Başkasının acısını anlamak, anlatmak / Osman Köker

Ermenilere ya da daha genel olarak Türkiye’deki azınlık topluluklara ilgin nereden, nasıl başladı? Bildiğim kadarıyla, dinî ve etnik olarak azınlık değilsin.

Osman Köker:  Türk-Müslüman-Sünni kökenliyim. Bu alanlara ilgim genel olarak tarihe, özel olarak İstanbul’un tarihine ilgiyle başladı. İstanbul’un tarihine biraz daha ayrıntılı bakmaya çalıştığımda gördüm ki, her taşın altından Türklerden çok “azınlıklar” diye bahsedilen insanlar çıkıyor; mimarî yapılarda, ticarî zenginlikte, kültür hayatında... Bu ilgiyle bir okuma sürecine girdim.

Ne zamandı?

‘90’ların başı diyebilirim. O dönem yine Hıristiyanlara, Yahudilere karşı her bahaneyle karşı kampanyaların yürütüldüğü, “şu şu şirketler Yahudi şirketidir, alışveriş etmeyin” türünden sağa sola faksların çekildiği bir dönemdi. Buradan da azınlık haklarını takip etme ve hak ihlallerini duyurma gibi bir vazife edindim kendime. Gazeteciydim, çeşitli yayınlarda yazılar yazıyordum. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nde Azınlık Hakları İzleme Komisyonu oluşturulmuştu, doğrudan dernek üyesi olmamama karşın onun içinde yer aldım. Orası sadece bir mücadele platformu olmakla kalmadı, bir öğrenme ortamı da oldu. 1993’ten bahsediyorum. Hem tarihsel hem de güncel çerçevede azınlık hakları ve hak ihlalleri konusunda pek bir şeyin bilinmediği bir dönemdi. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin ya da diğer grupların mensuplarının kendilerini henüz pek ifade etmeye başlamadıkları ya da duyulacak bir sesle ifade edemedikleri bir dönemdi. Hak ihlallerini duyuran raporlar yayınlamakla, açıklamalar yapmakla kalmıyor, alanımızdaki bilgilere ulaşmak için iğneyle kuyu kazıyor, gerçekleri tırnağımızla kazıyarak açığa çıkarmaya çalışıyorduk. 6-7 Eylül 1955 saldırısının 40. yıldönümünden itibaren komisyon olarak o konuda çalışanları bir araya getirmeye çalıştık, hatta 6-7 Eylül konusunda ilk sergiyi açtık. Araştırma, metin yazma, fotoğraf bulma, “küratörlük” dersem fazla profesyonel bir ifade olur, “fiilen sergiyi imal etme” işini büyük ölçüde ben üstlenmiştim. Tarih ve Toplum dergisindeki bir araştırma ve iki-üç anı kitabındaki değinmenin ötesinde hiç kaynak yoktu. Dönemin gazetelerini, meclis tutanaklarını, Yassıada yargılamalarının tutanaklarını taradım.

‘94’ten itibaren, kesintilerle, Tarih Vakfı’nın yayın bölümünde yer aldım. Üç ayda bir yayınlanan İstanbul dergisinin yayın yönetmeni yardımcılığını yaptım, daha sonra da vakfın Toplumsal Tarih adlı aylık dergisinin yayın yönetmeni oldum. Türk-Müslüman olmayan gruplarla ilgili konuların bu dergilere daha çok girmesini sağlamaya çalıştığımda, bu alanın pek araştırılmamış olduğunu, yazacak pek akademisyen, araştırmacı bulunmadığını bir kez daha gördüm. Üniversiteler ve gazeteciler bu alana ilgisizdi, Belge Yayınları birkaç kitap yayınlamıştı, Aras Yayıncılık yeni kurulmuştu, Agos daha yayınlanmaya başlamamıştı –Agos’un da kuruluşunda gazeteci olarak üç ay kadar yer alacaktım zaten. Deyim yerindeyse, iş başa düşüyordu, dergide bu konuları işlemeye çalıştığımda araştırmak ve yazmak üzerime kalıyordu. Yazdıkça ya da bu alanda yazılanların editörlüğünü yaptıkça, ister istemez bir uzmanlaşma oluştu.

