2015: Bir iyileşme fırsatı

Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda devlet, bundan yüz yıl önce kendi tebaasından bir grubu vahşi ve korkunç yöntemlerle yok etti. Tebaasını fiziksel olarak yok etmekle kalmadı, mülklerine, yarattıkları zenginliklere el koydu, inkâr ve unutturma politikası uyguladı, izleri sildi, yok ettiği gruba karşı düşmanlık ve nefret söylemi geliştirdi. 

Soykırım kavramı üzerinde çalışanlar, soykırımın sadece insan öldürmek, yani fiziksel imha suçundan ibaret olmadığını söyler. Yapılanların inkârını, unutturma politikalarını, mülksüzleştirme, asimilasyon, izleri silmek, artan baskı, hatırlama yasakları gibi suçları da kapsadığı ve bu suçlarla ilgili adaletsizlik halinin yeni suçlara kapı aralayarak tekrarına yol açtığı kabul edilir.

Cynthia Enloe soykırım söz konusu olduğunda, bir dönemin başlayış ve bitiş tarihlerine karar vermenin mümkün olmadığını söyler. 

Yani demem o ki, Ermeni soykırımı, yüz yıl öncesinde 1915’te başlamış ve bitmiş değil. Ermenilerin varlıklarının ana temellerini yıkmaya, izlerini silmeye yönelik pek çok eylemin koordineli bir biçimde uygulandığı bir süreç ve bu süreç günümüze uzanıyor. Soykırımın yol açtığı yıkımlar ve travmalar yeniden üretiliyor, gözden çıkarılabilir yeni insan grupları yaratıyor ve şiddet her alanda hayatlarımızı esir almaya devam ediyor. Hunhar ve absürt olan sistematiktir artık1.

Rafael Lemkin’e2 göre, soykırımın iki aşaması vardır. Birincisi, ezilen grubun ulusal karakteristiklerinin imha edilmesidir; diğeri, ezen ulusun ulusal karakteristiklerinin zorla dayatılmasıdır.3

Bu bakımdan soykırımlar, sadece yıkıcı değil, deyim yerindeyse yaratıcı, kurucu süreçlerdir: Milletler, devletler, kimlikler, servetler yaratırlar. 

1915 sonrasında “yeni” adıyla kurulan bu devlet de soykırım temeli üzerine inşa edildi. Sistem buna göre dizayn edildi, yönetim aygıtları ve hukuk soykırımı meşrulaştırmak amacıyla düzenlendi, Ermenilerin mallarına el konarak haksız servet edinimi ve talan olağan ve meşru kılındı, yeni bir kimlik dayatıldı, zihniyetler bu zeminde biçimlendi.

Yüz yıllık suskunluk

Yeni düzeni meşrulaştırmaya hizmet etmek üzere kurgulanan mitleri yerleştirmek, büyük ölçüde kuruluş sürecindeki korkunç suçların ve ağır günahların unutturulmasına bağlıydı. Yeni mitlerin temel harcı böylece inkâr ve unutturma malzemesiyle karıldı.4

Suça doğrudan ya da dolaylı olarak katılan, katılmasa dahi sessiz kalan toplumun da unutmak istemesiyle inkâr ve unutturma siyaseti bunca yıl başarılı oldu. Yüzyıllık bir suskunluktan söz ediyoruz. Neden bunca yıl susuldu ve neden şimdi konuşuluyor?

