“Türklük sözleşmesi” ve Türk solu - Demokratikleşme

Barış Ünlü

Türkiye solunun Kürt meselesiyle ilişkisi 1920’lerden bugüne uzanan uzun bir tarihe sahip. Ve bu tarih utanılacak bir tarih değil. Hatta kimi dönemleri ve kimi kişileriyle gurur da duyulabilecek bir tarih. Türkiye siyaset ve düşünce dünyasının Kemalizm, İslamcılık ve merkez sağ gibi diğer ideolojik evrenlerinde Kürt meselesine dair ya tam anlamıyla şoven tutumlar alınırken ya da en iyi ihtimalle koyu bir sessizlik hâkimken, Türkiye solu hem bireysel temelde hem de kolektif olarak özgürlükçü ve radikal çıkışlar sergileyebildi. Bireysel ölçekte, Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda “Kürdistan’da sömürge usûllerinin tatbik edildiğini” söylemesi, 1960’larda genç bir Türk akademisyen olan İsmail Beşikçi’nin Kürt meselesine dair çalışmalar yapmaya başlaması ve bunu sonraki onyıllarda her türlü baskıya rağmen sürdürmesi ve 1970’lerin radikal gençlik liderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmle kopuşu ve Kürt halkının kendi kaderini tayin dâhil, gaspedilmiş bütün haklarını savunması akla ilk gelenler.

Politik hareket bağlamında ise, 1967’de Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği Doğu mitingleri Kürtler için çok önemlidir. Bu mitinglerde meselenin etnik boyutu siyaset sahasında ilk defa açıkça gündeme getirilmiştir (Süleyman Demirel yirmi yıl sonra “Doğu Mitingleri çok büyük sıkıntılar çıkarmıştır Türkiye’nin başına” diyecektir). 1970’lerin etkili radikal sol örgütlenmelerinden Kurtuluş hareketi, Kürtlerin ve Beşikçi’nin ortaya attığı “Kürdistan sömürgedir” tezini desteklemiştir. 1990’ların başında Kürt hareketiyle ittifak eden SHP’nin sadece bir-iki yıl süren demokrasi tarihi bile bu alternatif siyasetlere merkez soldan bir örnek olarak gösterilebilir.

Bireysel ve kolektif düzeylerde alınan bu tutumlar ve tutulan tarafların bedelleri büyük oldu. İnsanlar öldürüldü, dışlandı, hain olarak görüldü, hayatlarının önemli bölümünü hapiste geçirdi; partiler kapatıldı, siyasal hareketler kriminalize edildi. Vurgulamak istediğim, bugün haklı-haksız birçok eleştiriye tabi tutulan Türkiye solu tarihinin, bir yanıyla, politik ve entelektüel cesaret tarihi olduğudur. Benzer şeyleri söylemek ve yapmak, diyelim ABD veya Fransa gibi daha demokratik bir ülkede daha kolay ve daha bedelsizdir. Türkiye gibi ezici bir şekilde sağcı, muhafazakâr, milliyetçi ve devletçi bir ülkede ise çok büyük riskler içerir. İşte Türkiye solu böyle bir atmosferde gurur duyulacak kişiler ve hareketler çıkarabilmiştir. Türkiye’de benzer bir tarihe sahip başka bir ideolojik-siyasî akım yoktur.

Ancak, Türkiye solunun Kürt meselesiyle olan ilişkisinin tarihi, aynı zamanda eleştirilmesi gereken yanlışlarla, eksiklerle, körlüklerle, sağırlıklarla, çarpıtmalarla doludur. Yukarıda saydığım olumlu örnekler, gerek bireysel düzeyde, gerekse de kolektif düzeyde istisna olarak kalmışlardır. Türkiye solu örgütlerinin çoğunluğu, 1920’lerden 1990’lara kadar Kürt meselesine sessiz ve ilgisiz kalmış, bir kısmı şoven tutumlar almış, bir kısmı da devletin yanında konumlanmıştır. Sol akademi ise 1990’lara kadar Kürt meselesine dair neredeyse hiçbir şey yazmamış, yazan mensuplarını da yeterince desteklememiş, hatta kimi zaman sükût suikastına uğratmıştır.1 Türk solunun önemli bir bölümü, Kürt meselesine neden ilgisiz, neden devletçi, kimi zaman ise neden açıkça şoven olmuştur? Bu yazı, bu sorulara cevap arayacaktır. Yazıda bu noktadan sonra Türkiye solu yerine Türk solu ifadesinin kullanılacak olması ise bilinçli bir tercihtir. Eleştirinin konusu Türkiye solu olamamış Türk soludur.

