Savaş, Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet

20. yüzyıl boyunca savaşların ve siyasal şiddet deneyimlerinin kadınları nasıl etkilediği Türkiye’de ilk defa 22-23 Mayıs 2012 tarihlerinde düzenlenen ‘Savaş, Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet’ başlıklı konferansta tartışıldı. Sanki Başbakan Erdoğan’ın konferanstan tam bir hafta sonra ‘kürtaj yasaklanması gereken bir cinayettir’ sözleri ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün ‘tecavüze uğrayan ve hamile kalan kadınlar çocukları doğursun, devlet onlara bakar’ diye ortaya attıkları sözlerini öngörmüş gibi bu konferansta savaş ve şiddet ortamlarında kadınların yaşadığı travmalar gündeme getirildi. Yukarıda adı geçen erkekler bu konferansa katılmış olsaydı, belki bu tavırları göstermezlerdi diye düşünüyoruz.

Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu ile Orta Avrupa Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği bu konferansta, savaş ve siyasal şiddet deneyimlerinin nasıl hatırlandığı toplumsal cinsiyet ekseninde ele alındı. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği’nin desteği ile gerçekleşen konferansa 22 ülkeden 46 feminist akademisyen konuşmacı veya tartışmacı olarak, 200 kadar ilgili de dinleyici olarak katıldı.

Feminist araştırmacı Cynthia Enloe ‘Savaş sonrasında hangi savaş kadınları hatırlanıyor, hangileri unutuluyor? Bu niçin feministlerin umurunda olmalı?’ sorularıyla açtığı konuşmasında, savaş ve hafıza konusunun süregelen bir tartışma olduğunu, ancak savaş sırasında ve sonrasında kadınların bundan nasıl etkilendiğinin konuşulmadığını dile getirdi. Enloe’nun, savaş sonrası yapılan ‘anıt’larda kadınların nasıl yok sayıldığı, anıtların erkeklerin zaferleri ya da kayıpları etrafında şekillendiği, kadınlara yer verilmediğine dair tespitleri çok sayıda dinleyicinin örnekler vererek katıldığı bir tartışmanın önünü açtı. Enloe, ayrıca, son yıllarda yürütülen feminist araştırmaların savaşın mekanları ve zamanı üzerine önemli sorular sorduklarını anlattı. Geleneksel savaş anlatılarında savaşın savaş meydanından ibaret algılandığını vurgulayan Enloe, savaşın aslında çok daha geniş bir alana yayıldığının altını çizdi: ‘Biz feministler diyoruz ki, savaş alanı bir mutfak, bir mülteci kampı ya da savaşın coğrafyasında yer almayan birçok mekân olabilir.’ Aynı şekilde, savaşın kadınlar ve toplumsal cinsiyet ilişkiler üzerindeki etkisinin savaşların resmen ‘bitmesinden’ yıllar sonra da devam ettiğini savunarak, ‘savaş sonrası’ kavramının feminist araştırmalarda yeniden tanımlandığını, klasik tanımların sorgulandığını anlattı.

Edebiyat ve sanatta savaş ya da darbe döneminde kadınlara yönelik tecavüz ve tacizlerin nasıl yer aldığı konferansın başka bir önemli konusu idi. Konuşmacılar, cinsel şiddet deneyimlerinin ancak düşman üzerinden anlatılıp bir utanç, namus veya ‘ulusal onur’ meselesi olarak görüldüğünü; kadınlara uygulanan şiddetin daha çok erkeğe ve ulusa saldırı olarak algılandığının, düşmanın ötekileştirilmesinde bir araç olarak kullanıldığının altını çizdiler.

