Kürt meselesinin çözümüne ilişkin algılar, aktörler ve süreç

Semahat Sevim & Dilan Bozgan

Kürt meselesinin çözümünde siyasetin ciddi anlamda tıkanıklık yaşadığı bu dönemde, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği ile Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) “Kürt Meselesinin Çözümüne İlişkin Algılar, Aktörler ve Süreç” konulu iki günlük bir konferans düzenledi. Konferansta, Kürt ve Türk kamuoyundaki algı farklılaşması ve birbirinden kopuş hissi vurgulandı; çözüm sürecinde müdahil olan aktörlerin, özellikle siyasetçilerin rolleri ve sorumlulukları, çözümün koşulları, çatışmanın sonlandırılması, müzakere ve diyalog yöntemleri tartışıldı.

Konferansın “Yaşam ve Algılar” konulu panelinde, Toplumsal Duyarlılık Derneği üyesi Özlem Öztürk Türkiye’deki mayınlı araziler sorununa dikkat çekti. Halkın mayınlı alanlarda yaşadığını ve mayınlar konusunda bilgilendirilmediğini ifade etti. Mayın ve çatışmalarda patlamamış cisimlerin risk haritasının çıkarılmadığını belirten Öztürk, sivillerin yaşadığı yerlerde bu durumun büyük tehlike oluşturduğunu vurgulayarak mayın sorununun bir güvenlik sorunu değil, insan hakları sorunu olduğunun altını çizdi.

"Bildiğin Gibi Değil" kitabının yazarı Yazar Rojin Canan Akın şiddetin “devletin gündelik faaliyeti” haline geldiğini, bu durumun gençlerde bir kopuş hissi yarattığını olduğunu ileri sürdü. Akın “Roboski Kürtler için bir milat oldu. Batı’nın Roboski’de yaşanan ölümleri ‘teröristlerin öldürülmesi’ olarak görmesi gençlerde bir kırılmaya yol açtı” dedi.

Van Kadın Derneği (VAKAD) üyesi Zozan Özgökçe ise Van depreminden sonra Kürtlerin algılarında bir değişim olduğunu dile getirdi. Özgökçe Van depreminden sonra “devlet destekli cemaatin” düzenlediği dinî sohbetlerle “kadınları evrensel haklarından koparmaya çalıştığını” öne sürdü. Özgökçe savaşlardan en çok etkilenenlerin başında kadınların geldiğine, kadınların savaş kaynaklı sosyal ve ekonomik sorunların birinci dereceden mağduru olduğuna dikkat çekti. Deprem ertesinde Yüksekova’dan gönderilen ekmek arabasının deprem bölgesine girmesine izin verilmediğini hatırlatarak “Kürtlerin açlıkla terbiye edilmeye çalışıldığını” ve beş gün boyunca insanların aç kaldığını anlattı.

“Kürt Meselesi ve Çözüm Perspektifleri” oturumunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Ardahan milletvekili Orhan Atalay Kürt sorununun özü itibariyle bir dil sorunu olduğunu ve öncelikle anadil sorununun çözülmesi gerektiğini ifade etti. Resmi ideolojiden kaynaklanan sorunların çözülmesi gerektiğini belirten Atalay, Kürt sorununun çözümünün iktidarın en büyük sorumluluğu olduğunu kaydetti. Atalay çözüm için “şiddetten arındırılmış bir yolun” izlenmesi gerektiğine dikkat çekti ve “Bu sorun çözümsüz kalırsa felaketler yaşanacaktır. Bu, iktidarın tek başına yapabileceği bir iş değildir. İktidar dün atması gereken adımları eğer atamamışsa, bunda yanında kimsenin olmamasının payı da büyüktür” dedi. Atalay çözüm için siyaset kanallarının işletilmesi ve siyaset yoluyla çözüm aranması gerektiğini vurguladı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Konya milletvekili Atilla Kart ise Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerinin demokratikleşme konusunda halkın taleplerini karşılamakta başarısız olduğunu belirterek şu değerlendirmeyi yaptı: “Halk tepkilerini inanç, etnik, sosyal ve sınıfsal açıdan dile getirmiştir ve bunu da üst kimliğe yöneltmiştir. Ulus-devlette üst kimlik yaratıldı ve bu üst kimlik alt kimlikleri ezen bir konumda her yere sirayet ettirildi. Temel hak ve talepler ihanet ve bölünme olarak algılandı. Bu da birçok soruna yol açtı. Günümüzde de bu sorunları yaşıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti yönetimi, 1990’lar ve sonrasında farklı bir Kürt kimliği olgusu yaratmıştır, Kürtlerin taleplerini ihanet ve bölünme olarak algılatmıştır.”

