İstanbul Sözleşmesi: bir feminist mücadele hikayesi

Makale

Kadınların maruz kaldığı erkek şiddeti dünyanın dört bir yanında 1970’li yıllardan bu yana feministler tarafından gündemleştiriliyor. Erkek şiddetinin adını koyarak ve kadınların özel alanda maruz kaldıkları şiddeti kamusal alana taşıyarak başlayan mücadele, bugün kullandığımız kavramları ve sahip olduğumuz farkındalığı yarattığı kadar erkek şiddeti ile mücadele için gerekli dönüşümlere ve mekanizmalara da zemin hazırladı. Kadın sığınakları ve dayanışma merkezleri kurarak kadınların maruz kaldıkları erkek şiddetinden uzaklaşmaları ve güçlenerek kendi hayatlarını kurabilmelerinin feminist yöntemlerle nasıl sağlanabileceğini gösterdi. Feministlerin bugün şiddeti adlandırmak için kullandığımız kavramları ortaya çıkaran çalışmaları ve eylemlilikleri aynı zamanda erkek şiddetini yaratan toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelikti.

istanbul sözleşmesi

İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik erkek şiddetini önlemek konusunda en kapsayıcı tanıma sahip olmasının yanı sıra bağlayıcılığı olan ilk sözleşme olma önemi de taşıyor. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi ile ilişkisi AİHM’e taşınmış bir kadın cinayeti davası ile gerçekleşti. Yıllar boyu kocasının şiddetine maruz kalan ve şikayetçi olan Nahide Opuz’u devlet korumamış, polis ve yargı kocanın Opuz ve annesine yönelik ölüm tehditlerine karşı duyarsız kalarak Opuz ve annesinin, kocanın silahlı saldırısına maruz kalması sonucu annenin ölümüne neden olmuştu. Opuz vs. Türkiye davasında mahkeme ilk defa bir devleti kadına yönelik erkek şiddetini önlemeyerek bir kadının can kaybına sebep olmaktan dolayı suçlu buldu. Bu karar kadına yönelik şiddeti önlemede ve kadınları şiddete karşı korumada devletlerin yükümlülüğünü ortaya koyan önemli kararlardan biridir. İstanbul Sözleşmesi 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılmasının ardından Türkiye sözleşmeyi imzalayıp onaylayan (sign & ratify) ilk ülke oldu. AKP hükümeti tarafından kadına yönelik şiddetle mücadele kararlılığı göstergesi ve bir uluslararası prestij aracı olarak sık sık kullanıldı. 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 sayılı Kanun, İstanbul Sözleşmesi referans alınarak hazırlandı. 6284 sayılı Kanun, tam adıyla Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi dair Kanun, şiddete uğrayan ve uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirleri düzenliyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair bir vurgu yerine adından da anlaşılacağı üzere aileyi korumayı hedefleyen bu kanun tüm eksikliklerine rağmen şiddete maruz kalan kadınların şiddetten uzaklaşabilmek için ihtiyaç duydukları destek ve mekanizmaları düzenlediği için kadınlar için hayati önem taşıyor.

Sözleşmeler ve kanunlar her ne kadar devletleri bağlayan hukuki metinler olsa da toplumsal mücadelelerden bağımsız değiller. İstanbul Sözleşmesi tüm dünyada kadınların yıllardır erkek şiddetine karşı verdiği mücadele ile biriken deneyimin aktarıldığı bir metin. Türkiye’de kadınların erkek şiddetine karşı verdikleri mücadelenin önemli ayakları arasında her zaman yasal hak mücadelesi de yer aldı. Kazanılan hakların uygulamalarını takip etmek de mücadelenin ayrılmaz parçalarından biri oldu. İstanbul Sözleşmesi örneğinde Türkiyeli feministlerin, sözleşmenin imzalanmasının ardında Türkiye-Avrupa ilişkileri gibi başka dinamikler olduğu için, diğer ülkelerde feministlerin yaptığı gibi sözleşmenin imzalanması için kampanya yürütmesi gerekmedi. Türkiye’deki kadın örgütlerinin karşısında bambaşka bir mücadele vardı: Sözleşmeyi uygulamayı taahhüt eden ve uyguladığını iddia eden bir devlet karşısında sözleşmenin uygulanması için kampanya yapmak. Türkiye’de sözleşmeler ve yasalar ile uygulamalar arasındaki geniş açı ile mücadele etmek bir hakikat mücadelesi anlamına da geldiği için oldukça çetin bir mücadele. Bu nedenle sivil topluma düşen önemli işlerden biri izleme ve raporlama yaparak var olan haklara erişimin uygulamada nasıl imkansız hale getirildiğini ortaya koymak oluyor.

