Osmanlı'dan cumhuriyete evrilen miras: Adalet fikri

Teaser Image Caption
1909 Adana katliamı sonrası Haçin (Saimbeyli) bölgesinde Ermeni yetimler. Kaynak: "1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler"

24 Aralık'ta Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi'nde açılan "I. Dünya Savaşı'nda İttifak Cephesinde Savaş ve Propaganda" sergisi vesilesiyle, aynı isimli kitaba da katkıda bulunan tarihçi Edhem Eldem'le I. Dünya Savaşı'nın, Çanakkale'nin ve Ermeni Soykırımı'nın 100. yılını konuştuk...

“I. Dünya Savaşı’nda İttifak Cephesinde Savaş ve Propaganda” sergisinde ve kitabında genellikle Almanya ve Avusturya-Macaristan menşeli propaganda malzemelerini, bibloları, kartpostalları, bardakları, madalyaları görüyoruz. Ama bu ittifak içindeki bazı devletlerin, mesela Balkan Savaşları’ndan yeni çıkmış Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan’ın yan yana gelme ihtimalleri çok az aslında, değil mi?

Edhem Eldem: Evet, zaten 1914’ten itibaren oluşan cepheleşmenin dinamikleri Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan gibi ikincil güçlerin kontrol ettikleri şekilde olmuyor. Osmanlı 1914’e kadar hâlâ Fransa ve İngiltere’yle ittifak içine girmeye çalışıyor, bunu elde edemiyor ve bir bakıma çaresizliğin neticesinde Almanya’yla birleşmek zorunda kalıyor. Büyük cepheleşmeye Avrupa’da karar veriliyor; marjlarda, çevre diyebileceğiniz yerlerde bağımlı bir cepheleşme söz konusu. Osmanlılarda her ne kadar Almanya’ya bir sempati ve askerî işbirliği varsa da, kendi arzularıyla bu ittifaka karar vermeleri çok geç bir tarihte oluyor ve çok ümitsizce bir karar bu.

Almanya’yla gelişen sınaî ilişki daha çok Abdülhamid dönemine özgü denebilir mi?

Tabii. Osmanlılar açısından Almanya’nın cazibesi yeni, farklı, henüz öbürleri kadar güçlenip palazlanmamış bir aktör olmasında; Osmanlılara daha iyi şerbet vermeyi becerebiliyor. 1878’den sonra İngiltere’yle büyük ölçüde ipler kopuyor. Almanya’nınki de karmaşık bir politikadır aslında. Bu ilişkilerin başlangıcı sayılan Kaiser Wilhelm’in 1889 İstanbul ziyareti, Wilhelm’in Bismarck’a rağmen karar verdiği bir perspektif. Alman siyaseti hiç de öyle “Abdülhamid’i kucaklayalım” yönünde değildi, burada şahsî bir faktör rol oynamaya başlıyor. Abdülhamid tabii ki buna sarılır, çünkü gittikçe izole bir durumda. Ermeni mezalimi yüzünden Kızıl Sultan ve bir müstebit olarak tanınıyor, köşeye itiliyor. Rusya tehdidi büyüyor. Kendini meşru kılacak, Avrupa’da ittifak oluşturabileceği bir destek istiyor.

O desteği de Almanya’dan alıyor, ama öbürlerinden almıyor mu?

‘90’larda Ermeni kırımları peş peşe geldiğinde bile Avrupa’nın davranışı hâlâ çok yumuşak. Bu Avrupa kamuoyunda problemler yaratıyor tabii, ama hükümetler idare etmeye daha yatkın. 1893-94 Doğu Anadolu, 1895-96 İstanbul Ermeni katliamlarında infial var liberaller ve sosyalistler arasında, dinî faktör de var elbette. Ama hükümetler “yapmayın etmeyin” türü mesajlar veriyor hâlâ. Çünkü her zamanki problem, Osmanlı İmparatorluğu çökerse, Hamid giderse ne olur? O boşluğun yaratabileceği krizin korkusu, sistemi bir şekilde devam ettirmeyi tercih ettiriyor.

Halbuki resmî tarih Batılı güçlerin her zaman Osmanlı’yı yıkıp bölüşmek istediğini söylemiştir...

Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürülmediğini iddia etmek yanlış olur, ama sömürebileceğiniz kadar bir düzen, bu düzeni sağlayacak kadar da bir istikrarın olması gerekiyor. Yok etmek peşinde değiller, ama 1914 itibariyle Osmanlı düzeninin artık ayakta duramayacağı varsayıldığı için gözden çıkarılıyor. Hamid dönemi boyunca Avrupa, Osmanlı’nın bir istikrar, ama bağımlı bir istikrar kapsamında tutulmasını istiyor. Bunun ekonomik olarak güzel bir ifadesi, Şevket Pamuk’un kullandığı tabirdir: Bağımlı büyüme. Özellikle 1881’de Muharrem Kararnamesi’yle borçların biraz düzene girmesiyle beraber belirli bir ekonomik istikrar, nispeten iyiye dönmeye başlayan bir konjonktür ve bir büyüme, zenginleşme söz konusu, ama bağımlı. Abdülhamid’i ayakta tutan şeylerden biri, Avrupa’ya çok taviz vermesi. Bazı kesimlerin resmî tarihi  Abdülhamid’i anti-emperyalist bir kahraman olarak gösterir, ama hayır. Başka türlü yapılabilir miydi, onu tartışmıyorum, ama peş peşe Kıbrıs’tı, Mısır’dı, Tunus’tu, bütün büyük toprak veya özerklik kayıpları Abdülhamid döneminde oluyor. Toprak kaybı yoktur demek tamamen saçma bir şey. Şu da çok tipik: Abdülhamid, 1896’da İstanbul’da Ermeni katliamının olması için gereken her şeyi yapıyor, kendi halkına karşı güç kullanıyor. Ama meselenin başındaki olayda, Osmanlı Bankası’nı basan yirmi kişilik Ermeni komitesinin hiç hapse tıkılmadan yurtdışına gitmelerini de sağlıyor. Osmanlı Bankası gibi uluslararası bir kurumun bekası söz konusu olduğu için buna yol veriyor. Gücünün yettiği, içişleri olarak gördüğü şeylerde son derece sert, ama Avrupa devletlerinin düşüncesi söz konusu olunca gayet liberal olabiliyor. Bu sayede bir şekilde denge tutturuyor, aslında Avrupa devletlerinin istediğini veriyor. Avrupa kamuoyunun istediğini vermiyor, o ayrı.

Abdülhamid’e Kızıl Sultan denmesinin asıl sebebi, istibdat rejiminin ötesinde, Ermeni kıyımları mı?

Evet, özellikle bu yüzden kan döken bir hükümdar olarak biliniyor. Bütün mesele, vilâyat-ı sitte denen altı vilayette (Erzurum, Van, Mamüretü’l Aziz, Diyarbekir, Sivas, Bitlis), Ermeni nüfusunun ya çoğunlukta ya kuvvetli olduğu yerlerde özerklik veya farklı bir idare istenmesi. Osmanlı sisteminde farklı idare diyebileceğiniz eyalet-i mümtaze var, Cebel-i Lübnan’da 1860’tan itibaren Hıristiyan vali atanıyor, Makedonya’da denemeler var. 1876’daki Tersane Konferansı’nın en büyük arzularından biri, Balkanlar’daki Osmanlı topraklarında krizi azaltmak için oradaki nüfusun duyarlılıklarına cevap verebilecek türden yabancı görevli veya temsilcilerin yahut Hıristiyanlıklarıyla veya etnik kimlikleriyle uyumlu olan Osmanlı bürokratlarının göreve getirilmesidir. Orada meseleyi tetikleyen şeylerden biri, Ermeni değil, bu defa Bulgar mezalimidir, yani 1876 yazında Bulgaristan’da yaşanan katliamlardır.

Başka yerlerde olabiliyorsa, vilâyat-ı sittede neden özerk bir yönetim olamıyor?

Cebel-i Lübnan gibi küçük bir cep diyebileceğiniz bir yerde böyle bir şey olması o kadar rahatsız etmiyor, öbür tarafta farkında ki Balkanlar zaten gidiyor elden.  Anadolu, çok ciddi bir tehdit olarak algılanıyor.

