Türkiye kapitalizminin son 10 yılı ve yönelimler - Yayınlar

Mustafa Sönmez

Türkiye kapitalizminin AKP iktidarlarına denk gelen son on yılı, Türkiye iktisat tarihi için bir milat olan 1980’de çıkılan 32 yıllık deneyimle aynı kimyaya, ama farklı tempo ve yoğunluğa sahip bir dönemdir. 1980’de, dünya konjonktürüne uygun olarak değişime uğratılan ekonomik paradigma Keynesçi birikim modelinden piyasacı, neoliberal bir birikim modeline geçişti. Bu, iç pazara dönük, korumacı, devlet kontrollü ekonominin dışa dönük, mal ve sermaye hareketlerine serbestlik sağlayan ve devleti küçülten bir paradigmaya geçiş kararıydı. 

Sadece ekonomik düzeyde kalmayan, siyasî olarak 12 Eylül diktatörlüğü ve ardından 1982 Anayasası ile daha otoriter bir parlamenter sistemi, anti-sendikal yapıyı, siyasete ve ekonomik mücadeleye barajlar yoluyla engeller getiren yeni bir döneme geçildi.

Ne var ki, bu 32 yılın alt dönemlerinde, bu “geçiş süreci” farklı tempolarda, farklı iç mücadelelerle şekillendi. 1980-1990 bu sürecin ilk alt-dönemidir. 1991-2002’yi ikinci alt dönem, 2003 sonrasını ise AKP iktidarlarıyla birlikte üçüncü alt-dönem olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Üçüncü dönem, yani 2003 sonrası AKP dönemi, ilk iki dönemden hem ekonomik hem siyasî anlamda –kimyası aynı olmakla birlikte- farklı tempo ve yoğunluğuyla ayrılmaktadır. Bu son alt-dönemde, hem dünya kapitalizmiyle ilişkilerde önceki dönemlere oranla çok yüksek tempolu bir mal ve sermaye akışı olmuş hem de bu ilişkinin derinliği oranında toplumsal yapıda değişimler yaşanmıştır. Kır-kent nüfusunda, istihdamda, sınıfsal yapılanmada önemli değişimler meydana gelirken, politik düzeyde ise AKP “askerî vesayet”i sonlandıran, yasama, yargı güçlerini yürütmeye tabi kılan otoriter bir devlet biçimi tercihi ve icraatıyla bu dönemi önceki 20 yıldan ayrı kılmıştır.

Oluk oluk akan dış kaynak

Son 10 yılın performansını belirleyen en önemli değişkenin dış sermaye büyüklüğü ve kullanımı olduğunu belirtmek gerekir. 2003 sonrası gelen yabancı kaynak büyüme, dış ekonomik ilişkiler, istihdam gibi önemli göstergelerde doğrudan etkili olmuştur. Yabancı kaynak girişini hızlandıran iklim ve altyapı ise 1999-2002 döneminde iktidarda bulunan 57. koalisyon hükümeti (DSP, MHP, ANAP) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bülent Ecevit başbakanlığındaki hükümet 2000 sonu ve 2001 başında yaşanan derin krizi aşmak için IMF denetiminde aldığı radikal ekonomik kararlarla en önemli sorun olarak öne çıkan kamu maliyesi ve bankacılık sisteminde yaptığı reformlarla ardından gelen AKP iktidarına büyük bir icraat alanı yaratmış, özellikle dış kaynak girişinin yolunu açmıştır. Bunu tamamlayan en önemli reform özelleştirmelerin önündeki mevzuat engellerinin temizlenmesi ve AKP döneminde 50 milyar dolarlık özelleştirme yapılmasının altyapısının hazırlanmasıdır.

