Otoriterlik ve yönetim krizi

Otoriterlik esasen tümgüçlülüktür. Bir aktörün bütün gücü elinde tutması, o gücün denetlenememesi, bir sistemde siyasal elitler arasında çatışma olmaması, gücü elinde tutan o ülkenin en popüler lideri, partisi de olsa, o rejimi otoriter yapar. Bu bakımdan, tam karşı kutupta yer alan modern demokrasilerse, gücün farklı gruplar arasında bölüşüldüğü, güçlülerin denetlendiği, siyasal elitlerin belli bir çerçevede yarıştığı, çatışma içinde olduğu denge rejimleridir. En kısa ifadesiyle, bu rejim muhalefetin ifade, örgütlenme gibi özgürlüklerle iktidarı sarsabildiği, ayrıca, iktidarın da muhalefeti yok etmesini engellemek için kendi içinde bölündüğü ve erklerin birbirini denetlendiği bir sistemdir.

Bu temel tanımlarla gidersek, Türkiye siyasal rejimini şu şekilde sınıflandırmak mümkündür. Öncelikle, 2007-2010 arasında AKP yönetiminde Türkiye’nin seçimli/rekabetçi otoriter1 bir düzene geçişi tamamlanmıştır. Bu evrede Türkiye’deki siyasal tartışma laiklik-İslamcı muhafazakârlık ve sivil-askerî yöneticiler ekseninde olduğu halde, siyasal kurumsal düzenleme bakımından Türkiye hızla bir siyasal aktörün tümgücü elinde bulundurması anlamında otoriterleşmiştir. Bunun kurumsal nedeni çok açıktır, 12 Eylül 1982 anayasal çerçevesi içinde yürütme diğer erkelere göre çok güçlü ve kolayca denetlemez bir yapı olarak tasarlanmıştır, iktidarı denetleyen muhalefetin özgürlükleriyse modern bir demokraside olması gerektiği gibi güvence altına alınmamıştır; yürütmeye karşı tek denge unsuru anti-demokratiktir: askerin sivil siyasete müdahalesi. Bundan dolayı, AKP iki defa üst üste seçim kazanıp hem başbakanlığı hem cumhurbaşkanlığını kontrolüne aldıktan ve askeri de siyaset alanından çıkardıktan sonra, önünde ne demokratik ne de otoriter bir sınır kalmıştır, kalan tek kurumsal sınır olan yüksek yargı da 12 Eylül 2010 referandumu sonrası bu vasfını kaybetmiştir. Kısaca, AKP bir yandan sisteme otoriter etki eden askerin bu etkisini ortadan kaldırırken diğer yandan da kendi otoriter yönetiminin altyapısını oluşturmuştur.

AKP’nin elinde gücün yoğunlaşmasının önemli sebeplerinden biri de AKP’nin ideolojisidir. Millî iradeyi seçimle gelen yöneticilerin temsil ettiğine ve bu yöneticilerin kararlarının önündeki engellerin millî iradenin de önünde engel olduğuna dayanan bu ideolojiyi AKP sadece askere karşı değil, anayasal denetime, muhalif basına, örgütlere karşı da geniş bir şekilde kullanmıştır. Yasama ve yürütme dışında yargı içindeki gücü de gittikçe artan AKP millî irade düşmanı olarak tanımladığı muhalefetin de alanını daraltmıştır. Örneğin, anaakım medya hükümetin kontrolüne girmiş veya susturulmuştur. 2013’te ülkenin en büyük merkezinde tarihinin en büyük ayaklanmalarından biri gerçekleşirken anaakım medyanın bunu uzun süre saklamasının sebebi tam da bu 2007-2010 arasında gerçekleşen otoriterleşmedir.