Suskunluğun nedeni olarak korku ve baskı ilk akla gelen unsurlar oluyor ki, olabilir, ama korku ve baskı, kamusal alanlar dışındaki suskunluğu, mesela özel alanlardaki suskunluğu açıklamaya yetmiyor. Korkunun, baskının yanında utancın ve suçluluk duygusunun da çok büyük payı var. 1915 vahşeti, herkesin gözü önünde yaşandı. Utanç ve suçluluk duymak için bu büyük suçun doğrudan faili olmak gerekmiyor. Yaşananlara tanık olmanın, seyredip de sessiz kalmanın utancı ve suçluluk duygusu hayatları zehirlemez mi? Kaldı ki, elleri Ermeni kanı ile kirlenmese dahi toplumun diğer büyük bir kesimi Ermeni mallarının talanına katılmadı mı, hemen herkes kendi çapında Ermeninin evini, tarlasını, hayvanlarını, hatta evindeki yorganını, kap kacağını yağmalamadı mı? Suçun bir parçası olmuşsanız, bu konuda suskunluğu ve inkârı tercih edersiniz. Payınız çok küçük de olsa en azından gayrı ahlâkîdir utanırsınız ve susarsınız. Çünkü bu büyük suça bir biçimde iştirakiniz vardır. Devletin inkâr ve suskunluk politikasına rıza gösterir, onay verirsiniz. 

Ebediyen unutma mümkün mü?

Tarih geçmişin ağır yükünden unutma yoluyla kurtulmak ya da geçmişin ağır ve acı olaylarından arınmış bir başlangıç çabalarıyla dolu. Peleponnes Savaşları’nın ardından geçmişteki acı olayları ve kötü durumları hatırlamayı yasaklayan bir yasa çıkarıldığına da tanık oluyoruz, Sezar’ın öldürülmesinden sonra Çiçero’nun Senato’da “Cinayete dair bütün anılar ebedî unutuşa havale edilmelidir” dediğine de.5 Türk resmî anlatısına ve tarihyazımına da 1915’e ilişkin olarak ebediyen unutma siyasetinin hakim olduğuna, dönemin tarih anlatıcılarından ve Mustafa Kemal’in biyografisini yazan Şevket Süreyya Aydemir’in şu sözleri tipik bir örnek teşkil ediyor:

“Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması, öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinin unutulması daha iyi olacak bir sayfasıdır. Bunun ilk veya asıl sorumlusu hangi taraftı? Kimlerdi? Gene sanıyorum ki, bu suallerin cevaplarını araştırmamak ve hikâyeyi ebediyen unutmak daha doğrudur.”6

Ancak, ebediyen unutma siyasetlerine, hatırlama yasaklarına, yasalarına rağmen arzulanan ebedî unutuş bir türlü gerçekleş(e)miyor. İnsan yaşadığı ve öğrendiği hiçbir şeyi unutmuyor.

Çünkü Nietzsche’ye göre, insan unutmayı bir türlü öğrenemiyor. İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciriyle birlikte yürüyor.  

Ebediyen unutma siyaseti, tarihin mağdurları ve kurbanları açısından ise asla mümkün olmuyor. Mağdurlar hakikati ve adaleti talep etmeye devam ettikçe, geçici başarılarına karşın unutma siyaseti, orasından burasından çatırdamaya, sıvaları dökülmeye başlıyor, ne kadar tahkim edilirse edilsin kaçınılmaz son gerçekleşiyor, tabular yıkılıyor. 

Türkiye son yirmi yılda, pek çok “tabu”nun aynı anda sorgulandığı büyük bir sorgulama sürecinden geçiyor. Belli bir etnisite, din/mezhep üzerine kurulu (Türk-Müslüman-Sünni), kadınları ikincil gören, heteroseksist bir millî kimlik anlayışı artık herkesin ortaklaştığı bir varsayım değil.7

Sivil toplumun başını çektiği sorgulama resmî tarih anlatısında önemli kırılmalara yol açıyor. Kimlikler sorgulanıyor, yakın tarihe ve aile hikâyelerine artan merakla yeni hikâyeler anlatılıyor, kitaplar yazılıyor, belgeseller, filmler çekiliyor. İstanbul’da başlayan 24 Nisan Ermeni Soykırımı anmaları diğer illere yayılıyor.

Geçmişle yüzleşmenin demokratikleşme mücadelesinin kilit unsuru olduğu düşüncesi benimseniyor ve buna bağlı olarak, geçmiş suçlar gündeme taşınıyor, soykırımda Kürtlerin rolü tartışmaları ve Kürt siyasetçilerinin özür beyanları, demokratik kültürü güçlendirdiği gibi bu beyanlar Ermeni dünyasında karşılığını buluyor.