Atilla Kart geldiğimiz noktada devletin Kürt yurttaşları asimile edemeyeceğini anlaması gerektiğini ve asimilasyon yerine entegrasyonu amaçlamasını önerdi. Kart, CHP’nin anadilde eğitim yerine anadil öğrenimini savunduğunu belirtti.

Aynı oturumda Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder ise hem şimdiki siyasal iktidarın hem de geçmişteki iktidarların Kürtlere “orangutan muamelesi” yaptığını, “eğer ekmek verirsem, orayı kalkındırırsam, haklarını aramaktan vazgeçerler, seslerini keserler” şeklinde yaklaşıldığını öne sürdü. Siyasî çevrelerde sürekli kardeşlik vurgusu yapılmasına rağmen, cenazelere yapılan müdahalelerin kardeşlik kapağını kapattığını belirten Önder, “Pozantı sonrasında umutlar gitmişti. Roboski ile bu kapak yarılanmıştı. Cenazelere yapılan müdahale ile kapandı. Artık bundan sonra bu kapağı açmak sizin işiniz” dedi. AK Parti’nin dokuz BDP’li ve bir bağımsız milletvekilinin dokunulmazlıklarını kaldırma girişimine de değinen Önder, BDP milletvekillerinin bir hesap yaptığını ve toplam 118 yıl hapis yattıklarını söyleyerek “hapse girmek bizler için vız gelir tırıs gider” diye konuştu. Önder şöyle devam etti: “Kürtler, kendilerini sistemin dışına çıkartırlar. Çünkü, bir; artık hiçbir şeyden korkmuyorlar, iki; artık ümit etmeyi bıraktılar ve özgürler.” Önder’in dikkat çekici ifadelerinden biri de “Türkiye’de İslamcıların büyük bölümünün Kürt meselesi konusunda Müslüman olmadığı”nı iddia etmesiydi.

“Toplumsal Adalet ve Barışın Tesisi” başlıklı oturumda, araştırmacı Nesrin Uçarlar, geçiş dönemi adaletine ilişkin tartışmalarda bağışlamanın önemine değindi. Hannah Arendt ve Jacques Derrida’ya dayandırdığı sunumunda, cezalandırılamaz suçların da bulunduğunu, bağışlamanın esas olarak cezalandırılamaz suçlarda devreye girdiğini anlattı ve Derrida’ya göre “bağışlama ihtiyacının tam da bağışlanamaz olanların bağışlamasına denk düştüğünü” söyledi. Adaletin yeniden tesisinde “barış anneleri” ile “şehit anneleri”nin farklı gruplar olarak konumlanmalarına dikkat çekti ve iki grup arasında kurulabilecek potansiyel bağın önemine işaret etti. Uçarlar konuşmasını “bağışlama sadece bir arada yaşamak için değil, toplumlar ayrılmayı düşünse dahi toplumsal adaletin tesis edilmesi için vazgeçilmez bir süreçtir” diyerek tamamladı.

Oturumun bir diğer konuşmacısı Hakikat, Adalet ve Hafıza Merkezinin kurucusu olan Özgür Sevgi Göral ise sunumuna Türkiye’nin Ermeni soykırımı, Dersim katliamı, 6-7 Eylül olayları, 1980 darbesi, 1990’ların faili meçhulleri gibi birçok olayla yüzleşmesi gerektiğini, bu nedenle toplumsal adaletin tesisinde hatırlamanın büyük önem taşıdığını belirterek başladı. Kürtlere yaşatılan “zulüm repertuarları”na (işkence, zorla kaybedilme, faili meçhul cinayetler, zorunlu göç, vb.) karşı çıkan kişilerin de olduğuna ve bu alternatif “kahramanlık” öykülerinin daha fazla dolaşıma girmesini sağlamak gerektiğine dikkat çekti. Toplumsal olguların farklı özneler tarafından farklı hatırlandığını ve ana akım söylemden farklılaşan bu anlatıların mağduriyetten konuşmayalım diye bertaraf edildiğine değinen Göral, mağdur kesimleri ispat yükümlülüğü altında bırakan bu zihniyet örgüsüne karşı mağduriyet öykülerinin konuşulmaya devam etmesi gerektiğini öne sürdü. Göral ayrıca, Kürtlerin barıştan bahsederken esasında eşit yurttaşlar olarak kabul edilme taleplerini dile getirdiklerinin görülmesi gerektiğini vurguladı.

Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. Ayşe Betül Çelik ise Kürt Açılımı sonrasında, Türk kamuoyu tarafından Kürtlerin ve Kürt meselesinin nasıl algılandığı ve bu algıların göstergesinde sivil toplumun neler yapabileceğini tartışmaya açtı. Çelik’in 2011 ve 2012’de yaptığı çalışmalara referans verdiği konuşmasında, Kürtlerin ve Türklerin sorunun nedenleri konusunda önemli bir algı farkına sahip olduğunu; Türklerin ağırlıklı olarak sorunun temel nedenini bölgesel geri kalmışlık ve dış mihrakların manipülasyonu olarak, Kürtlerin ise ağırlıklı olarak yetersiz demokrasi ve kültürel hakların reddi olarak gördüğünü anlattı. STK’ların oynadığı müdahil role de değinen Çelik, STK’ların sorunun doğasını anlayan, taraflarını bir araya getirmeye çalışan ve yaptıkları aktivite ve müdahalenin olası sonuçlarını ve beklentilerini hesaplayan bir çalışma yapmadan sürece dâhil olduklarını ileri sürdü.

Konferansın son oturumu Çatışma Çözümleri ve Müzakere konusundaydı. Uluslararası Kriz Grubu’ndan Didem Akyel Collinsworth 2011’den beri Kürt meselesiyle ilgili raporlar yazdıklarını ve bu raporlarda Kürt meselesinde müzakereyi iki adımda değerlendirdiklerini belirtti. Collinsworth “yol reformları” olarak değerlendirdikleri, eşitliği sağlayacak dört ana reform alanında (anadilde eğitim ve anadilin kamusal alanda serbestleştirilmesi, yerel yönetimler, siyasî temsiliyetin arttırılması, anayasa ve tüm yasalardan etnik ayrımcılığın kaldırılması) yol alınmadan hükümetin Oslo görüşmeleri yürütmesinin bir etkisi olmayacağını, ikinci adımda ise müzakerelerin yürütülmeye devam edilmesi gerektiğini öne sürdü. Şu an gelinen noktanın çok kaygı verici olduğuna, Temmuz 2011’den bu yana 880 kişinin öldüğüne, ayrıca uluslararası alanda İran ve Suriye’nin Türkiye’yle işbirliği yapmadığına, hükümetin kamuoyunu yeterince hazırlamadığına ve reformlar konusunda daha cesur davranması gerektiğine dikkat çekti. Öte yandan, Kürt hareketinin taleplerini daha net açıklaması gerektiğini, demokratik özerklik gibi kavramların paranoyayı artırdığını ileri sürdü.

Potsdam Üniversitesinden Prof.Dr. Angela Mickley ise IRA’nın barış ve müzakere sürecini anlattı. Barış süreçlerinde önemli sorunun silah kullanmaktan barışçıl bir noktaya nasıl gelineceği olduğunu, barış süreçlerinde sadece militanların değil, paramiliter güçlerin de silah bırakmasını sağlamak gerektiğini dile getirdi. Barış süreçlerinin inşası için kültür, ekonomi ve siyasî alanların bir arada ele alınmasının ve trigonal bir yöntemin benimsenmesinin gereğine vurgu yaptı. Öncelikle akut şiddetin engellenmesi ve insan ölümlerinin durdurulması, ardından tedavi edici, yaraları sarıcı bir sürecin başlatılması, son olarak da koruyucu yöntemlerin, yani toplumda davranış değişikliğinin gerçekleştirilmesi gerektiğini söyledi.

Temas ve Diyalog Grubu’ndan Şahismail Bedirhanoğlu ise Kürt meselesinin çok aktörlü, uluslararası bir süreç olduğunu; KCK süreci, tutuklamalar, askeri operasyonlar, Uludere, Gaziantep bombalaması gibi olayların toplumların bir arada yaşama duygusunu zedelediğini vurguladı. Bu sıkıntılı süreçte Temas ve Diyalog Grubu olarak bir araya gelerek sorunun aktörleri olan BDP, CHP ve AK Parti ile görüşerek TBMM içinde diyaloğu ve çözüm arayışını sağlamaya çalıştıklarını belirten Bedirhanoğlu, önümüzdeki dönemde sadece taraflarla değil, bazı işadamları ve STK’larla da görüşeceklerini söyledi. Ancak, Kürt meselesinde mesafe almanın kolay olmadığını, gelinen noktada ciddi bir güvensizlik sorunu olduğunu, tarafların birbirine güvenmediklerini, birisi bir adım atarken diğerinin onun attığı bu adımı siyaseten onu zor durumda bırakmak için kullanacağını düşündüğünü dile getirdi. Kürt toplumunun büyük bir kısmının anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve adil yasalar gibi taleplerde ortaklaştığını ifade etti. Hükümetin ise silahlar bırakılmadan adım atmak istemediğini, ancak bunun süreci baştan tıkadığını, hiçbir müzakere sürecinde silahsızlanmanın görüşmenin ön koşulu olmadığının altını çizdi.