‘Kadınların Savaş ve Askerlik Anlatıları’ başlığı altında İtalyan, Vietnamlı, Türkiyeli Abhaz, İsrailli ve Yugoslavya iç savaşındaki kadınların ve kadın askerlerin savaş alanlarında yaşadığı deneyimler ve savaşa katılma kararlarını meşrulaştırma biçimleri üzerinde duruldu. Örneğin, İtalyan iç savaşı sırasında Mussolini’nin silahlı kuvvetlerine gönüllü katılan kadınların anılarından yola çıkarak savaş alanındaki kadın deneyiminin siyasi değil daha çok manevi bir mücadele olduğundan bahsedildi. 1943’te patlak veren iç savaş için Mussolini’nin halkı gönüllü askerliğe çağırmasının ardından pek çok İtalyan kadın orduya yazılmış, böylece ‘Kadın Yedek Birliği’ kurulmuştu. Birlikte altı bin kadın vardı ve bunların üç yüzü savaşta hayatını kaybetmişti. Bu kadınlar üzerine araştırma yapan Schiavo, iç savaşın ardından faşist harekete katılan kadınların varlıklarının unutturulmak istendiğini, kadın askerlerin demokratik İtalya’nın tabularından biri olduğunu anlattı.Cephelerde savaşan kadınlar, savaşın hemen sonrasında yaratılmak istenen ‘iyi anne, sadık eş’ modeline uymadıkları için çoğu zaman tarihten silinmişlerdi.

Kadın askerlerin büyük çoğunluğu ülkelerinin onurunun zedelendiğinden duydukları rahatsızlık sebebiyle orduya katılma ihtiyacı duymuştu. Savaşla olan bağlarını siyasetten ve ideolojiden arındıran kadınlar, verdikleri karara daha manevi bir anlam yüklüyordu. Savaşan İtalyan kadınların günlüklerinden derlenen alıntılar dikkat çekiciydi:

Konferansın bir başka panelinin provokatif bir başlığı vardı: ‘Evdeki Savaşlar’. Bu panelde, savaş sonrası kadınların ve erkeklerin ‘ev’de yaşadıkları ele alındı. Türkiye’de sakat kalmış gazilerin erkeklik tanımlarının ve deneyimlerinin dönüşmesi ile gazi eşlerinin fiziksel ve duygusal emeklerinin görülmemesi üzerinde durulurken, ABD bağlamında uzaklardaki savaşlardan dönen kadın askerlerin evde yaşadıkları sorunlar tartışıldı. Savaşın takdir edilmemiş kurbanları olan sakat gazilerin eşleri üzerine araştırma yapan Yeşim Sünbüloğlu, kadınların bu bağlamda eşlerine bakma, devlet kurumları ile partnerleri arasında ilişki kurma gibi farklı roller üstlendiğini, kadınların fiziksel ve duygusal emeklerinin eşlerinin rehabilitasyonunun kritik bir parçası olmasına rağmen göz ardı edildiğini, bu emeğin gazinin yükünün hafifletilmesi için doğal bir süreç olarak algılandığını belirtti.

Konferansın iki paneli savaş esnasında işlenen cinsel şiddet suçlarına ve bu deneyimlerin savaş ya da çatışma sonrası kadınların tanıklıları ile uluslararası hukuk süreçlerine yansımalarına odaklanmıştı. Savaş sırasında işlenen tecavüz suçlarının sistematik bir ‘etnik temizleme’ aracı olarak görüldüğü için çoğu zaman feminist bağlamda incelenmedikleri, bunun da bu deneyimlerin analizini eksik bıraktığı vurgulandı.

Günümüz söylemi, savaş sırasında işlenen cinsel şiddet suçlarının pişmanlık uyandıran ve üzücü, ancak göz ardı edilebilecek savaş suçları olarak algılanmasına sebep oluyor. Bu durumun sonuçlarından biri de, ‘normal’ olarak tanımlanan pek çok erkeğin savaş esnasında bir tecavüz canavarına dönüşüp, savaştan döndükten sonra herhangi bir utanç kırıntısı bile hissetmeden hayatına devam edebiliyor olması. Bu suçları işleyen tüm bireyleri yargılamak neredeyse imkansız, ancak emri verenlerin mahkumiyeti de toplumsal vicdanı rahatlatmaya yeter mi? Feminist analizlerin tecavüz söylemlerinde daha geniş bir bakış açısı üretmesi gerektiğini düşünen bazı panelistler, savaşın ve öldürmenin günümüz ataerkil kültüründe erotikleştirildiğinin, bu erotikleştirme araçlarının incelenmesinin ve sorgulanmasının önemli olduğunun altını çizdiler.