Bu psikoloji genellikle Balkan Savaşları sonrası İttihatçılara atfedilir...

İttihatçılarla Abdülhamid arasında çok büyük benzerlikler ve devamlılıklar var. Her ne kadar İttihatçılar kısa bir liberal dönemden geçiyorlarsa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtuluşu için bu unsurların demokratik veya parlamenter bir rejim içinde kaynaşmalarına bel bağlıyorlarsa da, bu uzun sürmüyor. Kuvvetle muhtemeldi mânâsında söylemiyorum ama, 1908’de alternatif bir düzen mümkündü. 1908’de insanların heyecanı ne kadar yüzeysel deseniz de, eninde sonunda samimi. Zaten durum, bir tarafta memleketi tutmaya çalışan Müslümanlar, diğer yanda memleketi yok etmeye veya bölmeye çalışan gayrimüslimler gibi siyah-beyaz bir tabloya çevrilemez. Geçmişe gayet teleolojik biçimde ulus-devletin mantığı içinden baktığımız için her şeyin buna doğru yoğrulduğunu düşünüyoruz, ama 1908’de, 1910’da bir imparatorluğu ayakta tutmak istiyorsanız ve imparatorluğun içinde, dinle veya etnisiteyle, kendinizi nasıl tanımlıyorsanız, temsil ettiğiniz kitleyi iktidara taşıyabilecek bir düzen düşünebiliyorsanız, o zaman imparatorluk ulus-devletten daha iyi. İmparatorluğun türlü avantajı var, daha büyük bir piyasa mesela. Ermenilerin veya Rumların bütün derdinin imparatorluktan kopmak olduğunu düşünmek safdillik olur. 1830’dan beri bir Yunanistan var, ama Osmanlı topraklarında oradaki nüfusun katları kadar Rum yaşıyor; bir ulus-devlete katılmaya çok meraklı olsalardı, çoktan gitmişlerdi. Ama Osmanlı toprakları onların kendi toprakları ve ekonomik, sosyal, kültürel bağları son derece önemli, niye gitsinler oraya? 

Bir de resmî tarihimizde çokça işlenen bir başka imparatorluğa dahil olma meselesi var. Fakat Ermeni toplumu Rus İmparatorluğu’na katılmaya da çok gönüllü değildi herhalde...

Bütün yelpazeyi düşünmek lâzım. Bu yelpaze içinde tek kurtuluşu kendi etnik veya dinî mantığı içinde oluşan bir ulus-devlet olarak gören, bunun bir alternatifi olarak “bu herifler yerine bana dinen veya kültürel olarak daha yakın olan öbür heriflerin hükümranlığına gireyim” diyen, bir de “bu düzen devam etsin, ama bana bir tanınma ve temsil edilme hakkı verilsin” diyen var, bir de hiçbir şey düşünmeyenler var. En büyük problemlerden biri bu: Unutuluyor ki Ermeni nüfusunun yüzde 90’ı Anadolu köylüsü. Devamlı yok entelektüeller, yok doktorlar, yazarlar, yok tüccarlar, bankerler... Onlar yüzde 1’ini, 2’sini oluşturuyor bu nüfusun.  Nüfusun yüzde 90’ı, üç aşağı beş yukarı, Anadolu’daki Müslüman köylüden pek de farklı olmayan insanlar. Kürtlerin daha konar-göçer, aşirete bağlı bir yapısı varken Ermenilerin daha yerleşik, daha kentsel veya kasabalı bir profilleri olduğu söylenebilir ama, sonuçta ne ekonomik olarak ne kültürel, sosyal, hatta siyasî olarak çok büyük bir fark var. Her şeyi elitin yarattığı veya yansıttığı ve aslında çok marjinal olan bir söylem üzerinden izah etmek işte tam da milliyetçiliğin yaptığı şeydir. Ekstremleri gösteriyorsunuz ve bütün bir nüfusu hain veya düşman ilan edebiliyorsunuz.

Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Sultan Mehmed Reşad, Şeyhülislam Hayri Efendi ve Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından karşılanma töreni. Kaynak: "I. Dünya Savaşı'nda İttifak Cephesinde Savaş ve Propaganda"
Abülhamid döneminde vilâyat-ı sittede Ermenilerin gündelik hayatlarını bozmaya başlayan, dolayısıyla bir tür özerk yönetim talep etmelerine yol açan şey ne? Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen muhacirlerin, konar-göçer Kürtlerin etkisi var mı?

Hepsi tabii. Osmanlı İmparatorluğu’nda 15. yüzyıldan beri katliam olur. Katliam, pre-modern toplumların tabiî bir unsuru. Ama bunların genel özelliği, mevziî olmaları, ani olmaları, kronik olmamaları. Ya bir sefer olduğu için, ya bir olay olduğu için, mesela bir çocuk ölü bulununca falan bir infial yaşanıyor ve katliam geliyor. 19. yüzyılda bu katliamlar yavaş yavaş modernleşiyor, çünkü politik ortam modernleşiyor. Sakız katliamı (1822) tam bıçak sırtındadır. Bu katliamın dinamiklerinde, devletin kararı ve kontrolünden çok, gayrinizamî unsurların, yani efelerin, zeybeklerin, başıbozukların yağma hırsı var. Dolayısıyla, geleneksel bir şey. Bulgaristan’da olanlar veya 1890’larda Ermeni nüfusuna yapılanlarda büyük ölçüde bu dinamikler var. Fakat gittikçe, ve galiba asıl değişim o, devletin müdahalesi, kontrolü ve istemi artıyor. Hamid döneminde artık katliam, toplum düzeninin problemli bir unsuru olmaktan çıkıp devletin kullanabileceği bir silaha dönüşmeye başlıyor. Hamidiye Alayları bu bakımdan ilginçtir. Bu alaylar, zaten varolan ve arada sırada şiddete açılan bir tansiyonu, konar-göçer Kürt / yerleşik Ermeni tansiyonunu bir şekilde kurumsallaştırıyor, devletin himayesine alıyor. Galiba bunun tek izahı, 1878’den sonra, yani Avrupa baskısıyla böyle bir itmeye karşı bir devlet terörünün oluşturulması. Varolan yerel dinamiklerin üstüne devletin, özellikle Abdülhamid’in bilinçli bir şekilde “bu onları bundan vazgeçirtir”, “bak bir daha yapıyorlar mı” türünden bir politika kurduğunu görüyorsunuz. Tabii Anadolu’yu da iyi bilmiyoruz; bir taraftan konsolos gibi görevlilerin belki yanlı ve abartılı olabilecek anlatımları, diğer yanda Osmanlı devletinin her şeyi inkâr eden tarihi var. Ama İstanbul gibi daha iyi kontrol edilen ve belgelenen bir yer de var. 1896’yı, Osmanlı Bankası baskını ve ardından iki günlük olayları çalıştığım için iyi biliyorum. Bazı kaynakların ve Avrupa gazetelerinin yazdığı gibi belki yedi-sekiz bin insan ölmedi ama, sırf Osmanlı kaynaklarından bakarak en az bin kişinin sokaklarda sopalarla öldürüldüğünü söyleyebiliriz. Sarayın oluru olmadan bu mümkün değil. Soykırımda, katliamda her zaman “nerede bunun ispatı” denir. İnsanlar bekliyor ki, Abdülhamid salak gibi bir ferman yazacak da “elinize geçirdiğiniz bütün Ermenileri katledin” diyecek. Biraz aklıselimle çalışmak lâzım. Abdülhamid’i 15 farklı şekilde değerlendiremezsiniz. Bir taraftan kuvvetli ve istikrarlı bir padişah, diğer taraftan kendi başkentinde asayişi koruyamayan bir sultan diyemezsiniz. Ya biri ya ötekidir. Ve biliyoruz ki, en azından merkezde, hafiyelerle, hassa ordusuyla, jandarmayla, zaptiyeyle bir düzen oluşturuyor. Yıldız’ın etrafında, sefaretlerin çevresinde yüzlerce, binlerce Ermeninin sokakta hayvan gibi öldürüldüğüne şahit oluyorsanız, bunda bir sorumluluk ararsınız. Bu olaylar birden başlıyor, birden bitiyor. Karakolların sopa dağıtmak için kullanıldığına dair kuvvetli emareler var. Tam mânâsıyla bir devlet terörü.

