İlerici Transatlantik Vizyonun Yapı Taşları

Analiz

NATO ve güvenlik eksenli eski Transatlantik paradigması çekiciliğini kaybediyor. Yeni Transatlantik gündemi, Atlantik’in iki yakasını da ilgilendiren ortak sorunlarla ilgili üç ana konuya odaklanmalıdır: İnsan hakları, iklim değişikliği ve Çin’in yükselen gücünü çevreleme.

Kasım 2020 ABD Başkanlık seçimleri hızla yaklaşırken, ABD ve Avrupa’daki Transatlantikçiler önümüzdeki dört yılın ABD-Avrupa ortaklığına olası etkilerinin şifresini çözmeye çalışıyorlar. Donald Trump’ın ikinci döneme girmesi, son üç yılda ilişkilerden meydana gelen bozulmanın şüphesiz devam edeceği anlamına gelir. Öte yandan, göreve bir Demokratın gelmesi yeni bir başlangıç şansı sunabilir. Sonunda sandıklardan kim galibiyetle çıkarsa çıksın bir şey çok açık ve seçik: ABD-Avrupa ilişkilerinin baştan aşağı yeni bir görünüme, Transatlantik işbirliğinin merkezine yeni öncelikleri alan, iki tarafın da zamanımızın en önemli meselelerini ortaklaşa ele almasını sağlayacak temeli oluşturacak ilerici bir vizyona ihtiyacı var. Peki, bu vizyon tam olarak nasıl olmalı?

Her şeyden önce, ilerici bir vizyon ABD-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin statüsünü yükseltmek demek. On yıllardır ABD-Avrupa ortaklığının temeli NATO oldu ve bu durum Transatlantik ilişkileri gereğinden fazla militarize ederek, güvenlik ve savunmaya odaklı dar bir vizyonu önceledi. Her iki taraf da sıklıkla Avrupa’nın savunma harcamaları ya da Rusya’ya nasıl karşılık verileceği gibi konulara fazlaca odaklanıp meselenin özünden uzaklaştılar. Bunlar her ne kadar önemli konular olsa da kesinlikle en önemleri değil. Günümüz siyasetinin, önümüzdeki yıllarda ne kadar keskin sonuçlar doğuracağı aşikâr başka yanları da var. NATO’nun halledemeyeceği ve onun yerine ABD ve Avrupa arasında daha derin ve daha anlamlı bir iş birliği kurulmasını gerektirecek meseleler… Bu listenin başında iklim değişikliği, Çin’in yükselişi ve insan haklarına bağlılığın tazelenmesi var.

ACİL: İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

ABD ve Avrupa’nın birlikte üstüne eğilmesi gereken acil sorunların başında iklim değişikliği geliyor. Bu konuda Transatlantik işbirliğinin mazisi eski olsa da, ABD hükümetinin bunu öncelikli bir mesele olarak görüp görmemesi tamamıyla önümüzdeki Kasım’da başkanlık görevine kimin geleceğine bağlı. Trump başkanlığındaki yönetim, 4 Kasım 2019’da Birleşmiş Milletlere ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmek istediğini resmi bir yazıyla bildirerek iklim değişikliğinin aciliyetiyle yüzleşmeye ne kadar isteksiz olduğunu göstermiş oldu. Onun yerine hükümet, West Virginia ve Wyoming gibi kömür madeni çıkarılan eyaletlerde yaşayan seçmenlere vadettiği şekilde kömür endüstrisini tekrar canlandırarak Obama döneminde çevre korumaya dair atılan adımları geri çekti. Dahası Cumhuriyetçiler, Temsilci Alexandria Ocasio-Cortez ve Senatör Ed Markey’nin sponsorluğunda hazırlanan ve iklim değişikliği ve ekonomik eşitsizlik sorunlarının çözümü için 10 yıllık ulusal bir seferberlik öngören Yeşil Yeni Düzen’i (Green New Deal) öcüleştirdiler. Federal hükümetin eylemsizliği yüzünden iklim değişikliği alanında en anlamlı ilerleme, eyaletlerde ve yerelde gerçekleşmiş oldu. Bu iyiye işaret ve daha derin bir ABD-Avrupa iş birliğinin başlangıç noktası olabilir. Bununla birlikte, Kasım ayında bir Demokrat seçilecek olursa ilk işi, Yeşil Yeni Düzen’i desteklemek, Paris Anlaşması’na tekrar dahil olmak ve Amerika’yı iklim değişikliği konusunda küresel lider konuma geçirmek olmalıdır. Dünyanın en büyük ikinci sera gazı salan ülkesi konumundaki ABD’nin bu konudaki göstereceği kararlılık çok önemli.