Seçimli otoriterlik tesis edildikten sonraki 2010-13 arası dönem boyunca ise, Türkiye esasen otoriterleşmeyi değil, sınırlandırılamayan bir yönetimin sağ, muhafazakâr ve popülist ideolojisi doğrultusunda ürettiği politikaları tartışmıştır 4+4+4 eğitim yasası, içki kısıtlamaları, neoliberal kent politikaları gibi. Gezi ayaklanması bu sağ ve muhafazakârlaştırmacı sosyal politikalara karşı çıkan, ancak tümgüçlü iktidara karşı modern demokrasi içi muhalefet kanallarına sahip olmayan kitlenin başkaldırısı olarak okunabilir. Buna yanıt olarak AKP’nin Gezi’ye verdiği tepkiyse, siyasal krizi farklı bir boyuta taşımıştır. Sorunun otoriterlikten de, otoriter yönetimin sosyal politikaları boyutundan da çıkıp bir yönetim sorununa (ülkeyi genel çıkar için yönetmeme) dönüşmesine sebep olmuştur. Hükümet Gezi’ye yanıt olarak, kendi desteğini sağlamlaştırmak adına karşısındaki kitleyi popülist ideolojisi doğrultusunda millî irade karşıtı (sandık sonucunu tanımak istemeyen) olarak sunmak istemiştir. Daha somut bir ifadeyle, hükümet ayaklananları muhafazakâr kesimlerin son on yılda elde ettiği kazanımları yok etmek isteyen elitler olarak kurmaya çalışmıştır. Böylece, bir yurttaşlar topluluğu olarak düşünebilecek “ülkeyi” yönetmek yerine, karşıtlıklar kurarak bir kesimi (tabanını) yönetmek tercihini yapmıştır.

Bunda başarılı olmuş gibi gözükse de, genel meşruiyeti sarsılan AKP yönetimi 17 Aralık 2013’te, bu sefer 12 yıllık koalisyon ortağı, yargıda ve poliste örgütlenmiş Gülen cemaati tarafından yürütüldüğü iddia edilen bir yolsuzluk skandalıyla sarsılmıştır. AKP dört bakanını istifaya zorlayan bu sarsıntıya da aynı şekilde, yani, millî irade düşmanlarına karşı (bu sefer Gülen cemaati) mücadele ekseninde yanıt vermiştir. Çok kısa sürede binlerce polis, savcı ve bürokrat görevden alınmış, yerlerine atamalar yapılmış, böylece hem yolsuzluk soruşturmasının önü kesilmeye çalışılmış, hem de devletin parti tarafından kontrolü sağlanmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak, AKP hem rejimden (otoriterlik) ve onun politikalarından (muhafazakârlık ve neoliberalizm) oluşan rahatsızlığa (Gezi), hem de keyfiyet, yolsuzluk ve hukuksuzluk sorununa (17 Aralık süreci) çözüm olarak millî iradenin tecelli ettiğini iddia ettiği sandığı işaret etmiştir. Bundan dolayı mahallî seçimler yerel yöneticileri belirlemek işlevinden çıkmış, hatta hükümet için güvenoyu olmanın bile ötesine geçerek AKP’nin kurduğu siyasal rejimin ve yolsuzluğun oylandığı bir arena haline dönüşmüştür.

Siyasal partilerin seçim stratejileri

AKP’nin seçim stratejisi önce Gezi’deki toplumsal muhalefete karşı, ardından da 17 Aralık’taki yolsuzluk operasyonunun karşı potansiyel seçmenini, onların değerlerine ve varoluşuna karşı olduğunu iddia ettiği bir ötekiye karşı konumlandırarak konsolide etme amacını taşımıştır. Erdoğan, bu strateji doğrultusunda, kendi siyasal kaderiyle, siyasal sisteme entegre ettiği muhafazakâr mütedeyyin kitlelerin kaderinin aynı olduğuna vurgu yapmıştır. Bu şekilde, yolsuzluklar veya derin siyasal istikrarsızlık dolayısıyla kitlesinde oluşabilecek çözülmeleri engellemeye çalışmıştır.

CHP ise öncelikle Türkiye’de seçmenlerin çoğunluğunun muhafazakârlar ve sağcılardan oluştuğu varsayımıyla, oyunu maksimize edebilmek için ikili bir strateji izlemeye çalışmıştır. Birincisi, bazı büyükşehirlerde muhafazakâr ve sağ adaylara yönelerek; ikinci olarak da 20 yıldır birçok büyükşehiri yöneten ve özellikle yoksul mahallelerde klientalistik bağlar kurmuş olan AKP yönetimine karşı yumuşak bir muhalefet yürüterek bu seçmenlere bir yönetim değişikliğinde düzenlerinin bozulmayacağı hissiyatını vermeye çalışmak. Ancak, CHP’nin bu ikinci tercihli sürdürülememiş, CHP siyasal kutuplaşmada kurulu düzeni bozacak parti durumuna düşmüştür.