Peki İttihatçıların Ermeni örgütleriyle ilişkisi nasıl? Taşnak ve Hınçak partileri aynı zamanda halkçı, sol bir damarı da temsil ediyorlar gibi...

Hınçaklar ve Taşnaklar ne kadar sol olsalar da, programları ve davranışları gene bir milliyetçilik damarı taşıyor. Aynı şekilde, Jön Türkler ne kadar liberal olsalar da, milliyetçi bir damar var. Dolayısıyla, bir bakıma, bu ilişkinin bir çatışmaya dönüşmesi kaçınılmaz. Üstelik öyle bir ülkeden bahsediyorsunuz ki, en belirgin farklar din ve etnisite üzerinden kuruluyor. Marksist diyebileceğiniz bir retorik üzerinden insanları harekete geçirebilmeniz hemen hemen imkânsız. Bu retoriği en tepede görebilirsiniz, ama halkı harekete geçirmek istiyorsanız, dinî veya millî şuuru kullanmanız lâzım. Hâlâ öyle Türkiye’de. Liberalizm derseniz, onun da şartları var: Kurulacak düzende grupların doğru dürüst temsil edilmesi gerekir, ki o da pek olmuyor. 1876’da da, 1908’de de olmadı, problem orada. Müslümanlara gayrımüslimlerin onların eşiti olduğunu anlatmak hiç kolay değil. 1856’daki “bundan sonra gâvura gâvur demeyeceksin” lafı hep anlatılır. Bugün Türkiye’de bir Ermeni veya Yahudi, Rum, Müslüman olmayan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının diğerlerinin eşiti olduğunu sadece kâğıtta yazabiliyorsunuz, çoğu insan “yabancı” diyor, hâlâ o kafadayız. Bundan 100-150 sene evvel başka türlü olduğunu düşünmek mümkün bile değil.

Galatasaray'da halk gösterisi, İstanbul, 1908. Kaynak: "1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler"
Ama o zaman gayrımüslim nüfus da çok yüksek...

Farketmez. Ekaliyet, yani azınlık yine ulus-devletin yarattığı bir kavram, Osmanlılar millet diyor, ama nasıl diyor? Millet-i sadıka. Osmanlı sisteminde çoğulluk var, ama çoğulculuk yok. Bunun ön şartı eşitsizliktir; birinin hâkim, diğerlerinin tercihan sadık olmalarıdır. Bunu yöneten şey eşitlik değil, adalettir. Eşitlik Türkiye’de hâlâ anlaşılmış bir kavram değildir, Avrupa’yı anlamamamızın sebeplerinden biri de bu. Bizde varsa yoksa “adil düzen”, “adalet” vardır, politik partilerin isimlerine kadar. Eşitliksiz bir düzende de adil olabilirsiniz. Kölenize de adil davranabilirsiniz ve Osmanlı köleliğinin adilâne bir düzen olduğunu pekâlâ savunabilirsiniz, mesela Amerika’nın güneyiyle mukayese ederseniz. Ya da bir gayrimüslim olarak siz adilâne bir şekilde bu topraklarda yaşamaya, dininizin gereklerini ifa etmeye hak kazanırsınız, çünkü zimmetlisiniz, zimmîsiniz ve bu durum Avrupa’nın kendi dininden olmayanı kovduğu, öldürdüğü bir dönemle mukayese edildiğinde çok daha liberal bir düzendir. Ama bunun bir ön şartı var, eşitlik olmayacak. Oysa bütün modernite eşitlik üzerine kurulu, Avrupa siyasası özellikle Fransa devriminden itibaren haklar, görevler ve eşitlik üzerine şekillenmiş. Tanzimat’la bu retorik geliyor, 1856 Islahat Fermanı’nın dayatması bu: Gayrimüslimleri bundan böyle ikinci sınıf tebaa olarak değil, eşitiniz olarak alacaksınız, dolayısıyla askerlik yapabilecekler ve haraç ödemeyecekler. Tabii kıyamet kopuyor. Daha doğrusu kâğıt üzerinde “hı hı” deniyor, ama içten içe bunu hiç kimse tam kabul etmiyor.