Diğer yandan Avrupa, şimdiye kadar bu konuda lider olduğunu kanıtladı. Bunun sebebi Avrupalıların %93’ünün, ki bu son derece yüksek bir oran, iklim değişikliğini ciddi bir sorun olarak görmeleri olabilir. Avrupa nüfusunun %92’si 2050 yılına kadar Avrupa Birliği’nin iklim açısından nötr hale getirilmesini destekliyor. ABD’de bu derece yüksek oranlar hayal etmek güç. Avrupa Birliği, Paris Anlaşması’nın ışığında 2050 yılında iklim açısından nötr olma hedefini gerçekleştirmek için bağlayıcı bir yasal çerçeveyi kabul eden ilk ve tek güçlü ekonomi. Avrupa Komisyonu ayrıca Avrupa Yeşil Düzen’ini hazırladı. Bu düzen, (iklim açısından nötr olma hedefinin ötesinde) kirliliği azaltarak insan hayatını, hayvanları ve bitkileri korumayı, şirketlerin temiz ürünler ve teknolojilerde dünyaya liderlik etmesini, adil ve herkesi kapsayıcı bir geçiş gerçekleştirmeyi hedefliyor.

ABD ve Avrupa’nın konuya yaklaşımlarındaki farklara rağmen, yeterince ilerleme kayedebilmek için bu ikilinin birlikte çalışmaya devam etmesi gereken alanalar var. İlk olarak, Avrupa Birliği ulusal hükümetlerinden ve Brüksel’den liderler, öncelikle ABD İklim Birliği ile işbirliği çabalarını ikiye katlamalılar. Bu birlik, 25 ABD eyaletinin ve bölgesinin sera gazlarını Paris Antlaşmasına uygun şekilde azaltma yönünde her iki partiden valilerin oluşturduğu bir koalisyon. Önceki dönem Kalifornia Valisi Jerry Brown’ın AB liderleriyle yaptığı ortaklık gibi eyalet seviyesinde programlar da, ekolojik gıdalar ve çevreci hizmetler konusunda ticaret duvarlarının kaldırılması da Transatlantik ortakların acil ihtiyaç duyduğu şeyler. Son olarak AB ve ABD hükümetlerindeki fon yaratma aygıtları (hangi partinin iktidarda olduğuna bakmaksızın) iklim değişikliği konusunda farkındalığı artırmakla uğraşan ve bir yandan da kent yönetimleri ve farklı sektörlerle iklim hedeflerini koordine edip ve en iyi pratikler paylaşan organizasyonlara fon sağlamayı öncelik haline getirmelidir.

STRATEJİK ÖNEM: YÜKSELEN ÇİN

İkinci konu, Transatlantik ortakların Çin’in ekonomik ve teknolojik hırslarının yarattığı jeo-stratejik zorluklarla mücadelede birlikte olması. Tarihsel olarak ABD ve Avrupa, Çin’e karşı daha benzer bir Transatlantik yaklaşım göstermiş olsalar da anlaşamadıkları noktalar var. Avrupa, ABD’nin tavrını aşırı agresif, sıfır toplam (zero sum) bir yaklaşım olarak değerlendirirken, ABD ise Avrupa’nın yaklaşımını naif ve etkisiz görüyor. Neyse ki geçenlerde Avrupa bu konuda, Mart 2019 AB-Çin Stratejik Görüş Belgesinde Çin’den bir “sistemik rakip” olarak bahsetmek de dahil olmak üzere, bazı değişiklikler yaptı. Fakat Avrupa’nın 5G ile Kuşak ve Yol Inisiyatifi gibi konularda tüm kıtayı birleştiren bir vizyon ortaya koyamaması Çin’in 17+1 formatını kullanarak bazı kilit Avrupa ülkeleri ile ekonomik ara yollar bulma çabaları bir arada düşünüldüğünde ortada bir sorun olduğu açık. Tüm bunlar olurken ABD ve Çin, 2018 ortalarından beri sert bir ticaret savaşının içindeydi. İki tarafta birbirlerinin mallarına karşılıklı gümrük tarifeleri uyguluyordu. Ocak ayında bu ikili arasında kapsamlı bir ticaret antlaşması imzalamış olmasına karşın bazı temel sorunlar çözümsüz kaldı ve bu olayın yakın zamanda tamamen çözülmesi de olası görünmüyor.