İnkârdan “taziye mesajı”na

Sivil toplumda bu gelişmeler olurken soykırımın yüzüncü yılına bir kala —23 Nisan 2014’te- Başbakan Erdoğan alışılmışın dışında bir açıklamayla, Ermenilere “taziye mesajı” olarak yorumlanan bir mesaj yayınladı. “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir” cümlelerinin yer aldığı bu mesaj Ermeni dünyasında farklı yorumlara yol açtı.

Kimi çevreler bu mesajı inkâr politikasının farklı bir versiyonu olarak değerlendirdi, kimileri 100. yıl soykırım etkinliklerine karşı kurnazca bir oyalama taktiği olarak, kimileriyse açıklamayı Türkiye’nin tarihiyle yüzleşme konusunda yeni ve önemli bir adım olarak görüp diyalog ve çözüm için umutlandı. Gazetelere teşekkür ilanları verip Erdoğan’ı Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterenler de oldu. Gayrı samimi bulup “Obama ‘soykırım’ sözcüğünü kullanmasın diye planlanmış bir adım olabilir” diyen de. 

Batı Ermenileri Ulusal Kongresi şöyle bir açıklama yaptı: “Batı Ermenileri Ulusal Kongresi bu açıklamayı bir ilk adım olarak değerlendiriyor, tıpkı Çinli filozof Lao Tzu’nun dediği gibi, ‘Binlerce millik bir yolculuk bile, tek bir adımla başlar.’

Bu adım Osmanlı vatandaşı Ermenilerin bugünkü varisleri olan Batı Ermenilerinin tüm beklentilerini elbette karşılamıyor, fakat Türkiye sivil toplumu ile başlattığımız yapıcı diyaloğa, bu konuşmanın ardından Türkiye’nin yetkili makamlarının da katılmasını ümit ediyoruz”.

Mesajın soykırımı sıradanlaştırma, araçsallaştırma ve değersizleştirmeye hizmet ettiğini savunan çevreler genel olarak şöyle ifadelerle eleştirdiler: 

“1915’te ölenlerin sadece Ermeniler olmadığını, dolayısıyla ölen bütün Osmanlı vatandaşları için üzüntü belirtilmesi gerektiğini söylemek, Ermenilerin başına ‘özel’ veya farklı bir şey gelmedi demektir. Yani, ‘devlet onları hedefleyen özel bir karar alıp uygulamadı, ama onlar savaşın yarattığı genel yıkımın kurbanı oldular’ demektir, ki bu düpedüz yalandır, inkârcılıktır”.

ABD Başkanı Barack Obama’nın açıklaması da tatmin edici bulunmadı. 

Obama 24 Nisan açıklamasında, “soykırım” yerine “medz yeğern”8 ifadesini kullandı. Esasen soykırımın tanımını yaptığı halde, “soykırım” kelimesini kullanmadığı için bu açıklaması sert eleştirilere neden oldu. Amerika Ermeni Ulusal Komitesi Obama’nın açıklamasını “Türkiye’nin tehditlerine karşı verilmiş utanç verici bir ödün daha” diyerek eleştirdi ve “edebî kelam ve kaçamak bir terminolojiyle” dolu olduğunu söyledi.

Beklentiler, sorular, umutlar, kaygılar

2015’e, bütün bu gelişmelerin yarattığı ortamda girildi. Soykırımın 100. yılı Ermeni dünyasında ve Türkiye’deki ilgili çevreler arasında beklentiler, umutlar, kaygılar ve sorularla karşılandı.

Sorulacak çok sayıda soru var: Örneğin, 24 Nisan 2015’te ne olacak? Devletin politikasında yeni bir gelişme olacak mı, yoksa geçen yıl yapılan açıklama çizgisi mi sürdürülecek? ABD Başkanı bu yıl soykırım kelimesini kullanacak mı? Sivil toplum ne yapacak? Ermeni dünyası bu yıl neler planlıyor? 