MHP’ye gelince; çözüm sürecine muhalefetine ek olarak, CHP gibi hem yolsuzluk hem de hukuksuzluk karşıtı politika izlemiş, ancak CHP’ye göre hem Gezi’de hem de 17 Aralık sürecinde kutuplaşmanın dışında kalmayı başarmıştır. Bu politikayı bilinçli bir şekilde benimsediği ve böylece AKP’den kopan sağ seçmenler için kendisini bir seçenek olarak sunmaya çalışması kuvvetle muhtemeldir. Ülkenin dördüncü büyük partisi BDP-HDP ise seçim öncesinde kendini konumlandırmakta zorlanmıştır. Gezi, 17 Aralık gibi derin krizlerde BDP-HDP’nin AKP’ye muhalefet ederken tereddütlü davranmasının çeşitli sebepleri olabilir: 1. AKP ile yürüttüğü barış süreci; 2. kendi seçmeninin temel kaygısının yolsuzluk, otoriterlik değil, sürekli bir sembolik ve fiziksel şiddete maruz kalmak olduğunu düşünmesi; 3. muhafazakâr Kürt seçmenlere açılma isteğiyle AKP’ye olumlu bakan seçmenleri kendisinden uzaklaştırmak istememesi.

Seçimin sonuçları

Ülke genelinde henüz kesinleşmemiş yaklaşık sonuçlar şöyle oluşmuştur: AKP yüzde 43,3, CHP yüzde 25,6, MHP yüzde 17,6, BDP-HDP yüzde 6,6.2 2011 genel seçimleriyle karşılaştırırsak, BDP-HDP oylarında sınırlı da olsa bir artış yaşamış (yüzde 1’in altında), CHP oran olarak yerinde saymış, AKP seçmen sayısında 2 milyon küsur ve oy oranında yüzde 6,5 üzerinde bir düşüş yaşamıştır, MHP’nin seçmen sayısındaysa 2 milyonun üzerinde, oy oranında da yüzde 4,6 bir artış olmuştur.

Yerel adayların seçim sonuçlarında fark yaratması ve meclis sonuçlarına da yansımasını göz önünde bulundursak bile bu seçimlerle ilgili bazı genel belirlemelerde bulunabilir. Örneğin, tek tek il meclis sonuçlarını incelediğimizde, belediye başkan adaylarının etkisinin ötesinde AKP’nin hemen hemen bütün illerde oy kaybettiği görülüyor (Diyarbakır ve Mardin gibi birkaç il hariç her ilde). MHP tam tersine, hemen her ilde oylarını yükseltmiştir. CHP ise az sayıda ilde oy arttırmış, çok daha fazla ilde oy kaybetmiştir. Oy oranını korumasının sebebi büyük ihtimalle aday etkisiyle İstanbul (yüzde 5,5), İzmir (yüzde 2) gibi büyükşehirlerde oylarını arttırabilmiş olmasıdır. MHP oy oranları bakımından seçimin net galibidir ve sanılanın aksine sadece AKP’den değil, birçok ilde CHP’den de oy almış olabilir. Ayrıca, Ankara sonucu hâlâ (3 Nisan) belli olmamakla beraber, AKP bu oy düşüşlerine rağmen, özellikle değişen yeni büyükşehir yasası, ikinci partiyle arasındaki makasın çok geniş olması ve görevdeki belediye başkanlarının sayısı (incumbency effect) sayesinde il belediyeleri bakımından büyük kayıplar yaşamamıştır.

Seçim sonuçlarıyla ilgili belki de en önemli soru, siyasal krizin ve yolsuzluk iddialarının ortasında bile AKP’nin oyunun neden bu kadar az düştüğü veya CHP’nin oyunun artmadığıdır. Bu soruya yanıt vermek için seçmen davranışını belirleyen uzun dönemli etkenlere bakmak gerekir: Türkiye’de muhafazakâr ve/veya sağ seçmenin sayısı bunun karşısındaki seçmene göre çok daha fazladır.3 Oy verme örüntülerine bakarsak, sağ partilerin oy oranı 1965 seçimlerinden beri hiçbir zaman yüzde 60’ın altına pek inmemiştir, 1995 seçimleri ve sonrasındaysa çoğunlukla yüzde 70 ve üzerindedir. Ayrıca, şu anda bu kesimin en önemli partisi olan AKP, etrafındaki bütün öndegelen siyasal eliti bünyesine katmış (Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu gibi) ve milliyetçi-muhafazakâr MHP dışında aynı tabana oynayan kuvvetli bir sağ parti kalmamıştır. Üstelik, AKP otoriter yolla da olsa, geniş mütedeyyin muhafazakâr kitleleri siyasete dahil etmiş, onlara tanınırlık ve saygınlık vermiştir; bu önemli bir ideolojik bağdır.4 Daha kısa dönemli seçmen davranışını etkileyen ekonomik faktörler bakımından da AKP açısından büyük bir sorun yoktur, ekonomik krizin ortasında girdiği 2009 seçimlerinden beri (ki AKP oyları yüzde 38’e kadar düşmüştür bu seçimde) Türkiye önce çok yüksek, 2012’den beri de düşük de olsa pozitif büyüme oranlarını yakalamıştır.5 Öyleyse, AKP eğer sadece siyasal kriz, kötü yönetim gibi nedenlerden yüzde 6,5 oy kaybettiyse, bu oran bu konumdaki bir parti için önemli bir kayıptır.