Ama benim esas birikimim ve bu alanda adımın duyulması “100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler” kitabıyla oldu. 20. yüzyıl başında Türkiye’de nasıl bir Ermeni topluluğu vardı; hangi şehir, kasaba, köyde ne kadar nüfusu vardı; nerede kilise, manastır, okulları vardı; hangi gazeteleri, dergileri çıkarıyorlardı; yaşadıkları yerlerin ekonomik, kültürel hayatında nasıl bir yere sahiplerdi, bütün bunları anlatan bir kitap hazırladım. Kitaba 15-20 fotoğraf koyayım diye yola çıkıp çok önemli bir koleksiyon hakkında bilgi aldım: Orlando Carlo Calumeno adlı bir koleksiyoncuda Osmanlı kentlerinin 20. yüzyıl başındaki halini resmeden binlerce kartpostal vardı ve koleksiyoncu bunların Ermenilerle alakalı olanlarını kullanmama izin verince benim kitap bir “albüm kitap”a dönüştü. Bu kitabı nasıl tanıtırım ve bu bilgileri, resimleri konuyla yakından ilgilenenler dışındaki insanlara nasıl ulaştırırım diye düşünürken sergi fikri gelişti. Heinrich Böll Vakfı’nın sergiye destek vermesi ise grafik tasarımından tanıtımına, her anlamda profesyonel bir serginin ortaya çıkmasını sağladı. “Sireli Yeğpayrıs (Sevgili Kardeşim): Orlando Carlo Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler” sergisi böylece 2005 yılının başında açıldı. Çok büyük etki yarattı, bazı gazetelerde tam sayfa, bol fotoğraflı yazılar çıktı, televizyonlar söyleşi yaptı. İstanbul’da açık kaldığı on bir gün boyunca on bine yakın kişi gezdi sergiyi ve hemen arkasından yurtdışından teklifler geldi.
Kitabı yayınlayabilmek için bir yayınevi kurmak zorunda kaldım. Başlangıçta, sadece bu kitabı yayınlamayı ve kitap tükendiğinde kapatmayı düşünüyordum, ama yola çıkmışken devam etmeye karar verdim. Böylece, Türkiye’nin geçmişindeki kültürel çeşitlilik ve bunun yok oluş sürecine dair kitaplar yayınlayan, etkinlikler düzenleyen bir kurum haline gelen Birzamanlar Yayıncılık ortaya çıkmış oldu.

“Sireli Yeğpayrıs” sergisi 2005’te konuyu topluma açma açısından bir öncülük yapmıştı...

Soykırımdı, değildi, kim kimi öldürmüştü noktasından değil de, geçmişte nasıl bir Ermeni toplumu vardı ve bunun yok olmuş olması nasıl bir kayıptı, bu noktadan giriyordum tartışmaya. Bu da bir empati yaratıyordu.

Serginin ve kitabın hazırlanmasında Ermenilerle birlikte çalıştın mı, nasıl bir katkı aldın?

Maddî bir katkı almadım. Ama çok sayıda Ermeni dostum vardı ve onların önerileri oldu, serginin ve kitabın tanıtımına katkıda bulundular. Benim çalışmamın bir özelliği, farklı kaynakları bir arada ve karşılaştırmalı olarak kullanmamdır. Bu alanda Türkiye’de ve yurtdışında yazanlar genellikle ya Türk kaynaklarını ya da Ermeni ve Batı kaynaklarını kullanırlar. Bu üçünü harmanlayan bir iş daha önce yapılmamıştı. Hem Türkçe-Osmanlıca kaynakları, hem de Batılıların yazdıklarını ve Ermenice kaynakları kullandım. Ermenice kaynaklara ulaşmakta Ermenice bilen dostlardan profesyonel ve gönüllü çeviri katkıları aldım. Ben de oldukça alt düzeyde de olsa Ermenice öğrenmek durumunda kaldım; kilise, manastır ve okullarla ilgili Ermenice listeleri sökecek, foto altlarını okuyacak, bu kitap ya da makale ne anlatıyor anlayacak kadar. “Haygagan Sovedagan Hanrakidaran” (Ermeni Sovyet Ansiklopedisi) adlı 1974-1987 arasında Erivan’da yayınlanmış on üç ciltlik bir ansiklopedi var, her cildi yaklaşık bin sayfa. Bunun tamamını taradım ve Türkiye’deki Ermeni yerleşim yerleri hakkındaki genellikle bir paragrafı geçmeyen, ama temel bilgileri içeren bin yüz maddeyi genç bir Ermeni arkadaşa çevirttirdim. Bir başka Ermeni dostum da 20. yüzyıl başında Ermenilerin yayınladığı gazete ve dergileri Ermenice birkaç kaynaktan yararlanarak toparladı.