Son sorulardan başlarsak: Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur-De platformu ve çok sayıda sivil toplum örgütü bu yıl, anma toplantıları dahil olmak üzere paneller, sergiler gibi etkinlikler düzenliyor. İnsan Hakları Derneği Türkiye’nin 23 şehrinde soykırımı anacağını açıkladı. Bu etkinliklerin bir kısmı diasporadan bazı örgütlerle birlikte düzenleniyor. Diaspora Ermenilerinden oluşacak gruplar ata topraklarında ve kutsal mekânlarda 24 Nisan’ı anmayı ve taleplerini güçlü bir biçimde muhataplarına ve tüm dünyaya duyurmayı planlıyor.

ABD Başkanı bu yıl “soykırım” sözcüğünü kullanacak mı sorusuna gelince; ABD soykırım karşısındaki ahlâkî yükümlülüğünü yerine getirmekle, Türkiye’nin büyükelçisini geri çekmek ya da askerî üsleri kapatmak gibi tehditleri arasında sıkışmış durumda. Barack Obama’nın öncüllerinden farklı bir 24 Nisan açıklamasına imza atması, bu açıklamada tanımını yapmasına rağmen “soykırım” kelimesini kullanmaması, eleştirildi. “Bu açıklama, stratejik ortağa verilmiş yeni bir tavizdir” dendi.

Ortadoğu ve dünyadaki gelişmeler karşısında, ABD’nin stratejik çıkarlarına aykırı bir açıklama yapması şimdilik pek beklenmiyor. Ancak, her 24 Nisan’da ABD başkanının ağzından çıkacak söze odaklanmak sorunun çözümüne bir fayda sağlamadığı gibi, 1915’te yaşanan acıları, insan unsurunu geri plana itiyor. Sonuçta, bu sorun açgözlü bir lobicilik ve siyasî pazarlık malzemesi haline getiriliyor. ABD kongresine bu konuda sunulan yasa tasarıları bir futbol karşılaşması mantığıyla oylanıyor.

Bu yaklaşım tarzı mağdurları, mağdurların torunlarını derinden incittiği gibi, sorunu araçsallaştırarak önemsizleştiriyor. Sorun her yıl gündeme gelmeye devam ediyor.

Bu konuyla alakalı sunulan herhangi bir yasa tasarısı, kongredeki bazı oyları sağlama almak demek kaçınılmaz olarak, Osmanlı Ermenilerinin hatırasını kongrenin gündemindeki diğer meselelere ilintilendirerek ucuzlatmak demek. Nihayetinde ortaya çıkansa “Sen çiftlik tasarısına oy ver, ben de karşılığında soykırım tasarısına oy veririm” şeklinde rutin bir ticaret.9

İnsana, insanın acılarına odaklanmayan, bir daha böylesi acıların yaşanmaması için gereken tarihsel ve geleceğe yönelik sorumluluğu üstlenmeyen, adaletin gerçekleşmesi amacını merkezine almayan, acıları araçsallaştıran yaklaşımlara artık son verilmesi gerekiyor. 

Türkiye'nin politikasında değişiklik olacak mı?

Büyük bir ihtimalle geçen yılın “ortak acılar” ve  “taziye”  politikasında bir değişiklik olmayacak. Bu çizgiden daha ileri bir adım atılması ihtimali, biraz da uluslararası planda gerçekleşecek sürpriz gelişmelerin zorlamasıyla gündeme gelebilir.

Yeni bir adım atılmayacağı tezi Türkiye’nin 2015’te gireceği seçim atmosferine bağlanıyor. Büyük olasılıkla, hükümet geride durarak Dışişleri Bakanlığı ve Türk Tarih Kurumu’nu öne çıkaracak bir hat izleyebilir ki, Büyükelçi Altay Cengizer’in geçtiğimiz ay yayınlanan Adil Hafıza’nın Işığında isimli kitabı bu öngörüyü doğrular nitelikte, ilgi çekici bir yayın. 

