“Misafirlik bitti!“

Arka Plan

Irkçı şiddetin ve ırkçılıkla mücadelenin damgasını vurduğu 80’li yıllar, hatırlama tartışmalarında yok denecek kadar az yer alıyor. Ancak bu yılların mikro-tarihi, günümüzdeki tartışmalar açısından büyük bir önem taşıyor.

Landesarchiv Berlin, B Rep. 002 14979

Türkiye ile Almanya arasında imzalanan İşgücü Anlaşmasının 60. yıldönümü, hatırlama pratiklerinin sunduğu yeni bir ışığın altında ele anılıyor. Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in 5 Ekim’de düzenlenen törende yaptığı konuşma[1], Almanya’nın göç siyasetinde yaptığı hatalar ve kaçırdığı fırsatlar hakkında noktalara işaret ediyor. Ancak konuyu tarihselleştirmek üzerine kurulu bu anma, bir taraftan da göçün tarihinin eleştirel biçimde yazılmasına odaklanan ve henüz yeni başlamış olan çabaların önünü kapatma tehlikesini de içinde barındırıyor. Bir taraftan “misafir işçiler” için anma törenleri düzenlenirken, diğer taraftan bu göçmenlerin tarihi Almanya’daki göç toplumunun bugününden incecik bir çizgiyle ayrıştırılıyor. NSU dosyaları nasıl –kelimenin tam anlamıyla- kapatılmışsa ve üzerlerine kilit vurulmuşsa, bugün hem sivil toplum hem de “misafir işçilerin” çocukları ve torunları tarafından ırkçılıkla mücadele sürecinde talep edilen, odağına kurumsal ve yapısal ırkçılığı ve Duvar yıkılmadan önce yaşanan ırkçı şiddeti alan hesaplaşmanın da önünün kapanması ihtimali bulunuyor.[2]2019’da Hanau’da yaşanan sağcı terör saldırısından bu yana ırkçılık karşıtı protestoların yoğunluğu arttı. Bugün siyasette küresel göçe ve insan haklarına dair içeriklerin faşizm ve ırkçılık karşıtı yerel perspektiflerle birleştiği bir noktadayız ve bizzat bu birleşimin hatırlanmaya değer bir tarihi var.

Unutulan 80’ler

Türkiye kökenli sosyalist sendikacı Celalettin Kesim, 1980 yılının Ocak ayında Kreuzberg’te Türkiye kökenli bir faşist tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Bugün Kottbusser Tor’da onun adına yapılmış olan bir heykel var. Ancak bu siyasi cinayetin mikro tarihinin, Kohl döneminde misafir işçilere yönelik olarak oluşturulan tecrit politikasına dair siyasi tartışmalarla ve yerleşik kurumsal ırkçılıkla bağlantılı olarak ele alındığına nadiren rastlıyoruz.[3]

 Landesarchiv Berlin, B Rep. 00214979

Celalettin Kesim Berlin’de öğretmenlik yapıyordu. Öldürüldüğünde 36 yaşındaydı. Karısı hamileydi ve oğlu yedi yaşındaydı. Kesim cinayetinden bir gün sonra günlük gazeteler, “Berlin’deki Türkler arasında ciddi çatışmalar” v.b. gösterişli manşetler attılar ve Eyalet Güvenlik Dairesi müdür yardımcısının verdiği bilgiye dayanarak saldırıyı, Kottbusser Tor İşçi Derneğinin yaklaşık yirmi üyesinin, ordunun Türkiye’de siyasete müdahale etmesini protesto etmek için Türkiye Başkonsolosluğu önünde gösteri yapmaya çağıran bir bildiri dağıtmasıyla ilişkilendirdiler. “Türk tanıkların güvenlik birimlerine anlattığına göre, bildiri dağıtıldığı sırada cinayet mahalline yakın bir yerde, Skalitzer Straße 35 adresindeki bir camiden çıkan 50 kişi birdenbire orada bitmişti.”[4] Merkezi Hamburg’ta bulunan Türkiye İlerici Halk Dernekleri Federasyonu bu olaydan sadece birkaç gün sonra, 8 Ocak’ta yayınladığı basın bildirisinde, Bozkurtların[5] içindeki İslamcıların ve faşistlerin, bildiri dağıtanlara sopalarla, muştalarla ve demir çubuklarla saldırdıklarını yazıyordu. Celalettin Kesim aldığı bir bıçak darbesiyle yere düşmüş ve kan kaybından ölmüştü. Federasyon, Berlin Senatosu’nun “bekle-gör” olarak tanımlanabilecek edilgen tutumunun Türk milliyetçisi faşistleri cesaretlendirdiğine yönelik eleştirilerde bulundu ve “Cinayet çetelerine karşı ne zaman harekete geçileceğini,” sordu.“[6] SPD ve Alternatif Liste gibi demokratik partilerin yanında Metal Endüstrisi Sendikası ve Teknik Üniversite öğrencileri de, Türkiye kökenli antifaşistlerin dile getirdikleri eleştirileri desteklediler. Bu süreçte, resmi kurumların önceki yıllarda gerçekleşen tehdit ve tacizleri bilinçli biçimde görmezden gelmeleri nedeniyle şiddetin yükseldiğini öne sürdüler. Faşist bir saldırının “düşman Türkler arasında bir çatışmaya” indirgenmesini eleştiriyor, Bozkurtlar gibi faşist örgütlenmelerin yasaklanmasını talep ediyorlardı. [7]