Çin’i tamamen dışlamak iki taraf için de gerçekçi ve akılcı değil. Sonuçta Çin, AB’nin en büyük ticari ortağı ve 2018 yılında AB’nin yaptığı ithalatın %20’si bu ülkeden. Benzer şekilde Çin 2018 yılında ABD’nin üçüncü en büyük ihracat pazarıydı ve bu dönemde Çin’e 737,1 Milyar Amerikan Doları tutarında mal ve hizmeti Çin’e ihraç edildi. Yine de Çin’in ekonomik stratejisine karşı birleşik bir cephe oluşturmak için ABD ve Avrupa’nın yapması gereken şeyler var. Öncelikle bu iki güç Dünya Ticaret Örgütünü daha etkin kullanmanın ve hatta onu yeniden şekillendirmenin yollarını aramalılar. Mesela Ocak 2020’de ABD, AB ve Japonya ile birlikte Çin’e “devlet destekli kapitalist model” üzerinden baskı uygulamaya başladılar ve DTÖ’yü devlet teşvikleri konusunda daha sert davranmaya davet ettiler. Ortak bir açıklama yaparak “daha katı küresel kurallar koyarak Çinli şirketlerin devlet destekleri sayesinde yabancı rakiplerine karşı avantaj elde etmesinin engellenmesini” talep ettiler. Her ne kadar bu çok daha geniş bir jeo-ekonomik yapbozun parçası olsa da, Çin’in adil olmayan ticaret pratiklerinin ortaya çıkarılması ve Pekin’in küresel pazarlarda dengesizlik yaratmak için bolca kullandığı DTÖ’deki hukuksal boşluklarının kapatılması için atılmış önemli bir adım oldu.

ABD ve Avrupa ayrıca Çin’in yatırımları ve 5G teknolojisi konusuna da eğilmeli. Yatırımlar konusunda Noah Barkin’in Haziran 2019’da Atlantic’de çıkan makalesi bazı hususların altını çiziyor: Öncelikle “ABD ve Avrupa, Kuşak ve Yol’a cevaben finansal kaynaklarını bir havuzda toplayarak ortak şeffaflık kuralları geliştirmek ve altyapı projeleri için çevresel ve toplumsal standartlar belirlemek üzere birlikte çalışabilirler.” AB ülkelerinin Çin yatırımlarına nasıl yaklaşılacağına dair tutarlı bir politikaya sahip olmadıkları göz önünde bulundurulduğunda gerçekleşmesi çok da kolay olmasa bile bir ortak yol bulmaya çalışmak yine de önemli. ABD için bu, BRI projelerine imza atmış, hatta Çin’i ABD’ye alternatif bir ekonomik partner olarak gören Avrupa ülkeleri ile ekonomik ve diplomatik bağların güçlendirilmesi için çalışmak anlamına da geliyor. 5G konusunda Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ya da Savunma Bakanı Mark Esper gibi üst düzey devlet görevlileri, Arupa ülkelerini Çin’in Huawei şirketinin onların 5G ağlarını kurmasına izin vermemeleri konusunda uyarıyorlar. Bu haklı bir uyarı olsa da şu anda bu konuda Çin’in bir alternatifi yok. Atlantik’in iki yakasındaki liderler ile Nokia, Ericsson ve Amerikalı şirketlerden iş dünyası temsilcileri bir konsorsiyum oluşturarak 5G sorununu birlikte aşmak üzere çalışarak bu durumu bir fırsata çevirebilirler. Ayrıca iki taraf da “veri mahremiyeti ve yapay zeka konusunda ortak kurallar ortaya koyarak telekomünikasyon altyapısının ve tedarik zincirlerinin Çin casusluğu ve sabotajlarına karşı dayanıklı hale gelmesi” konusunda birlikte çalışabilir. Sonuçta Washington ve Brüksel’in beraber çalışmaları ve Çin’in yükselişini kontrol etmek için ortak bir cephe oluşturmalarının, her iki tarafın da tek başına ulaşabileceğinden çok daha etkili ve uzun vadeli sonuçlar doğuracağını anlaması gerek.

DEĞERLER: İNSAN HAKLARINA OLAN BAĞLILIĞI YENİDEN ORTAYA KOYMAK

İlerici bir vizyon; ortak çıkarların yanı sıra ortak değerlere, prensiplere ve normlara da dayandırılmalıdır. ABD ve Avrupa insan haklarının korunmasına bağlılıklarını tekrar tescil etmeliler. Örneğin, ABD ve Avrupa ortak bir açıklama yaparak Çin’in insanlık dışı eylemlerine karşı çıkmak için Çin’in Uygur nüfusunu “yeniden eğitim” kamplarında tutmasını fırsat bilebilir. İki taraf da bu oyuna girmekte gecikmiş olsa da ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve AB Dış Politika ve Güvenlik Politikaları Temsilcisi Josep Borrell tarafından imzalanacak bir metin bu hususta sağlam bir mesaj verecektir.