Özetle, 57. hükümetin Başbakan yardımcısı Kemal Derviş ile IMF işbirliği olarak bilinen restorasyonla “malî disiplin”i sağlanmış kamu maliyesi ve çürüklerden ayıklanarak sermaye yapısı güçlendirilmiş bankacılık sistemi AKP rejimine kalan en önemli miras oldu. Yanısıra, 2002 sonrası dünya ekonomisinde yaşanan likidite bolluğu da dış kaynak girişini kolaylaştırıcı dış etken olarak öne çıktı. Hem içeride rektifiye edilmiş bir ekonomi hem de dışarıda adres arayan bol sermaye AKP Türkiye’si için bulunmaz fırsattı ve o tarihten itibaren, kâh özelleştirilen KİT’lere, satılan bankalara, kâh borsaya, kâh devlet kâğıtlarına ya da özel sektöre kredi olarak dış kaynak oluk oluk aktı. Sonuçta, 2003-2012 arasında yaklaşık 400 milyar dolar dış kaynak girişi gerçekleşti.

Gelen dış kaynağın büyüklüğünü ve Türkiye için kaçan fırsatı anlatmak için, AKP rejimini kendisinden önceki 1980-2002 dönemiyle kıyaslayalım. Bu 22 yıl boyunca gelen 35 milyar dolar dış kaynak AKP rejiminde gelenin 10’da 1’i bile değildi.

Kaynak geldi de ne oldu?

Kendisinden önceki 22 yıldakinin 10 katı büyüklükte dış kaynak kullanan AKP rejimi bu kaynakla ne yaptı peki? 2003-2012 döneminin büyüme ortalaması yüzde 4,6’dır. Yani, AKP rejimi bu dış kaynağı kullanarak ekonomide -2009’da yüzde 5 küçülme dışında- bazı yıllar daha yüksek, bazı yıllar daha düşük de olsa ortalama yüzde 4,6 büyüme gerçekleştirdi. Yine bir kıyaslama yapalım. 1980-2012 döneminin yaratılmış millî gelirinin (1998 fiyatlarıyla) yüzde 20’si 1980’li yıllara (1980-1990), yüzde 32’si 1990’lı yıllara (1991-2002) ait iken yüzde 48’i AKP rejiminin 2003-2012 dönemine aittir.

Son 32 yılda giren dış kaynağın yüzde 92’sini kullanan AKP rejiminin, aynı dönemin millî gelirinde ancak yüzde 48 pay sahibi olması dış kaynağın büyümeye odaklandırılamadığını gösteriyor. Nitekim, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, ekonomist Asaf Savaş Akat 25 Nisan tarihli Vatan’daki yazısında buna dikkat çekiyor ve sermaye girişinin “iktisat politikaları”nda da kullanıldığını belirtiyor.

AKP’nin ekonomi yönetimi, 2012’de olduğu gibi, ekonomik tempo düşükse ve cari açığı ziyadesiyle karşılayan boyutta ise bile, gelen dış kaynağı geri çevirmiyor, rezerve yığıyor ve bu sayede döviz kurunu aşırı değerli halde tutuyor, bütün ekonomi politikalarını da bu düşük kur üzerinden kurguluyor. Böyle olunca, sermaye girişinin aksamaması hem büyüme için hem de diğer dengeler için, özellikle borç çarkının sorunsuz döndürülmesi için hayatî önem taşıyor. Hatta bundan böyle dış kaynak çekme derdinde büyüme saikinin daha da geriye düşmesi mümkün.

AKP rejiminde gerçekleşen tarihî dış kaynakla beklenen büyüme gerçekleşmediği gibi, büyümenin kimyası da sorunlu oldu. 1980-2012 döneminde, dış kaynak ağırlıkla iç pazara dönük büyüme için kullanıldı; bunun sonucunda da ihracat ile ithalat makası alabildiğine açıldı. 1980’den bugüne AKP rejiminin ihracatta payı yüzde 50, ithalatta yüzde 50, 32 yıl boyunca gerçekleşen toplam cari açıktaki payı ise yüzde 92! AKP rejimi, gerçekleşen tarihî sermaye girişini “döviz kazandıran” bir ekonomi inşasına yönlendirmede büyük başarısızlık gösterdi. Sonuçta, ekonomiyi alabildiğine döviz tüketen ve dış kaynağa daha çok bağımlı bir zafiyete sürüklemiş durumda.