Kemalizm, Marksizm ve Kürt Meselesi

Türk solu üzerinde ideolojik düzeyde çok etkili olmuş, Türk solcularının ezici çoğunluğuna az ya da çok nüfuz etmiş Kemalizm en başta gelen nedenler arasındadır. Türk solu Kemalizmin modernleştirici, merkeziyetçi, ulus-devlet kurucu ve laik projesini büyük ölçüde desteklemiş, Kemalizmi ilerici, anti-emperyalist ve hatta zaman zaman anti-feodal bulmuştur. Bu bağlamda, örneğin Türkiye Komünist Partisi (TKP) geleneği ve sol akademi Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı girişilen ilk Kürt isyanları olan Şeyh Said ve Ağrı isyanlarını gerici, feodal ve emperyalizm oyunu olarak nitelemiş ve bazen açıkça bazen de örtük olarak devleti desteklemiştir.

İsyan denilen, ama aslında bir soykırım olan Dersim olayları da aynı kadere mahkûm olmuştur. Kürt meselesinin cumhuriyetin ilk on yıllarına tekabül eden bu kritik ve kanlı aşamalarında devletin yanında yer alan Türk solu, doğal olarak bu aşamaların tarih yazımında da yer almış, ve sonuç olarak bugün bu aşamalara dair Türk kamuoyundaki müthiş bilgisizlik ve ilgisizliğe katkıda bulunmuştur. Resmî ideolojinin Türk kamuoyundaki etkisi ve nüfuzunda Türk solunun da önemli rolü vardır. Özetlemek gerekirse, Kemalist resmî ideoloji Türk solunun ayağına takılmış, kurtulunması çok zor olan ve zaman alan bir zincirdir.

Bir diğer ve Kürt meselesine dair olumsuz sonuçları olan ideolojik etki, radikal solun temel ideolojik kökeni olan Marksizmin kendisindedir. Modern dünyada asıl politik hedef olarak gündemine proletarya devrimini koyan Marksizm etnik meselelere ve ezilen ulus milliyetçiliğine yeterince ilgi göstermedi. Proletarya devriminin gerçekleşmesi ilerlemeye, sanayileşmeye, modernleşmeye, feodal kalıntıların yıkılmasına bağlıydı. Bu bağlamda, Kürt isyanları Türk Marksistlerince uzun süre feodalite, köylülük ve aşiret kalıntısı olarak algılandı. Sosyalist devrim beklenirken veya bunun için çabalarken, Kürt meselesi bir ayak bağı olarak ortaya çıktı. Kürt hareketinin tanınmış simalarından Hatice Yaşar’ın 1980’lerde eleştirdiği gibi, “Enternasyonalist dayanışma bugünlerin bu kadar gecikmemesini gerektirirdi ama, sosyalizmin üretici güçlerin geliştirilmesi olarak yorumlandığı resmî biçiminde, hiçbir komünist egemen ulus milliyetçiliğinin tuzağından kolayca kurtulamadı. Resmî sosyalizmi, proletaryanın kurtarıcı ideolojisi olarak benimseyen Türk sosyalistlerinin de aynı tuzağa düşmeleri maalesef kaçınılmazdı…”2

Ayrıca, yine Marksizmin kendine has, ama içinde doğduğu çağdan alarak içselleştirdiği, bir tür oryantalizmi de mevcuttu. Marx’ın Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğini, değişime direnen eski yapıları yıkması bakımından, olumlu bulduğunu biliyoruz. Benzer bir yaklaşım Türk Marksistlerinin Kürdistan’a bakışlarındaki oryantalizmde de gözlemlenebilir. Türk modernleşmesi Kürdistan’da gaddar metotlar izlemiş olabilir, ama feodal ve gerici kalıntılar başka türlü yıkılamazdı... Düşünce buydu.

Türk solunu derinden etkilemiş iki ideoloji –Marksizm ve Kemalizm– Kürt meselesine dair yaklaşımların belirlenmesinde neredeyse işbirliği yapmışlar, tamamlayıcı olmuşlardır. 1960’larda Türk sosyalistlerince ortaya atılan devrim stratejilerinde –ister sosyalist devrim, ister milli demokratik devrim– ve bunların üzerinde bina edildiği toplumsal yapı analizlerinde Kürtlerden neredeyse hiç bahsedilmemesi, Kemalizm ve Marksizmin neden olduğu körlüklerle ilgili olsa gerekir. Sonuç olarak, Kürdistan’daki devrimci potansiyel büyük ölçüde es geçilmiştir.3

Bu ikili ideolojik etkinin ortaya çıkardığı körlüğe ve çarpık algılamalara, Kemalizm ve Marksizmin resmî ideoloji olduğu iki ülke olan Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasındaki yakın ilişkiler de önemli ve Kürt meselesine dair olumsuz etkilerde bulundu. SSCB dönem dönem yakın ilişkide olduğu, ama neredeyse her zaman incitilmemesi gereken bir stratejik komşu olarak gördüğü Türk devletini Kürtlere karşı desteklemiştir. Bu destek ise Türk solunun önemli geleneklerinden olan TKP geleneğinde doğrudan bir yansıma buldu. SSCB Türk devletini desteklediği sürece, TKP de Türk devletini desteklemiştir. Ya da en azından, alması gereken tutumları alamamıştır.