Ermeni soykırımının toplumsal cinsiyet bağlamında değerlendirildiği Toplumsal Cinsiyet ve Ermeni Soykırımı paneli, hem konuşmacılar hem de dinleyiciler açısından zorlayıcı ve etkileyiciydi. Bu panelde sunum yapan araştırmacılar, soykırım sırasında yaşanan tecavüzlerin tarihten silinmiş olmasına, tecavüze uğrayan kadınların Ermeni toplumunda yaşadıkları dışlanmaya, kadınların zorla evlendirilmesi ve Müslümanlaştırılması süreçlerine değindiler ve tarih anlatısının ataerkil toplumsal cinsiyet analizlerinden arındırılmasının önemine dikkat çektiler.

Soykırım sırasında tecavüzün rutin bir şekilde yaşanmasına rağmen, bu konuya değinen çok az çalışma olduğunu vurgulayan araştırmacılar, soykırımdan sağ kalanlarla gerçekleştirilen sözlü tarih çalışmalarında cinsel şiddet anlatılarının ancak yumuşatmalar ve üstü kapalı ifadelerle yer aldığını, bu olayların nasıl gerçekleştiğine dair detayların aktarılmadığını; cinsel şiddete dair anlatılarda hem kadınlar hem erkekler için utanç duygusunun ağır bastığını belirttiler. Erkekler, ya bu konudan bahsetmek istemiyorlar ya da bunu anlatmanın çok zor olduğunu söylüyorlar. Kadınlar ise çoğu zaman yaşadıklarını anlatmak istemiyorlar. Deneyimini paylaşmayı kabul eden az sayıda kadın ise hikâyelerinin kaydedilmesine rıza göstermiyorlar. Birçok kadın yaşadıklarını alenen konuşmak zorunda kaldıklarında ikinci bir tecavüze uğramış gibi hissediyor ve sessiz kalmayı tercih ediyorlar.

Müslümanlaşmış Ermeni kadınlarla yapılan çalışmada hayatta kalan Ermenilerin bir kısmının Müslüman ailelerin çocukları olarak evlat edinildiği veya evlendirildiği ve Türk, Kürt, Arap isimleri aldıkları dile getirildi. 200 bin kadar Müslümanlaşmış Ermeni olduğunun söylendiği ancak sayılarının net olarak bilinemeyeceği vurgulandı. Bilimsel çalışmalarda ise bu olguya bugüne kadar çok az yer verildiği, çoğu kadın olan Müslümanlaştırılmış Ermenilerin tarih yazımında ‘yok olan Ermeni toplumunun parçası olarak sayıldıkları dile getirildi. Aynı zamanda, Müslümanlaştırılmış Ermeni kadınların hem Türkçede hem Ermenicede ‘sahipsiz’ olarak nitelendirilmesinin ve ‘onların kadınları’ ‘bizim kadınlarımız’ gibi ifadeler kullanılmasının, erilleştirilmiş millet anlayışının ve ataerkil toplumsal cinsiyet söyleminin yansımaları olduğu tartışıldı.

Konferansta ayrıca savaş ya da darbe sonrası kadınların yaşadığı travma ve bunun nasıl iyileştirilebileceği, savaşlarda cinsel şiddet ve tecavüzün kullanımı ile savaş sırasındaki tecavüz nedeniyle hamile kalan kadınların durumu, savaş sırasında ve sonrasında kadınların çeşitli hallerinin özellikle fotoğraf ile anlatılması, hatırlanması ve feminist hafıza çalışmalarının dünü ve bugünü ile ilgili konular kapsamlı olarak tartışıldı.

Konferansta sunulan tebliğlerin uluslararası bir yayınevi tarafından İngilizce bir kitap olarak yayımlanması, bazılarının ise European Journal of Women’s Studies’in 2015’te yayınlanacak bir özel sayıda yer alması planlanıyor.

Konferans yayımı takibi için;

www.tr.boell.org ve

http://genderforum.sabanciuniv.edu/