Avrupa basınında II. Abdülhamid karikatürleri.

Avrupa basınında II. Abdülhamid karikatürleri.
Özellikle yerel düzeydeki idarî yetkililer, değil mi?

Evet, hatta en tepedekiler. Ahmet Vefik Paşa ilginç bir örnek. 1877’de ilk açıldığında parlamento başkanı. Bir tartışma yaşanıyor, başka lisanlar, mesela Yunanca da resmî olarak kabul edilsin deniyor, kürsüden “sen sus!” diye bağırıyor. O hakkı kendinde görüyor, karşısındaki onun gözünde çizgiyi aşmış durumda. Türkiye’de aslında hâlâ olan şey bu: Eğer siz devletin tanımladığı Türk vatandaşı profiline uymuyorsanız, bu durumu tevekkül ve sadakatle kabul ediyorsanız, başınıza bir şey gelmez. Ama bunun bir fiyatı var, siyasete, devlete, yönetime iştirak edemezsiniz. Bu tanım değişebiliyor, ama temel bir nüvesi var, o da Türk olmak, Türkçe konuşmak ve Sünnî Müslüman olmak. Kemalizm zamanında buna bir de seküler olmak eklenebilir, ama Müslüman olmamak değil yine. Abdülhamid zamanında Sünnî İslâm çok kuvvetli bir şekilde dayatılıyor, ama tabii bir yere kadar. Cumhuriyetin imkânları daha fazla, hâkim olduğu nüfus daha az, dolayısıyla daha fazla dayatabiliyor, üstelik bunu seküler, laik kisvesi altında yapabiliyor ve iyice kamufle edebiliyor, dışarıya “ben aslında laikim” diyebiliyor. Nasıl bir laiklikse, belirli yerler, üniversiteler gibi “önemsiz” yerler dışında, bir gayrimüslimin devlet kurumu içinde görev alması, yükselmesi mümkün değil. Dünden bugüne pek değişen bir şey yok, sadece teknolojiyle, ideolojiyle gittikçe belirgin bir hale geliyor bu. Bir de tabii bunu kamufle etmenin araçları geliştiriliyor.

Fakat her şeye rağmen, 1908’in popüler sloganı “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik”...

İlginçtir, en çok kullanılan slogan bu. Fransızların “Liberté, égalité, fraternité”sini “Hürriyet, müsavat, uhuvvet” yapıyorlar, ama çoğu zaman bir dördüncüyü ekliyorlar: Adalet. Bunu hukukî değil, siyasî bir terim olarak düşünmek lâzım. Adalet Partisi veya Adalet ve Kalkınma Partisi dendiğinde, mahkemeler iyi işlesin kastedilmiyor, insanların lâyık oldukları konuma uygun bir şekilde muamele görmeleri kastediliyor. Adaletin en pozitif tarafı, zulmün aksi olması. Türkiye’de muhalefet genellikle mazlumiyet üzerinden kurulur, dolayısıyla yine oradan yakalamaya çalışıyorsunuz, “bana adil davranmadın” diyorsunuz. AKP’nin iktidara gelmesi bu mazlumiyet söylemi ve tam da Kemalist şablonun dışında kalan, o seküler profile uymayan kişilerin kenara itilmesi üzerinden gerçekleşti. Müslümanlar bu memleketin efendisi olarak kendilerini gördükleri için, örgütlenip bu sistemi tekrar tanımlamaları mümkün. Fakat gayrimüslimlerin bunu yapmaları mümkün değil, çünkü zerre kadar kaldılar.

Peki 1908’deki eşitlik fikri nasıl terkedildi? Abdülhamid rejimine karşı mücadelede İttihatçıların Ermeni örgütlenmeleriyle bir yoldaşlık hukuklarının olması gerekir ve herhalde Abdülhamid’e neden Kızıl Sultan dendiğini biliyorlardı...