AKP’nin bu önemli düşüşünün “AKP’nin zaferi” algısını değiştirememesinin en önemli sebeplerinden biri Türkiye’nin hakim partili çok-partili sistemidir. Özellikle birinci ve ikinci parti arasıdaki oy makasının çok geniş olması (2007’de yüzde 26, 2011’de yüzde 24, bugün yüzde 17 gibi) AKP’deki ciddi oy düşüşlerinin bile merkezdeki aktörün değişebileceği umudunu muhalefete vermemektedir.

CHP’nin oylarını arttıramaması da benzer sebeplerin tersine işlemesiyle açıklanabilir. Ayrıca, sağdan aday göstermek o adayı gösterdiği başkanlık seçimlerinde partiyi rekabete soksa da ne genelde ve hatta ne de o ilin belediye meclis seçimlerinde partinin oyunu yukarı çekmiştir (İstanbul hariç). Örneğin, Mansur Yavaş Ankara’da yüzde 44 almışken, CHP’nin oyu yüzde 32’de kalmıştır (2011’den 1 puan fazla). MHP’ninse şu koşullarda AKP ile arasındaki oy geçişliliğinin avantajından yararlandığı gözükmektedir.

Seçim sonuçlarının siyasal anlamı

Tümgüçlülük önce, yönetici partinin kendi ideolojisi doğrultusunda dışlayıcı sosyal politikalara yol açmış, daha sonra kendi dışından (Gezi) ve içinden (17 Aralık) gelen başkaldırıyla keyfî bir yönetim biçimine savrulmasına neden olmuştur ve Türkiye neoliberal, muhafazakâr politikaları denetimsiz uygulayan bu yönetimin altında seçimlere girmiştir. Bu koşullarda seçimler demokrasinin bir aracı olmaktan çıkıp otoriter yönetimin ve keyfiyetin bir aracı haline gelmiştir. Oylardaki düşüş veya yükselişin sebebi, seçmenlerin oy verme motivasyonları ne olursa olsun, seçimlerin bütün bunlardan bağımsız, bir de siyaseten anlamı vardır. O da, seçmenler bunun için oy vermemiş bile olsa, keyfiyetin ve otoriter çerçevenin onaylanması olmuştur. Türkiye’de değişen, seçmen davranışı değil gücü elinde bulunduran siyasal elitin davranışıdır. AKP’nin, ideolojik bağı yoluyla, kitlesinin en azından bir kısmını kendi suretinde imal etme kabiliyeti önceki muhafazakâr yönetimlerden fazladır. Seçim sonuçları bu yönetim biçiminin bir süre daha devam edeceği anlamına gelmektedir. Yine de, alttan hareketlere ek olarak, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde tümgüçlü rejimin içinde çatlaklar, güçlüler arası çatışma ihtimali vardır, bu da bugünkünden daha dengeli bir sisteme geçiş için küçük bir adım olabilir.

1 Schendler, Andreas. 2006. The Logic of Electoral Authoritarianism. Schendler der. Electoral Authoritarainism içinde. Boulder, CO: Lynne Reiner, 1-23. Türkiye örneği için: Sözen, Yunus. 2008. Private View, “Turkey between Tutelary Democracy and Electoral Authoritarianism”, Sonbahar, sayı:13, s. 78-84.

2 http://www.hurriyet.com.tr/yerel-secim-2014/

3 Ali ve E. Kalaycıoğlu, 2009. The Rising Tide of Conservatism in Turkey. New York, Pelgrave.

4 Sözen, Yunus. 2011. Yeniyol, “AKP ve bir otoriterleşme ideolojisi olarak neo-muhafazakâr popülizm”, Ağustos, sayı: 43, 7-23

5 Bu konuda, Çarkoğlu, Ali. 2014. Turkey Goes to the Ballot Box. Brookings, s.1-8.