Bütün bunlar birer ihtimal. Ancak, Çanakkale Savaşı’nın da 100. yılına denk gelen 2015’te, Türkiye’nin Çanakkale anmalarını bugüne kadarkinden çok daha büyüterek öne çıkaracağına ve böylece 24 Nisan’ın sesini cılızlaştırmaya çalışacağına kesin bir bilgi olarak bakabiliriz. Bir de, ABD Başkanının “soykırım” kelimesini telaffuz etmesinin önüne geçilmesi için güçlerini seferber edeceğine ve konunun tarihçilere bırakılması gerektiğine ilişkin lobi faaliyetlerine devam edeceğine…

Görüldüğü gibi, 100. yılda Türkiye’nin izleyeceği muhtemel politikaların hiçbiri çözüm odaklı değil. Diyelim ki, ABD Başkanı “soykırım” kelimesini telaffuz etmedi ve etmeyecek; samimi olarak yanıt verin lütfen, sorun çözümlenecek ve bitecek mi? Ya da Çanakkale gibi alternatif propagandalarla 24 Nisan’da Ermenilerin seslerinin duyulmasını engellediniz, sorun çözümlenmiş ve gündemden kalkmış olacak mı?

Sorun dış politika malzemesi değil ki dışişlerine havale ederek çözülsün. Sorun devletin kendi vatandaşlarına uyguladığı büyük adaletsizliğin onarılması sorunudur. Çözümleriniz de adaleti sağlamaya yönelik ve insanî olmalıdır.

Son büyükelçiler konferansında AB Komisyon Başkanı Mehmet Tekelioğu, “Şok faaliyetlerde bulunacağız” diyor.10 Bu ne demek? Kimi ne ile şok edeceksiniz? Kime karşı “şok faaliyet” uyguluyorsunuz?

Konferansta ayrıca Cemil Çiçek “Elin oğlu aslı olmayan bir soykırım için 2015 yılını hedef alarak tüm dünyada bir kampanya yapıyor” diyor.11 Bu ifade Erdoğan’ın “taziye mesajı”nı dahi boşa çıkaracak nitelikte. Devletin inkâr siyasetinin devam ettiğinin en açık göstergelerinden biri. Bir kere “elin oğlu” dedikleriniz sizinle aynı devletin vatandaşları. Şayet sadece diaspora Ermenilerini kastediyorsanız, bu defa “elin oğlu” dediklerinizin ataları sizin atalarınızla aynı devletin tebaası iken devletin uyguladığı soykırımcı politikalar nedeniyle topraklarından sürülenler; hak sahibi onlar, hakları ihlal edilenler ve “adalet” talep ediyorlar. Bu yaklaşımınız ve bu söyleminiz ne kadar insanî, ne kadar çözüme odaklı? 2015’i kavganın, kampanyaların, “şok faaliyetlerin” doruklara çıkarılacağı yıl yerine neden sorunun çözümü için bir fırsat olarak görmüyorsunuz?

Hannah Arendt’in söylediği gibi, “kötülük bir kere yaşandıysa, yeniden yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Yaşanmış olan bilince yazılır ve geçmişe ait olduğu kadar geleceğe de ilişkindir.” Sorun her şeyden önce, hep birlikte iyileşme ve adil bir gelecek kurma sorunudur.

1. Hannah Arendt, Alman siyaset bilimci.

  1. Rafael Lemkin, soykırım tanımını yapan, unsurlarını kavramsallaştıran Polonyalı avukat.
  2. Taner Akçam, “Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması”, İletişim, s.81
  3. Mithat Sancar, “Büyük Yüzleşme Randevusu”, Bas News, Bas Haber Gazetesi, 5 Ocak 2015.
  4. Mithat Sancar, “Geçmişle Hesaplaşma”, İletişim, s.37.
  5. Hülya Adak, “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.317.
  6. Ayşe Gül Altınay, “Müslümanlaştırılmış Ermeni “kadınveçocuklara”a feminist merakla yaklaşmak”
  7. Ermenice “büyük felaket”.
  8. Thomas De Waal, The G-Word, “Ermeni katliamı ve soykırım siyaseti”, Agos, 2 Ocak 2015.
  9. Agos, 7 Ocak 2015.
  10. Agos, 7 Ocak 2015.