Olayları geriye doğru inşa edip niyetleri okumak zor. Aslında Jön Türkler 1908’den beri 1915’i planlıyorlardı da zamanını bekliyorlardı demek bana yanlış geliyor. Ama diğer taraftan, 1908’de liberal bir rüzgârla istibdada karşı birleşmiş olan insanların kader ortaklarına karşı böyle 180 derecelik bir dönüş yapabilmeleri de çok zor anlaşılıyor. Zaten soykırımı anlamak o kadar zor bir şey ki. Bir insanın ciddi olarak bir başka insanın, iki insanın, bir milyon insanın yok edilmesini makul ve gerekli bir şey olarak görmesi zaten tahayyül edilmesi çok zor bir şey. Bu adamlar bunu yaptı ve bir noktada bunu rasyonalize ettiler, ama daha önce bu inançta değillerdi. Bu bir muamma. İdealizm iyi bir şey diye düşünülür, ama aslında radikal bir şeydir. Aydınlanma soykırımcı değildir, ama bir fikri uç noktaya götürebilir. Bir şeyi yavaş yavaş kabul etmeye başladığınız ve bunun mantığını ucuna kadar götürdüğünüz takdirde, korkunç bir yere varabiliyorsunuz. Nazileri biliyoruz, çünkü dokümantasyon daha fazla. Buradaki problem, bunun yetersiz olması. Ne Enver’in doğru dürüst bir hatıratı var ne Talât’ın ne de, ne bileyim, Dr. Nâzım’ın... Cemal ne kadar kötüdür, ne kadar iyidir, hâlâ bunu bile bilmiyoruz. Tarihçilere çok iş düşüyor. Tabii tartışmalar hâlâ “oldu mu, olmadı mı” noktasındayken, bu detaylara da gelemiyoruz.

II. Meşrutiyet'in ardından Manastır'da yapılan kutlamalardan; kurdelelerde "İttihat, Uhuvvet, Hürriyet, Müsavat, Adalet" yazıyor. Kaynak: "Manastır'da İlân-ı Hürriyet 1908-1909"
Soykırıma çerçeve teşkil eden I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’nın katılmaması mümkün müydü? Osmanlı tarafsız kalmayı seçemez miydi?

Bu tür spekülatif şeylere fazla girmek istemiyorum, çünkü nereye dokunsanız bir mantıksızlık çıkıyor. Ama 1914’ün pek kaçınılamayacak, 1890’lardan beri hazırlanan büyük bir şey olduğunu görmek lâzım. Avrupa birbirini yeseydi de Osmanlı kenarda dursaydı diye hayal kurmak olmuyor. Ayrıca, bu da bir çözüm değil galiba. 1939-45’te dışında kaldık da ne oldu? Şu anda yaşadığımız problemlerin büyük kısmı bundan kaynaklanıyor.

Hangileri mesela?

Avrupa’yı anlamamamız. Avrupa Birliği’nin şu anda krizde olması ayrı bir şey, ama bu birliğin nasıl kurulduğunu, Avrupa’da kişi hakları, ırkçılık, özgürlük konularında hassasiyetin nereden kaynaklandığını biz anlamıyoruz. Çünkü o yıkımı görmedik. Türkiye, I. Dünya Harbi’nden sonra bile, yumuşak geçirdi demeyelim ama, Almanya gibi şiddetli bir tepki görmedi ‘20’lerde. Bugün Türkiye hâlâ, kaybettiği bir savaşın bir tane muharebesi üzerinden, Çanakkale üzerinden bir kahramanlık destanı yazabiliyor. Bunu yapabilmek için bayağı kreatif olmak lâzım, ama sadece bu yetmez, harbi kaybettikten sonra Türkiye’ye gene de çok çabuk icazet ve temiz kâğıdı verildi. Bu Ermeni soykırımı için de, harbin kendisi için de geçerli.

Halbuki İstanbul’da uluslararası bir mahkeme kuruldu...