Türkçe ve Ermenice kaynakların karşılaştırılması, mesela Ermeni kaynaklarında geçen köy adlarının Türkçelerinin ve yeni adlarının bulunması da hayli zorlu bir iştir. Emin olmadığım yerler için köy muhtarlarına telefon açtığım, gidip yerinde araştırdığım oldu. Mesela, Ermeni kaynakları Bursa’da bir Medz Nor Küğ’den bahseder, “büyük yeni köy” anlamındadır. Bunun Osmanlı kaynaklarında geçen, Pazarköy kazasına bağlı Cedid nahiye merkezi, günümüzdeyse Orhangazi ilçesinin Yeniköy’ü olduğunu bulmanın hiç kolay olmamakla birlikte çok da zevkli olduğunu hatırlıyorum. Bir ilde diyelim, eski adı aynı olan iki köy var, kaynaklarda geçen Ermeni köyü bunlardan hangisiydi, kitapta köyün yeni adını vermek için bunu bulmam lâzım. Son çare muhtarlara sormak. Onlarla ilişki de kolay olmuyor. Telefonda pat diye “sizin ora eskiden Ermeni köyü müydü?” diye soramıyorsun. “Muhacir köyü mü?” diyorsun, “Evet” derse, belli ki eski Ermeni veya Rum köyü. Onlar yollandıktan sonra, muhacirler, yani Müslüman göçmenler yerleştirilmiş. “Kilise var mıydı?” diye doğrudan soramıyorsun, “eski eser, cami, hamam falan, ne var sizin orada?” diye yokluyorsun, “bizimkiler geldiğinde cami yokmuş da bir kilise varmış, o da yıkıldı” diyor, doğru yolda olduğunu anlıyorsun.

Sergi ve kitaba olumsuz tepki almış mıydın?

Tek tük olmuştur, ama bahsetmeye değer bir olumsuz tepki gelmedi. Daha çok olumlu tepkiler hatırlıyorum. Sergi ikna edici bir görsellik ve nesnel dille yazılmış bir metin içeriyordu. Kimsenin dava açamayacağı ya da gördüğünde kızıp olay çıkaramayacağı çok basit gerçeklikler. Panolar da şehir şehir yerleştirilmişti. Bizde hemşericilik çok güçlüdür. Sergide İzmit panolarının önünde bir bakıyordun, İzmitli Türkler ve Ermeniler toplanmış. Biri “ben Rumları duymuştum da, İzmit’te Ermenilerin yaşadığını bilmiyordum” diyor. Diğeri “bizimkiler de vardı, babam Kozluk mahallesindenmiş” diye cevaplıyor. “Hangi yıl terk etmişler?” “Biz ‘50’lerde İstanbul’a gelmişiz de amcamlar ‘74’e kadar yaşadılar. Hâlâ da Müslümanlığa geçmiş akrabalarımız var” diye sohbet devam ediyor. Benim anlattığımın iki mislini hem de daha ikna edici bir dille, canlı şahitlikle ziyaretçiler birbirlerine aktarıyordu.

Olumsuz tepki gelmemesinde sergi ve kitabın dili kadar, erken açılmış olmasının da etkili olduğunu kabul etmeliyim. Karşı cephe o zaman pek örgütlü değildi. Nisan 2005’ten, yani 90. yıl nedeniyle yurtdışında soykırım anmalarının öne çıkmasından sonra, özellikle de yaz başında Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmaya çalışılan, ama sonbaharda Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Ermeni Konferansı” vesilesiyle saldırganlık başladı.

Olumlu tepkiler beni teşvik etti. Serginin yurtdışı versiyonunu hazırladım. Almanya, Fransa, İsviçre, İngiltere ve Ermenistan’da sekiz şehirde gösterildi, hâlâ da talep var. Serginin gidemediği birçok ülkede de aynı içerikli dia gösterisi benzeri sunumlar yaptım. Yurtdışında ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde yaptığım sunumların sayısı 30’u geçmiş olmalı. Yerel bazda da, o şehirlerin yüz yıl önceki durumu ve kültürel çeşitliliği üzerine sunumlar yaptım, sergiler açtım.

En son Antakya’yı yaptın...

Antakya da bu işlerden biri. Genel tarih anlatımı veya siyasî tarih anlatımı insanları o kadar etkilemiyor; etkilenen de genellikle hemen gardını alıyor, bir tarafın savunucusu gibi davranmaya başlıyor. Ama daha yerelden, daha onun bildiği bir dünyadan, onun da bilmediği kadar zengin bir bilgi ve görselle karşısına çıktığında, hemşerilik hissini de geliştirerek, başka bir pozisyondayken düşman belleyeceği insanlara daha sempatiyle bakmaya başlıyor. Onların acısını anlamaya başlıyor. Daha güzel bir dünyanın yitirilmiş olduğu duygusu hâkim oluyor, kendisinin de bir yönüyle kaybeden tarafta olduğunu fark ediyor.