Türkiye’de sivil toplum ve kadın hareketi için uluslararası sözleşmeler, Türkiye’de hayata geçirilmesinde dirençle karşılaşılan yasal dönüşümler ve uygulamalarda ısrar etmek için önemli bir araç. İstanbul Sözleşmesi’nin biricikliği, kadına yönelik şiddetle mücadelede en kapsamlı sözleşme olmanın yanı sıra kadına yönelik erkek şiddetinin kaynağını toplumsal cinsiyet eşitsizliği olarak tanımlayarak şiddetle mücadelenin yapısal bir değişim gerektirdiğine işaret etmesinden geliyor. Dünyada ve Türkiye’de, feministlerin mücadelesi sayesinde kadına yönelik şiddetin ana akımda tartışılan ve devletlerin sorumluluk almak durumunda kaldığı bir konu haline gelmesi, şiddete dair farklı tahlillerin yaygınlaşmasına da yol açtı. Özellikle toplumsal cinsiyet kavramını yok sayan yaklaşımlar kadınların şiddete maruz kalmasına neden olan dinamikleri görünmezleştimeye ve böylelikle de kadına yönelik şiddetle mücadeleyi etkisiz hale getirmeye yarıyor. Türkiye gibi muhafazakar neo-liberal ülkelerde toplumsal cinsiyet eşitsizliği kavramı yerine toplumsal cinsiyet rollerini doğallaştıran bakış açıları ve aile politikaları yerleştirilirken başka ülkelerde gender neutral uygulamalar hayata geçiriliyor. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’nin tanım kısmında toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yapılan vurgu, hak savunucuları için önemli bir araç haline de geliyor.

Türkiye’de kadın örgütleri sözleşmenin imzalandığı günden bu yana, sözleşmenin uygulanması için mücadele veriyor, sözleşme maddelerine referansla kamu kurumlarını zorlayarak kadınlardan yana uygulamalar yaratmaya çalışıyorlar. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi mücadelesi, Sözleşme’nin uygulanması için kadın örgütlerince kurulan baskı ile başladı. Henüz 2014’te sözleşme yürürlüğe dahi girmeden önce, Türkiye’deki uygulamaların sözleşme ile uyumlulaştırılması sorumluluğu devlete hatırlatıldı, eksiklikler saptandı. Her ne kadar başta 6284 sayılı Kanun olmak üzere İstanbul Sözleşmesi’ne uyum sağlamak için adımlar atılmış olsa da uygulamaya yansımadığını ya da pek çok sorunla karşılaşıldığını gördük. Yasalar ve uygulamalar arasındaki boşluk, uygulamaları izleyerek yasal çerçeve ile ilişkisine dair izleme çalışması yürütmeyi zorunlu kılıyor. İzlemenin en önemli parçalarından biri İstanbul Sözleşmesi’nin denetim organı GREVIO için yazılan gölge raporlar oldu. Komitenin Türkiye Devleti’nden istediği raporun yanı sıra kadın örgütleri gölge rapor hazırlayarak katkı sundular. Bu rapor aynı zamanda Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadeleye dair sorun alanlarını ortaya koyan kapsamlı bir çalışma olma özelliği de taşımaktadır. GREVIO komitesinin bu raporu da göz önünde bulundurarak hazırladığı raporda Türkiye’nin eksikliklerine dikkat çekildi ve tavsiyelerde bulunuldu.

Türkiye devleti kadına yönelik şiddetle mücadele için sözleşmeleri onaylar, yasalar yaparken bir yandan aile politikaları ile kadınları geleneksel rollere iten söylem ve pratikleri uzun süredir üretiyordu. Son yıllarda ise kadınların kazanılmış haklarına saldırıların gerek devlet nezdinde gerek çeşitli erkek gruplarınca birincil gündemler arasına yerleştiğini görüyoruz. İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırı ise bu saldırıların sonuncusu oldu. Sözleşmenin geleneksel aile yapısını bozduğu ve eşcinselliği özendirdiği gibi gerçek dışı argümanlar ile sözleşmeden Türkiye’nin çekilmesi kampanyası yapıldı. AKP’nin aile politikaları her zaman kadınlara kendi kararları konusunda alan açan İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Kanun ile çelişiyordu. AKP içindeki muhafazakar erkeklerin kadınların kazanılmış haklarından duydukları yükselen rahatsızlık AKP'nin sözleşmeden çekilme isteğini yarattı. Hükümet tarafından bu taleplerin görüşüleceğine dair yapılan açıklama ile kadın düşmanı bu söylemlerin devlette kendine kolayca yer bulabildiğini gördük.