Rakip çeteler, apolitik münferit suçlulara indirgendi

 Landesarchiv Berlin, B Rep. 00214980

Siyasi kanat ise, dile getirilen eleştirilere kulak vermek yerine katilleri ve kurbanlarını aynı kefeye koyan bir iltica siyaseti tartışması yürütmeye girişti, yabancılar hukuku kapsamındaki yasal düzenlemelerin sertleştirilmesini istedi ve cinayetin siyasi arka planıyla neredeyse hiç ilgilenmedi. Tartışmalara “misafir işçilerin” siyasallaşması korkusu damgasını vurmuştu, ama bir taraftan da ortalıkta suça bulaşmış ve birbirine rakip durumdaki göçmen grupların dolaştığına yönelik yorumlar yapılıyordu. Welt gazetesi “kardeş kavgasından”, Bild gazetesi “Türk savaşından” söz ederken[8], “Berlin’de barış tehlikede” diye manşet atan Berliner Anzeiger, cinayetten sonra yaşanan toplumsal korkuların özünü dile getiriyordu*:

“Türkler arasında aylardır yaşanan siyasi iç-çatışmalar son günlerde şehrimize de sıçradı. (…) 100 bini bulan Türk nüfusuyla Batı Berlin bir anlamda en büyük Türk kentlerinden biri. Bu nedenle de sağ ve sol aşırı uçların, misafir oldukları ülkeye karşı gösterdikleri umarsızlığın bir sonucu olarak, eylemlerini bu şehre taşımaya dair ciddi çabaları var. (…) Bundan öncelikle mağdur olanlar, burada huzur içinde yaşayıp çalışmak isteyen Türk çoğunluktur. Ama dolaylı bir şekilde taraf olmaya zorlandıklarında ise yeni bir tehlike çıkıyor karşımıza: Bu coşku ve öfkenin bizi de ilgilendirecek şekilde iş yerlerine ve okullara taşınması.”[9]

Misafirlik hakkına son

Bizzat Berlin Eyalet İçişleri Bakanı, "Türklerin" misafirlik hakkını suiistimal ettikleri konusunda açıklamalarda bulunurken polise de,üzerinde bıçak ve her türlü darp aleti de dahil olmak üzere silah bulunduran yabancıları tutuklama talimatı veriyordu. Bakan, açıklamasında, "Yabancılar yasası kapsamındaki tedbirler sınır dışı etmeyi de içermektedir”[10] diyordu. "Düşman" grupları caydırmak adına alınan acil bir önlem de, Berlin-Kreuzberg'deki "Türkiye Pazarı" gibi göçmen yoğunluklu yerleşim bölgelerinde polisin varlığını artırmaktı. Bu politikalar aracılığıyla katillerin aşırı sağcı geçmişleri görünmez kılındı.

Nasyonel Demokrat Parti (NPD) ise buna paralel olarak, Ruhr Bölgesindeki birçok kentte “Yabancılar Durdurulsun”  diyen yurttaş girişimlerini harekete geçirdi. 15 öğretim görevlisi ise, sağcı ideologlardan gelen bir uyarı mektubu niteliğindeki Heidelberg Manifestosunu imzaladı. 80’li yıllarda aşırı sağ bir kuşak değişimi yaşıyordu ve Batı Almanya’da siyasetin ve medyanın ilgisini çekmeyen cinayetler işliyordu. 1980 yılından Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar geçen sürede düzinelerce insan öldürüldü. Toplumsal ajitasyon ve tecrit, 1983 yılında Kohl yönetiminde CDU-CSU hükümetinin kurulmasıyla parlamentoya yansıdı: İşçi alımının durdurulması, tecrit, aile birleşiminde kısıtlamalar gibi düzenlemeler devreye girdi ve esasen “Defol primi” olarak da adlandırılan ve Kohl döneminde yaşanan manevi ve ahlaki dönüşümünün doruk noktasını oluşturan geri dönüş siyaseti devreye sokuldu. Kültürel farklılığı temel alan “iki Türkten birinden kurtulma” planlarının Kohl’e ait olduğunu, bugün gizliliği zaman aşımına uğramış olan Britanya menşeli belgelerden öğreniyoruz.[11]