Kaynak: TÜİK, Merkez Bankası, Kalkınma Bakanlığı veri tabanı

İç tasarrufu yeterli olmayan ülkelerin dışarıdan sermaye kullanmalarında bir anormallik yok. Dış kaynak kendisine azamî kârı sağlayacak biçimde ve buna uygun alana gelir; bu anlaşılır bir şey. Bütün mesele, dış kaynağı kullanacak ülkenin dış sermayeden azamî yararı sağlamasında. Riski paylaşan, yatırıma, istihdama katkısı olan, teknoloji transfer eden, en önemlisi döviz kazandıran dış kaynağı kullanmaktır marifet. Türkiye benzeri birçok Asya ülkesi giriş yapan yabancı kaynağı daha çok doğrudan yabancı sermaye olarak kullandılar, yabancı kaynakla sanayilerini geliştirdiler hem de ihracata dönük büyüttüler; bu sayede cari açıklarını azaltıp hatta cari fazla veren ülke durumuna geldiler. Ya Türkiye? AKP rejiminde, gelsin de ne biçimde, nereye isterse oraya gelsin anlayışı hâkim kılındı. Yabancılara Telekom, Tekel, Petkim gibi devlet tekellerini, bankaları satarak sermaye girişi sağlandı. Yabancı sermaye spekülatif kârlar için borsaya ve dışarıya göre faizi cazip devlet kâğıtlarına geldi; özel firmalara kredi olarak aktı. Böylece, Merkez Bankası ödemeler dengesi verilerine göre, dış kaynağın yaklaşık yüzde 30’u doğrudan yabancı sermaye yatırımı olarak gelirken yüzde 70’i “borç yaratan sermaye” olarak giriş yaptı.

Reel sektörün riski

Son 10 yılda özellikle reel sektör firmaları yoğun biçimde hem banka sisteminden hem dış finans kuruluşlarından döviz kredisi ve/veya dövize endeksli kredi kullandılar.

Kaynak: TCMB veri tabanı

2003 sonunda, reel sektörün dış borç yükümlülükleri 50 milyar doları bulmamıştı ve dışarıda da mevduat, yatırım vb. olarak 30 milyar dolar varlıkları vardı. Yani, açıkları 18,5 milyar dolardan ibaretti; varlıkları borçlarının yüzde 61’ini karşılayacak durumdaydı. İzleyen yıllarda, dövizde dalgalanma görmeyince ve borç verenleri de eli açık görünce, borçlanmayı sürdürdüler.  2008’e gelindiğinde, şirketlerin toplam dış yükümlülükleri 153 milyar dolara çıkmıştı. Bu, 5 yılda yüzde 212 artış demekti. Varlıkların borçları karşılama oranı yüzde 52’ye gerilemişti. 2008 sonu-2009 ortalarına kadarki dönemde, ekonomi küçülüp sermaye çıkışı yaşanınca döviz kuru da yükseldi. Bu, şirketlerin borçlanma iştahlarını biraz kaçırdı, dışarıdan gelenler soluklandı. Ancak, 2010 başlarından itibaren borçlanma hızlandı. 2012’nin sonu itibariyle şirketlerin dış yükümlülükleri 227 milyar dolara yaklaşıyor ve varlıklarıyla bunları karşılama güçleri yüzde 39’un altına inmiş durumda. Bu oran IMF gibi kuruluşlarca alarm verici bulunuyor. İstendiği kadar bütçede malî disiplinden, devletin kamu borçlarının seviyesinin düşüklüğünden söz edilsin, esas tehlike budur; şirketlerin etine buduna bakmadan yüklendikleri dış borç riskidir.