Sözleşme karşıtlığı ise Türkiye’de daha önce örneği pek görülmemiş bir durum yarattı. Sadece kadın örgütleri ve hak savunucuları değil, AKP içindeki kadınlar dahil geniş kesimler İstanbul Sözleşmesi’ni desteklemeye ve sözleşmenin uygulanması talebini yükseltmeye başladılar. Türkiye’de kadın cinayetleri ve şiddetin yakıcı bir gündem olmasının yanı sıra, temel işlevi kadına yönelik şiddetle mücadele olan bir sözleşmeyi devletin tartışmaya açması temel hak ve özgürlüklere dair bir mesele olarak gündeme geldi. Kadın örgütleri tarafından sık sık işaret edilen, kadına yönelik şiddeti önlemede devletin yükümlülüklerini yerine getirmiyor oluşu ilk defa kamuoyu tarafından da dile getirildi. Sözleşme’den çekilme söylemi, bu durumun ilanı olarak ele alındı. Geniş kitleler sözleşme savunuculuğu yapmak için içerik üretmekten maddelerini sosyal medyada okudukları videoları paylaşmaya kadar farklı aktivizm biçimlerini kullandılar. Kadın örgütleri sosyal medyanın yanı sıra sokaklarda eylem yaparken pek çok farklı eylemlilik biçimi ortaya kondu. Bir uluslararası sözleşme için kamuoyunun farklı eylemlilik biçimleri üretmesi görülmemiş bir durum oldu. Türkiye’de gittikçe artan otoriterleşme sivil alanı gittikçe daraltırken kadınlar sokağa çıkmayı sürdüren tek muhalif grup olmaya devam ediyorlar. İstanbul Sözleşmesi eylemleri esnasında kimi zaman polis engellemeleri ile karşılaşılsa da yılmadan, öfke ve isyanla kadınlar bir araya geldiler. Kadınların kendi hayatları için, tüm kadınları kapsayan talepleri devletin sık sık muhalefeti marjinalleştirmek için kullandığı ayrımcı söyleme sığmıyor. Bu nedenle de meşruiyetini korumaya devam ederken siyaseti sokaktan etkilemeye devam ediyor.

Tüm bu tartışmaların AKP içinde de bir görüş ayrılığı yarattığını görmüş olduk. Başta AKP’li kadınların kurduğu bir GONGO olan KADEM olmak üzere AKP’li kadınlar parti içindeki bu kadın düşmanı tutumdan rahatsız oldular, hatta sözleşmeyi destekleyerek bu rahatsızlıklarını kamuoyu ile paylaştılar. Sözleşme karşıtlarının işi AKP’li kadınlara hakaret etmeye kadar götürmesi parti içindeki rahatsızlığı artırdı ve kadınların haklılığını güçlendirdi. KADEM ve AKP’li kadınlar özellikle sözleşmesinin ayrımcılık karşıtı maddesine karşı üretilen homofobik ve transfobik söyleme sözleşmenin bundan ibaret olmadığını söyleyerek müdahale ettiler. Fakat LGBTİ+ karşıtlıklarını da korudular. Bu duruş da tartışmayı kimi zaman bu maddeye (madde 4/3) çekince koymak eksenine çekti. Bu yıl 13 Ağustos’ta Erdoğan’ın iktidar yılları boyunca kadınlar için yaptıklarını anlatarak başladığı uzun konuşması AKP’li kadınlara hakaret edenlere had bildirerek devam etti ve yerli ve milli sözleşmeye ihtiyacımız olduğunu söyleyerek sona erdi. Bu konuşma sözleşme karşıtlarının sesini kısmasına neden olurken yerli ve milli sözleşmenin ne olduğu konusunda soru işaretlerini ardında bıraktı.

Kamuoyundan gelen itirazın yanı sıra AKP’nin kendi tabanından ve partisinden gelen itirazların etkisiyle sözleşmenin akıbetinin bakanlar kurulunda görüşülmesi konusu şimdilik gündemden kalktı. Bir diğer yandan başka deneyimler bize gösteriyor ki, böyle durumlarda aynı gündemin tekrar ortaya çıkması çok olası. Türkiye’de artan otoriterleşme ve daralan sivil alan bağlamında düşünüldüğünde, sözleşmeyi destekleyen kamuoyunun bir hareketlenme yarattığını ve bu hareketlenmenin de umut verici olduğunu söylemek mümkün. Kadına yönelik şiddetin kamusal alanda herkes tarafından kınanan bir konu olmasının bu yaygınlıkta ve ortaklaşmada etkisi büyük. Yine de belediyeler, kadın örgütleri, sivil toplum örgütleri, medya, ünlüler, sanatçılar gibi geniş kesimlerin bir ittifak alanında buluşmuş olması ve bunun da bir uluslararası sözleşme olması bu metinlerin sadece hukuki mekanizmalar getirmediğini aynı zamanda temel hak ve özgürlüklere dair sembolik değerleri olduğunu da bir kez daha gösteriyor. Sözleşme tartışmaları vesilesiyle şiddet ve eşitsizlik ilişkisi daha çok vurgulanır hale gelmiş olsa da feministlerin her koşulda vurguladığı, geleneksel aile modeli ve toplumsal cinsiyet rollerinin erkek şiddetine yol açtığı argümanının geniş kesimlerce benimsendiğini söylemek çok güç. Bu nedenle kadına yönelik şiddete karşı oluşturulan söylemlerin sık sık güçlendirici değil koruyucu bir dil içerebildiğini, kadınları geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine tekrar yerleştirdiğini görebiliyoruz. İstanbul Sözleşmesi’ne kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliğin sistematikliğini eklemek, tarihselliğine atıfta bulunmak feministlerin kazanımı oldu. Bir diğer yandan biliyoruz ki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak uzun soluklu bir mücadele. Bugün tüm dünyada feministler bu mücadeleyi sürdürüyor.