir cevap nasıl ve hangi güçler eliyle geliştirilecektir? Şu ana kadar 132 maddelik paketin 67 maddesi mecliste kabul edilmiş bulunmaktadır. Parlamentodaki muhalefet ise, meclis çoğunluğuna güvenen hükümete karşı, görüşmeleri uzatarak, geniş bir tartışma alanı açarak, popüler tepkiler geliştirerek karşı koymaya çalışmaktadır. Bu da umut vericidir. Çünkü, parlamento, 1994 HEP (Halkın Emek Partisi) krizinden bu yana neredeyse ilk kez gerçek bir politik merkeze dönüşme ve toplumsal ve siyasal temsil alanı olma ihtimali ile sınanmaktadır. Geniş toplum kesimleri de yasanın politik hedeflerini kavramış görünmekte ve muhalefeti yükseltmektedir.
Yasa paketinin mecliste ve toplumsal alanda ciddi bir muhalefet ile karşı karşıya kalması Türkiye’nin yaşadığı bu siyasal krize getirilecek demokrat cevap açısından bir başka ümit verici durumu oluşturmaktadır. Tüm bunlara karşılık hükümet, son hamlesiyle, görüşmesi tamamlanan ve yukarıdaki amaçları gerçekleştirmeye kâfi maddelerle iktifa ederek tasarının geri kalanını komisyona çekme kararı almış bulunmaktadır. Bu yolla, muhalefetin engelleme çabalarını boşa çıkarmak ve paketi 67 madde olarak yürürlüğe sokmak istemektedir. Anlaşılan o ki, hükümet hukuku lağvetmek için her türlü yolu ve ayak oyunlarını kullanmaya hazır görünmektedir…