Şirketler bu borçlarla ne yaptı? Bazıları bununla özelleştirmeden şirketler satın aldılar. Ayrıca, yeni yatırımlar ya da ithalatlarını finanse etmek için kullandılar. Sanayiden çok, inşaat-gayrimenkul, iletişim, perakende gibi, döviz kazandıran değil, döviz harcatan sektörlere, iç pazara dönük, ithalata bağımlı, dolayısıyla cari açığı büyüten yönelişlerdi bunlar.

Yabancı kaynağı çekmek için döviz kurunun düşük tutulması şirketleri dövizle ya da dövize endeksli borçlanmada cesaretlendirdi. Öyle bir yere gelindi ki, iktidarın nasılsa kur şoklarına izin vermeyeceğine güvenip daha gözü kara borçlandılar. AKP rejiminin politikalarına uygun dümen tutan Merkez Bankası bugünkü haliyle yüzde 30’a yakın aşırı değerlenmiş döviz kurunu korumaya çalışıyor. Sermaye girişlerini de olası kur şoklarına, yangınlarına karşı “su tankı” olarak, rezerv takviyesinde kullanıyor.

Kemik erimesi

Türkiye kapitalizminin şu anki durumunu en iyi tarif eden, kemik erimesi. AKP rejimine denk gelen dönemde iniş-çıkışlarla büyüyor ekonomi, ama büyüme, içinde hep kırılganlıklar biriktiriyor ve zafiyetler, güçsüzlükler yaratıyor. Bunların en belirgin olanı, mesela rekabet güçsüzlüğü yaratıyor ve ihracat yerine daha çok iç pazara mahkûm ediyor, ihracat gibi görünende ise ithal bağımlılığı öne çıkıyor. Dış kaynak ile büyüdüğü için, yabancılar çekildiklerinde döviz kuru şoku yaşanıyor. Döviz şokuyla, döviz borçlusu firmalar zorluk yaşıyor.

Kaynak: TÜİK, TCMB veri tabanı, 2012 büyümesi tahmindir.

Ekonomik bünyedeki kemik erimesini üç göstergeyle izlemek mümkün. Birincisi dış sermaye girişi, ikincisi büyüme hızı, üçüncüsü ise cari açık. Artık çok net bir biçimde görülüyor ki, ekonomi ancak ve ancak dış sermaye girişiyle büyüyor. Dış sermaye sırttaki borç yükünü çevirmek için, üretim yapmak için, hatta tüketim için gerekli. Aksamaması için döviz kuru yıllardır düşük tutuluyor. Bu kemik eriten önemli bir zaaf. Çünkü düşük kur, dışarıdan gelen sermayeye güvence veriyor, ama ithalatı, daha çok ithalatı cazip kılıyor, ihracatı ise ya caydırıyor ve/veya ithalata bağımlı hale getiriyor. İhracatçılar artan oranda ithal girdi kullanarak ihracat yapıyor ve buradan Türkiye’nin 150 küsur milyar dolarlık ihracatı olduğu yanılsaması doğuyor, 240 milyar dolarlık ithalat unutularak… Sonuç? Kemik erimesinin tezahürü, yani cari açık…

Kemik erimesi önlenemiyor, yavaşlatmak için ise 2012’de yapıldığı gibi frene basılıyor ve büyüme hızı bir önceki yılki yüzde 8,8’den yüzde 2’lere düşürülüyor. Böylesi tempo düşüşleri de kemiklerde çatırdamaya neden oluyor elbette. Ekonomi büyümediği yıllarda bile sermaye girişine kapılar açık tutuluyor. Çünkü ekonomi morfine müptela. Borç parayla döviz rezervlerinde yığınak yapılıyor.

Uzmanlar kırık oluşumu açısından temel risk faktörünün kemik kütlesindeki kayıp olduğunu, ideal kemik kütlesine sahip olmak ve bunu korumak için de beslenmeyle ve takviye olarak yeterli kalsiyum almak gerektiğini belirtiyor. Ama yetmiyor, fiziksel aktivite de gerekli.