Kartpostal ve diğer görsellerle, diyelim bir binanın eskiden Ermenilere ait olduğunu gösterdiğinde şimdiki sahiplerinden bir tepki gelmiyor mu?

Suçlayıcı ve doğrudan siyasî bir dil tutturduğunda olumsuz bir tepki gelir de, yumuşak bir dil tutturduğunda durum farklı oluyor. Sonuç olarak, o insanların yok edilip mallarına el konduğu gerçeğini farklı bir dille anlattığında insanlar üzülmeye başlıyor. Savunma geliştirmiyor, kendisi itirafa başlıyor, “bizimkiler de şunu yapmış aslında” gibi...

 “Ermeniler de bizi öldürdü” şeklindeki savunma refleksi çok yaygın. Yerelde buna bu kadar rastlanmıyor mu?

Tarihin temeli kronolojidir, yani hangi olayın hangi sırayla meydana geldiği. Bizde tarihin çarpıtılmasında temel yollardan biri kronolojide karışıklık yapmaktır. Sohbetlerde bunu yerli yerine koyduğunda sorun büyük ölçüde çözülüyor. “Tabii onlar da yapmıştır, elleri armut toplamıyor ya. Bizimkiler sürdüğünde dağa çıkan olmuştur, döndüğünde intikam almaya kalkan olmuştur” dediğinde tablo tamamen değişiyor. Bir de bir iş yaparken tartışmayı sonuna kadar götürmek zorunda değilsin, karşıdakinde belli hisler uyansın, o da yeter. Bir söz vardır, “Lafın tamamı, ancak aptallara anlatılır” diye. Ben hiçbir işimde lafın tamamını anlatmıyorum. Birçok şey anlatıyorum, herkes kendi kapasitesine göre etkileneceği oranda etkileniyor, genellikle de lafın tamamını anlıyor.

Başka şehirleri de çalışıyorsun, nasıl bir yere varmak istiyorsun? Ne hayal ediyorsun? 

İstanbul önemli bir merkez, Türkiye’nin neredeyse tamamını içine alan bir yer. Her yerden gelmiş insan var, kendini İstanbullu olarak gören çok az. İstanbul’da doğmuş olanlar içinde dahi “İstanbulluyum” diyenlerin oranı çok azdır. Herkes ailesinin bir önce yaşadığı yere referansta bulunur. Herkesin kendi “memleket”iyle bir teması, var ve “memleketteki”nin de İstanbul’da olan bitene yönelik ilgisi var. Kafamda bir müze fikri gelişti bir süredir. Adı “müze” olmayabilir, Türkiye’de müze açmak akıl kârı değil, korkunç bir bürokrasisi var. Müze işlevinde bir yer: Büyük bir mekân, bir kısmında, Türkiye’de kültürel çeşitlilik yok olmadan önce, diyelim ki Birinci Dünya Savaşı öncesinde farklı şehirlerin sosyal hayatı görsellerle, objelerle, metinlerle anlatılıyor. Adana nasıldı, Bursa nasıldı, Trabzon nasıldı, Mardin nasıldı? Ekonomik ve sosyal hayat, şehrin maddî durumu, nüfus durumu, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler... Bu daimî serginin yanı sıra, mekânı canlı tutabilmek, bir ziyaretçinin tekrar gelmesini sağlamak için, geçici sergiler, konferanslar, film gösterimleri... Türkiye’nin yüz yıl önceki halini şehir şehir anlatacak bir bilgi birikimi oluşturdum; görsel zenginliği ya da objeleri buraya taşıyacak koleksiyoncu ilişkilerim de mevcut; yayınevi olarak bizim böyle bir mekânı kendine yeterli, yaşayabilir bir işletme olarak döndürebileceğimize inanıyorum. Problem bir mekân bulmakta.

İstanbul’da mekân bulmak zor mu?