Transatlantik ortakları hem askeri hem de sivil alanda kullanılabilen malların ithalatı ve özellikle de gözetleme teknolojileri konusunda insan hakları temelli bir yaklaşım göstermeli. Çift yönlü kullanılabilen bu ürünler “hem askeri hem de sivil uygulamalarda kullanılabilen mal, yazılım ve teknolojiler” olarak tanımlanıyor. Seagate Technology PLC, Western Digital Corp, Intel Corp, Hewlett Packard Enterprise Co gibi Amerikan şirketleri hem meşru sivil amaçlarla teknoloji üretip ihraç etmekte hem de “Çin’in milyarlarca dolarlık gözetleme sanayine parça, finansman ve know-how sağlamaktadır.” Benzer şekilde, Avrupa menşeili Fin-Alman Nokia Siemens Networks, Alman FinFisher (ya da bilinen adıyla FinSpy), İtalyan Hacking Team ve benzeri pek çok şirketin ürettiği çift kullanımlı gereçler de “özellikle Arap Baharı sırasında Mısır, İran, Bahreyn, Etiyopya ve Fas’ta insanların tutuklanması, işkence edilmesi ve öldürülmesi” için kullanılmıştır. Batılı şirketlerden çift kullanımlı teknoloji satın alan diğer ülkeler arasında Özbekistan, Suudi Arabistan ve Türkiye de var. Kesin olan bir şey var: Avrupa ve ABD bu gözetleme teknolojilerinin insan haklarını ihlal ettikleri bilinen ülkelere ihraç edilmesini durdurmak için güçlü politikalar hayata geçirmek zorunda.

Daha geniş anlamda, Transatlantik ortakların ifade özgürlüğüne olan desteklerini tekrar ortaya koymaları şart. Bu, özellikle de hükümetlerin sürekli olarak özgür olmayan yönetişim yapılarını yaratacak yeni teknolojiler peşinde koşup demokratik hareketleri bastırarak insan haklarını ihlal ettikleri şu dönemde acilen yapılmalı. Bu amaçla Avrupa-Atlantik teknoloji ve internet özgürlüğü için (Ulusal Demokrasi Vakfı benzeri) bağımsız bir organizasyon kurmak iyi bir başlangıç olabilir. Bu organizasyon ile “açık toplum prensipleriyle uyumlu teknolojik çoğulculuk için çalışan” şirketlere destek verilebilir ve “AB Genel Veri Koruma Yönetmeliği ve Mahremiyet Kalkanı ile bağımsız bir uyum dayatılmış” olur. Ayrıca Atlantik’in her iki yakasında bu tür çift kullanımlı ürünlerin ihracatına dair bir dış denetim sağlanabilir. Son olarak bu organizasyon, Transatlantik ortakların yükselen dijital otoriterleşme ve teknolojik ulusalcılıkla nasıl başa çıkacağı konusunda karar verilmesi amacıyla hükümetler, üniversiteler, STK’lar ve özel sektörden bireyleri bir araya getirebilir. Günün sonunda ifade özgürlüğü ve bilgiye ulaşma özgürlüğü birer insan hakları konusudur. ABD ve Avrupa bu özgürlükleri tüm dünyada savunmalıdır.

SONUÇ

İtiraf etmek gerekir ki yukarıda sayılanlar büyük hedefler olsa da aslında sadece birer başlangıçtır. Örneğin ABD ve Avrupa, birlikte ya da ayrı ayrı, ABD askeri varlığının Avrupa’da nasıl görüldüğü üzerine tekrar düşünmeli; yozlaşma, rüşvet, kitlesel eşitsizlik konularına eğilmeli; kitlesel göç konusunda uzun vadeli çözümler geliştirmelidir. Bu saydıklarımız kolay işler değildir. Kasım ayı geldiğinde Trump yerine Oval Ofis’te başka bir başkan olsa bile bu yeni başkan, mevcut rejimin ABD-Avrupa ilişkilerine verdiği hasarı tamir etmekle meşgul olacaktır. Bu noktada bazıları, ‘Transatlantik ilişkilerin bir anda “normale döneceğini” düşünmek gerçekçi değildir,’ diyecektir. Halbuki ABD ve Avrupa, bu ilişkinin ilerletilmesi halinde şimdikinden çok farklı görüneceğini ve bunun da iyi bir şey olduğunun farkına varmalıdır. Bu durum, bu iki ortağa kendilerine tekrar ayar yapma imkanı tanıyor. Bu sayede yeni bir yol haritası belirleyip ABD-AB ilişkilerinin merkezindeki en büyük zorlukları hesaba katan bir vizyon oluşturmak mümkün olacaktır.

--------------------------------------------------------------------------

Bu metin İngilizce'den Türkçe'ye Çağrı Ekiz ve Cana Ulutaş tarafından çevrilmiştir.