Bunu ekonomiye uyarlarsak, üretmek gibi bir aktivite yerine, ithal edip tüketmek, yani hareketsizlik, tabii ki kemik yapısını zayıf düşürüyor. Döviz kazandıran değil, harcayan bir ekonomi kemikleri besleyemiyor ve zayıf düşürüyor. Ekonomik yapı en küçük basınçlara karşı dayanıksız hale geliyor. Kırık çıkıklara karşı, ancak maliyeyi güçlü tutarak (malî disiplinle) koltuk değneği yedekleniyor. Bunun için de ağırlık, adaletsiz dolaylı vergilere veriliyor ve özelleştirmelerle kamu varlıkları sınırsızca satılıyor. Ekonomi dışarıdan iyi gibi görünse de kemikler eriyor, zayıflıyor ve içten içe güçten düşüyor.

İçeride betonlaşma, dışarıda petrol

Son on yılda 400 milyar dolara yakın dış kaynaktan “döviz kazanan bir ekonomi” yaratılamadı. Tersine, rekabet gücü adım adım yok edildi, daha kötüsü bir morfinman gibi her yıl daha fazla dış kaynak girişine muhtaç duruma düşüldü. Bunun için de her tür tavizi, faizi vermeye mahkûm, kemik erimesinden malûl bir ekonomi kaldı geriye. Bu durumda, çöküşü geciktirecek iki serüvene sarıldı iktidar. Bunlardan birincisi, “İnşaat ya resulullah!” diye dağa taşa bina dikmek, betona sarılmak. Diğeri ise Irak Kürdistanı petrolüne heveslenmek, kıymeti kendinden menkul bir Türk-Kürt Federasyonu hayalini pazarlayarak hem PKK belasını baştan savmak hem de kitleleri fetih ruhuyla oyalamak.

Başta İstanbul olmak üzere, büyük kentler birer şantiyeye çevrildi. Konut, ofis, alışveriş merkezleri, kentsel altyapı yatırımlarıyla “inşaat odaklı bir birikim” hâkim kılındı. İnşaat sektörü 2009’daki yüzde 19 küçülmenin ardından, izleyen iki yılda ortalama yüzde 15 büyüdü, ama 2012’de büyümesi yüzde 1’e çakıldı. Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları, büyük müteahhitlik şirketleri biçiminde örgütlenen ve Başbakan’a  doğrudan bağlı TOKİ tarafından yönlendirilen inşaatın 2012’de hızının düşmesinde iç talebin iştahının kesilmesi önemli bir etken oldu. Konutu metalaştıran, hanehalklarını borçlandırarak konut sahibi olmaya özendiren “konuta dayalı birikim rejimi” kısa sürede tıknefes hale geldi. İstanbul arsa rantından nemalanmanın peşinde olanların talebi stoku eritmeye yetmiyor. Betona sarılarak ayakta kalma saldırganlığında, olan, başta İstanbul olmak üzere kentlere, kentlilere oluyor. Tarihî miras, doğal varlıklar hunharca yok ediliyor.

Kemikleri eriyen Türkiye kapitalizminin savrulduğu ikinci serüven ise aç tavuğun kendini arpa ambarında görmesi misali, Irak Kürdistanı’nın petrolü. AKP öteden beri, kendisine bir “bölgesel güç” imajı vehmedip bunu başta ABD’ye olmak üzere, dünyaya ve bölge ülkelerine pazarlama çabasında. Bu kifayetsiz muhteris çabanın hedeflerinden biri Irak Kürdistanı’ndaki petrollerden nemalanmak. Bunun için de gündeme sokulan senaryo Türk-Kürt Federasyonu. Senaryoya göre, Erbil Bağdat’tan, Suriye Kürtleri de Esat’tan kopuyor ve Irak Kürtleri ile Suriye Kürtleri Türkiye’ye federatif yapılar olarak eklemleniyor. Türkiye’deki Kürt siyaseti de bu “büyük proje”ye omuz veriyor. ABD Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına karşı çıkıyor, ama bu ittifakı destekliyor.