Çok büyük bir mekân gerekir, belki birkaç katlı bir bina. Bir süre araştırdıktan sonra, böyle bir mekâna sponsor bulmanın kolay olmadığını gördüm, hedefimi küçülterek başlamaya karar verdim. Geçen sene bir niyet olarak başladı, bu yıl gerçekleşti: Galeri Birzamanlar. Pangaltı’da Nostalji Kültür adlı bir kitapçı var, tam da bizim yayınevinin çizgisindeki kitapları bulundurmakla tanınmış bir kitapçı. Atıl durumdaki üst katlarını bize tahsis ettiler. Karşılıklı dayanışma, kira talep etmiyorlar, biz de yaptığımız işlerle kitapçıyı canlı tutmaya çalışıyoruz. Ortalama iki ayda bir yeni sergi açmayı, ayda iki kez de toplantı yapmayı hedefliyoruz. Genel bir kültür-sanat mekânı olmayacak, konuyu sınırlandırdık: Türkiye’nin geçmişindeki kültürel çeşitlilik ve bunun yok oluş sürecine dair işler ya da buna az çok dokunan işler yer alacak. İlk sergimiz Antakya, İskenderun bölgesi hakkındaydı. Sergi Hatay’ın Arsuz ilçesinde ve Vakıflı köyünde açıldı, muhtemelen bir-iki ay içinde Antakya ve İskenderun’da da sergilenecek.

2005’teki “Sireli Yeğpayrıs” sergisinden bugüne, toplumda kayda değer bir değişim oldu aslında. On sene öncesine göre, bu konulardaki işlerin karşı karşıya olduğu saldırı riski azalmadı mı?

Saldırı riski ortadan tamamen kalkmış değil. Esas olumlu ve kalıcı değişim, insanların merakında oldu, ilgilendiğimiz alanlara merak, uyanıklık, öğrenmeye açıklık on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında bugün daha fazla. Eğitim açısından da hayalimdeki gibi büyük bir merkezi yaratmanın şart olduğunu düşünüyorum. Mesela, bir lise tarih öğretmeninin Türkiye’nin farklı yerlerinin ve kültürlerinin tarihi konusunda öğrencilerine tavsiyede bulunabileceği bir mekân yok. Birileri çıkıp bir Ermeni Müzesi kurabilir, zaten Patrikhane’de buna benzer bir yer var, herkesin her zaman girmesi mümkün olmasa da. 500. Yıl Vakfı bir Yahudi Müzesi kurmuştu, halen faaliyette. Diyelim ki, Rumlar da ileride benzer bir şey yapabilir. Ya da herhangi bir yerleşim yerinde bir “kent müzesi” böyle bir işlevi üstlenebilir. Ama, Türkiye’nin her yerini ve kaybolmakta olan bütün kültürleri kapsayan bir şey yapmak herhalde benim perspektifime sahip insanlara düşüyor.

Herhangi bir azınlığın mensubu olmamak da bu bakımdan bir avantaj olabilir, sen kendi cemaatini anlatmak zorunda da değilsin...

Evet, ben genele hitap etmek zorundayım. Yaptığım herhangi bir işe cemaatlerden biri daha çok ilgi gösterebilir, ama ben hep genele sesleniyor gibi hissederek iş yapıyorum; sıradan Türk-Müslüman-Sünni birilerine anlatır gibi...

Almanya’da sivil toplumun yerel tarih araştırma girişimleri vardır. Türkiye’de böyle bir girişim var mı? İnsanlar bir araya gelip semtlerinin, şehirlerinin tarihini araştırıyor mu?

Türkiye’de de böyle birkaç girişim oldu. Benim bulunduğum dönemde Tarih Vakfı bir yerel tarih araştırma inisiyatifleri oluşturma, bunlar arasında koordinasyon kurma çalışması yaptı. Bizim çalışmalarımız onların da canlanmasına vesile olabilir. Bizde epey bir bilgi ve görsel birikim oluştu. İlk kitap ve sergiyi hazırlarken Türkiye’deki Ermeni cemaatleri konusunda bilgi biriktirmiştim. Bir arkadaş aynı çalışmayı Rumlar için yaptı, bir-iki ay içinde yayınlayacağız. Önümüzdeki yıl, Türkiye çapında kültürel çeşitliliğe dair verileri de içeren birkaç önemli yayınımız daha olacak. Hangi şehir söz konusu olsa, onun yüz yıl önceki haline, o dönem yaşayan halklarına ilişkin temel bilgileri ve görsel malzemeyi çok kısa sürede bir araya getirecek bir birikim var artık Birzamanlar Yayıncılık’ta. Yerel sivil toplum inisiyatifleriyle ya da belediye gibi kuruluşlarla işbirliği halinde çok kapsamlı çalışmalar yapabiliriz.