Ama hemen bitti. Mahkemenin Malta’ya sürgün ettikleri de hemen geldi. Şimdi Türkiye, hiçbir rahatsızlık duymadan, 1914-18’i kendi tarihinin bir parçası olarak, üstelik mazlumları oynayarak anabiliyor. Çok garip bir şey, nasıl oluyor, bunu bir düşünmek lâzım. Hem ‘20’ler, hem 1939-45’e girmemek, hem ‘50’lerden sonra Soğuk Savaş sayesinde “sen aslansın” muamelesi görmüş olması ve aslında bir türlü terbiye görmeyen bir çocuk durumunda olması... Her ne kadar cumhuriyet Osmanlı İmparatorluğu’yla köprüleri attı deniyorduysa da, aslında öyle değil. Bir kere Gelibolu’dan falan gelen bir Mustafa Kemal mitosu var, Osmanlı Devleti’ni gene de bir Türk devleti olarak görmek var, bugün icat edilmeye çalışılan gibi değil ama, bir devamlılık var. Tam bir reddiye yok, ama kendi devrimini, değişimini köpürtmek gibi bir maksat var. Tabii ‘50’lerden itibaren, 1453-1953 üzerinden Osmanlı anlayışı geri gelmeye başlıyor, şimdi de bu durumdayız. 1915 o bakımdan çok yararlı, herkesi çok memnun ediyor. Hem Kemalistler hem mukaddesatçılar burada bir şey görebiliyorlar. Esas olan, karşıdakilere dayak atmış olmamız.

Soykırım kararında Alman subayların etkisi olmuş olabilir mi?

Almanların Afrika’daki kolonyal soykırımına bakıp bunu öğrendiler demek zor. Osmanlılar, kendi küçük çaplarında, Sakız’dan 1860’ta Suriye’ye, 1876’da Bulgaristan’dan 1890’larda Anadolu’da ve İstanbul’da Ermenilere karşı yaptıklarıyla bence yeteri kadar birikim oluşturmuşlar. Pre-modern bir katliamdan daha soykırımvari, etnik temizliğe doğru gidiş var, bunu düzenleyecek bir birikim de Osmanlılarda var. Osmanlı Devleti, istemediğini yok etmeyi ve bunu gittikçe daha şiddetli ve nihaî şekilde yapmayı beceren bir devlet. Bir ilhama ya da derse ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum.

I. Dünya Savaşı sırasında üretilen propaganda kartpostalları ve porselenleri. Kaynak: "I. Dünya Savaşı'nda İttifak Cephesinde Savaş ve Propaganda"
Biraz da sergiye ve kitaba dönelim: Ermeni soykırımı, İttifak Cephesi’nin propagandasına maruz kalan halklarda, Almanlarda, Avusturyalılarda nasıl bir yankı buluyor?

Harp zamanında bilgi akışı tabii ki çok sınırlanıyor. Müttefiklerinizin yediği haltları pek ortada konuşmazsınız, ama ona rağmen bir sürü Alman rahipte, hatta Alman ordusuna mensup insanlarda bir infial olduğunu biliyoruz. Ama öbür tarafta, düşman tarafından yapılmış olduğu için, kamuoyuna yansıdığı aşikâr. Herkes kendine göre yontuyor bu durumu. Zaten propaganda dediğiniz anda gerçeklerden konuşmuyorsunuz, bu bir allama pullama ve gaza getirme aracı. Dolayısıyla, bu sergi size harbi anlatmıyor, harbin başlangıcını veya ümitlerini anlatıyor, üstelik tek taraflı olarak. Ortalama bir Türk ziyaretçi bu sergiyi gezdiğinde, Türk millî tarih anlatımının bir tekrarını görüyor ve bunun kaybedilmiş bir harp olduğunu bile galiba farketmiyor. Etik problemler de var, çocuk resmi kullanarak harp teşviki yapmak gibi. Çok popüler karikatürler bunlar o dönem. Bugün medenî dünyada kabul edilebilecek bir şey değil bunlar, ama Türkiye’de için için devam ediyor, çocuklar militarist bir anlayışla yetiştirilebiliyor, sünnet kıyafetleri bile bu geleneğin devamına işaret ediyor. Buradaki görseller her ne kadar başka bir çağa ait gibi görünüyorsa da, Türkiye’de ideoloji ve tarih biraz geçmişte donmuş olduğu için hâlâ birinci dereceden gözlemlenebiliyor. Ortalama bir Avrupalı bugün bu sergiyi gezse bu çocuklu kartpostalları gördüğünde “ne kadar korkunç bir şey” diyebilecekken, ortalama bir Türk izleyici bir ihtimal bunu görüp “ay ne şirin” diyebilir.