AKP rejimi ve arkasındaki fırsatçı Türkiye sermayesi Irak’taki Kürt-Arap (hatta Türkmen) gerilimini kışkırtıp nüfuz alanını genişletme ve o ölçüde bölge kaynaklarının talanından pay alma çabasında gibi görünüyor. Kürt sorununa çözüm adı altındaki “süreç” ise, Irak petrolü odaklı bu girişimin önünü açmaya yarayacak bir hamle görüntüsünde. Sonucun ne olacağını zaman gösterecek. Yine de, bunun Türkiye’nin Suriye, Irak, hatta İran ile ilişkilerini daha da gerecek tehlikeli bir serüven olduğu bugünden görülebiliyor.

Ücretli sınıfın on yılı

Son on yılda, ücretiyle geçinenler, yani mavi-beyaz yakalı tarım, sanayi, inşaat, hizmet sektörü çalışanları, kamu çalışanları, memurlar Türkiye toplumunda sayıca en ağırlıklı kesimi oluşturmayı sürdürdüler. AKP rejiminde hızlı bir “işçileşme” (proleterleşme) sürecinden söz etmek gerekir. 2003’te 10 milyon dolayında olan ücretli sayısı 2012 sonu itibariyle yaklaşık 16 milyonu buldu (25,4 milyon toplam çalışanın yüzde 63’ü ücretlilerden oluşuyor). Bunlara “yedek işçi” olarak adlandırılan 2,5 milyon resmî işsizi ve en az 1,5 milyonu bulan “sayılmayan işsiz”i eklersek, sayı 20 milyona ulaşıyor.

Tarımdaki gerilemenin kentlere püskürttüğü kadın ve erkek vasıfsız, yarı-vasıflı genç emek kitlesi inşaat, turizm, hizmetler, giyim, tekstil, gıda gibi emek-yoğun sektörlerde ücretli emek oldular. Düşük ücreti, sigortasızlığı, güvencesizliği sineye çekerek işe koşuldular.

Kaynak: TÜİK veri tabanı

Ücretlilerin 3,2 milyonu kamuda; 2,6 milyonu memur (4/c) statüsünde, 620 bine yakın da kamu işçisi var. Geriye kalan 12,4 milyon ücretliden yaklaşık 3,45 milyonu kaçak, yani sigortasız çalıştırılıyor; neredeyse her 3 özel sektör işçisinden 1’i demek bu. Bu aynı zamanda, 774 TL olan asgarî ücretin dahi altında çalışanlar ordusu demek.

Ücretlilerin ücret ve maaşlarının iç açıcı olmadığı sır değil. Bu konuda bir de bilgilerin sisler arkasında tutulması gerçeği var. Maliye en az memur maaşını 2012 için aylık 1.608 TL olarak, ortalama memur maaşını da 1.800 TL olarak açıkladı. Bu maaşlar işçi ücretlerinin yanında tabii ki “lüks” kalıyor. 2013’te 774 TL’ye çıkarılan asgarî ücretin iki katı bile 1500 TL’nin biraz üstü demek, ki bu çoğu işçi için geçerli değil. Özellikle inşaat, turizm, tekstil-konfeksiyon, gıda gibi düşük vasıflı emek istihdam eden işkollarında ücretlerin düşüklüğü 2012’de de geçerliliğini korudu.