Yüzleşme, değişimi gerektirir

İltica hakkının yasal olarak bu ölçüde kısıtlanması ve iç siyasette göçe karşı bu tür duvarlar örülmesi sonucunda sığınmacılar kendilerini, iltica hakkını istismar ettiklerine dair kurumsal bir şüphenin gölgesinde buldular. İlerici göçmenlerin 80’li yıllarda diasporada yürüttükleri antifaşist nitelikteki toplumsal ve siyasi mücadeleler, kendilerine has bir uluslararası ajandası bulunan yerel ilerici siyaseti, mevcut siyasi gündemlerini ulusötesi bir seviyeye taşımaya zorladı. Bu süreçte sığınmacı ve göçmen olarak içinde yaşadıkları koşullar, giderek Kohl döneminin iltica ve yabancılar politikasının bir eleştirisine dönüştü. 80’li yılların, faşizme ve ırkçılığa karşı eşit sosyal haklar, iltica edenlere oturum hakkı, ve (öncelikle seçme hakkı olmak üzere) siyasi katılım hakkı temelinde yürütülen mücadele yılları olduğu sıklıkla unutuluyor. Bu tarihi anımsamak ve buna sahip çıkmak ise, göçmelerin bakış açısının, onların sesinin ve siyasi tartışmalarının damgasını vurduğu çok sesli bir hatırlama kültürünün önemli bir ayağını oluşturmaktadır.[12] Keza Celalettin Kesim’i anmak da...[13]

Böyle bakıldığında 80’li yıllar, yani Duvar yıkılmadan önce Bonn merkezli Almanya’da yaşanan zaman aralığı, barışçıl bir döneme değil, 1955-1973 arasındaki işçi göçünün tersine çevrilmeye çalışıldığı bir döneme işaret ediyor. Toplum çoktandır bir göç toplumu haline gelmiş olduğu ve bu durum da artık değişmeyeceği için bastırılması imkansız olan bir şey bu süreçte bastırılmaya çalışıldı. Göç artık Batı Almanya’nın bir gerçeği olmuştu, ama yine de sağcı söylemlerle mücadele yerine sıkı bir tecrit siyasetinin sürdürülmesi tercih edildi. Oysa hatırlamak tartışmaktır, yüzleşmektir. Yüzleşme, değişimi gerektirir.

 

[2]             Duvar’ın yıkılmasının göçmenlerin ve Yahudilerin perspektifinden taşıdığı anlam için bkz. Lierkes/Perinelli (2020) Erinnern Stören. Verbrecher Verlag: Berlin.

[3]             Krş. Deniz Yücel (2015): „Zur Erinnerung an Celalettin Kesim“,: TAZ, 21.1.2015.

[4]             6.1.1980 tarihli yazılı basın: Landearchiv Berlin, B. rep. 002. No: 14980..

[5]             “Bozkurtların“ yasaklanması için ilk önergeler 70’lerin sonunda verildi. Ancak 2020 yılında meclis gruplarının tamamının ortak verdiği önergeye rağmen bu örgütlenme bugün hala yasaklanmış değil. Tarihi örgüt yapısı, özellikle Alman siyasetçilerle ilişkileri ve Almanya’da Türk istihbarat kurumlarıyla iç içe geçmiş ilişkiler için bkz: Fikret Aslan/Kemal Bozay (2012): Graue Wölfe heulen wieder. Münster: Unrast Verlag: s. 183-190+197-199.

[6]             Brief der Föderation progressiver Volksvereine der Türkei in Europa an Senatskanzlei, in: LA Berlin, a.a.O.

[7]             Krş. exemplarisch Schreiben der IG Metall im DGB-Berlin an Senatskanzlei Berlin: LA Berlin, B Rep. 002. Sayı: 14980

[8]             WELT, 7.1.1980: „Polizei: Der „Türken-Krieg“ kann noch härter werden“: LA Berlin, a.a.O.

[9]             Berliner Anzeiger (tarihsiz) „Gefahr für den Frieden in Berlin“: Landearchiv Berlin, a.a.O.

[10]           Krş. Berliner Innensenator warnt die Türken. Das Gastrecht darf nicht mißbraucht werden: FAZ, 8.1.1980: LA Berlin, B Rep. 002, Sayı 14980.

[11]           Krş. Spiegel: 1.8.2013 çevrimiçi: https://www.spiegel.de/politik/deutschland/kohl-wollte-jeden-zweiten-tuerken-in-deutschland-loswerden-a-914318.html (Erişim:1.10.2021).

[12]           Krş. Bermani/Bologna/Mantelli (1997): Proletarier der ' Achse'

               Sozialgeschichte der italienischen Fremdarbeit in NS-Deutschland 1937 – 1943. De Gruyter: Berlin.

[13]           Alphonse Kahn (1984): FIDEF (yay. haz): Internationale Konferenz. Gegen die Diskriminierung von Ausländer[n] für volle Gleichberechtigung. Düsseldorf (kişisel baskı):  International Institute for Social History, Amsterdam, IISG 2000/5557. S. 88 ve devamı.