Göreli yüksek ücretler yüksek kârlılığın söz konusu olduğu bazı sanayi dallarındaki büyük işyerlerinde ve iletişim-bilişim, finans, reklamcılık, emlak pazarlama gibi sektörlerde söz konusu olabilmekte ancak. Kayıtlı, görece yüksek ücretli kesim AKP rejiminde yüksek miktarda tüketici kredileri ve kredi kartları üzerinden borçlandırıldı. Bu kesimin bordroları bankalar için bir güvence. 2012 sonunda 207 milyar TL’ye ulaşan tüketici borçlarının üçte ikisi ücretlilere ait. Göreli yüksek ücret ve buna güvenerek yapılan borçlanmaların ücretli sınıfın bu “aristokrat” kesiminin tüketme/harcama kapasitesini artırması üzerine, kimi “sosyologlar” kıymeti kendinden menkul bir “yeni orta sınıf” tanımı öne sürdüler.

İstihdam edileni ve işsiziyle toplam işgücünün dörtte üçü büyüklüğe ulaşmış olmasına karşın, milyonlarca ücretlinin hem gelir bölüşümünde, hem tüm siyasî kararlarda etkinlikten uzak, kendine yabancılaştırılmış olmasında elbette örgütsüzlüğü ana etken; ve bu makus talih 2012’de de değişmedi.

Türkiye nüfusu 75 milyona ulaştı. Kapitalistleşme son 30 yılda doludizgin ilerledi. Nüfusun dörtte üçü kentlerde yaşıyor, dörtte üçü tarım dışında çalışıyor. Ücretli sınıf niceliksel olarak ikiye katlandı. İşi olanların üçte ikisi ücretli sınıftan ve bugün sayıları 16 milyon. Ama ya nitelik, örgütlülük? Çalışma Bakanlığı’nın 2012 istatistikleri kayıtlı işçi sayısını yaklaşık 11 milyon, buna karşılık sendikalı sayısını 1 milyon gösteriyor. İşçilerin yüzde 10’u bile sendikalı değil. Bu 1 milyon görünen sendikalının da, son iki yılda ancak 350 bini toplu sözleşme hakkını kullanabildi.

16 milyon ücretliden örgütlü olup toplu pazarlık hakkını kullananların üç yıldaki ortalaması sadece 422 bin, yani tüm ücretlilerin yüzde 2,5’i! Peki, grev hakkını kullanabilen kaç kişi? Çalışma Bakanlığı verilerine göre, 2011 ve 2012’de greve çıkan işçi sayısı 550’ye düştü.

Kaynak: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve TİSK veritabanı

2012 sonu itibariyle, işi olan 12,5 milyon özel sektör işçisinden 3,7 milyonu güvencesiz, sigortasız, yani kaçak çalıştırılıyor. Bu, her 3 özel sektör işçisinden 1’inin kaçak, güvencesiz çalıştırılması demek. Vasıfsız emek çalıştıran sanayinin çeşitli kollarında, hastane, turizm, perakende, ulaştırma, depolama gibi hizmet sektörlerinde kaçak işçi istihdamı çok yaygın. Asgarî ücretin bile altında çalışan bu güvencesizlere bir de komşu ülkelerden gelen ve sayıları yüz binleri bulan kaçak göçmen işçileri eklemek gerekiyor.

Kayıtlılık, sigortalılık arttıkça SGK’nın prim geliri, Maliye’nin de vergi geliri artıyor. Ama, maliyetleri düşürmek ve dış rekabet gücü kazanmak için istenen, “kayıtlı esnek çalışma rejimi”.  Kıdem tazminatı hakkını, emeklilik kazanımlarını hedefe koyan yeni rejim güya “sigortalılığı” garanti ediyor, ama “8 saat için değil, çalıştırdığın saat kadarını öde” sistemiyle işverenlere emek maliyetini düşürme fırsatını hazırlıyor.

-------------------------------------------------------------------

Mustafa Sönmez

ODTÜ İdariİlimler Fakültesi 1978 mezunudur. Tüm İktisatçılar Birliği’nde, DİSK’e bağlı sendikalarda ve çeşitli kurumlarda araştımacı–uzman olarak çalıştı.

Birçok gazete ve haber dergisinde yazarlık ve yayın yönetmenliği yaptı. Türkiye ekonomisi üzerine 20’den fazla kitap yayımladı. Yurt gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.