SSCB eğer Kürtlerin yanında yer alsaydı, muhtemelen TKP de alacaktı. Yukarıdaki Marksizm eleştirisi bir yana, Marksizm içinde özellikle Lenin’in öncülük ettiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve ezilen ulus milliyetçiliği nosyonları böyle bir tavrı gerektiriyordu. Ama vurguladığım gibi, SSCB’nin aldığı pozisyonlar Türk solcularının da Marksizm içindeki daha zayıf ve tartışmalı noktaları benimsemesine yol açmış olabilir.

Genel olarak reel-sosyalist ülkelerin ve özelde de SSCB’nin farklı ülkelerdeki farklı etnik/ırksal sorunlara ilişkin takındığı farklı tutumlar o kadar önemlidir ki, çeşitli ülkelerde birbirine tamamen zıt komünist geleneklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye komünist geleneğiyle Güney Afrika komünist geleneğini kısaca karşılaştırmak öğretici olabilir. SSCB, Kürtlere karşı Türk hükümetini destekleme kararı aldığı 1920’lerde, Güney Afrika’da beyaz egemenliğine karşı siyahları ve siyah hareketlerini destekleme kararı almış ve bunu da Güney Afrika Komünist Partisi’ne (SACP) benimsetmiştir. Sonuç olarak, beyazların kurduğu SACP ve siyahların kurduğu Afrika Ulusal Kongresi (ANC) 1950’lerden 1994’e kadar Apartheid’a karşı birlikte, ittifak halinde mücadele etmişler, bedelleri birlikte ödemişlerdir.4 1994’den bugüne kadar ise iktidar ortaklıklarını bir koalisyon halinde sürdürmektedirler.

SSCB iki ülkede neden iki farklı tutum aldı? Birinci neden, Türkiye’nin SSCB için büyük önemidir. SSCB bu kadar yakın ve güçlü bir devleti karşısına almak istemedi. Böyle bir stratejik neden Afrika kıtasının en güneyinde mevcut değildi. İkinci neden, siyahların Güney Afrika’da çoğunluk, Kürtlerin ise Türkiye’de azınlık olmasıdır. Çoğunluğun er ya da geç iktidara geleceği beklenir, dolayısıyla desteklenmesi pragmatiktir; azınlığı desteklemek ise, başına ne geleceği belli olmadığı için, pragmatik değildir. SSCB’nin farklı pozisyonlarının nedeni ne olursa olsun, bu iki farklı pozisyon Türkiye ve Güney Afrika’da ezilen ulus milliyetçiliği ve ırkçılığa karşı birbirinden hayli farklı iki komünist geleneğin oluşmasına katkıda bulundu. Bu nedenle, sosyalist bloğun çöktüğü 1990’ların başında TKP’nin dünyadaki ve Türkiye’deki prestiji epey düşükken, SACP’nin prestiji çok yüksekti.

Bugün, Türk solunun büyük bölümü Kemalizmle olan bağlarını koparıyor, koparmaya çalışıyor. Bunda resmî ideolojinin son yıllarda aldığı büyük darbelerin etkisi çok önemli bir rol oynadı. Marksizm ise gelişmesine ve özgürleşmesine engel teşkil eden reel-sosyalizmin ayak bağından, bir başka deyişle sosyalist devletlerin resmî ideolojisi olma halinden kurtulmuş durumda. Dolayısıyla, bugün Marksizm çok daha özgürlükçü ve çok daha az devletçi, çok daha az oryantalist ve etnik meselelere çok daha fazla duyarlı. Bu gelişmelere paralel olarak da, Türk solu bugün Kürt meselesine karşı daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir şekilde yaklaşabiliyor.

Ancak, Türk solunun Kürt meselesine dair sorunlu tarihi sadece Kemalizm, Marksizm ve reel-sosyalizmle ilgili değildir. Bugün sorunun önemli bir bölümünü, benim “Türklük” dediğim ve Türkler tarafından hiçbir zaman sorgulanmayan bir imtiyazlar, fikirler, refleksler ve duygular bütünü oluşturmaktadır. Sol Türkiye’de Türklüğü nedeniyle Türk solu olarak doğmuş, Türk solu olarak hayatını sürdürmüş ve Türkiye solu veya sadece sol olamamıştır. Sosyal bilimler Türkiye’de Türk sosyal bilimleri olarak doğmuş ve öyle yaşamıştır. Yazının geri kalanında Türklükten ne kastettiğimi ve Türklüğün Türk solunu ve sol akademiyi nasıl bir Türk sorunu haline getirdiğini açmaya çalışacağım.

Türklük ve Türk Meselesi5

Türk solcusu kendisini Türk olarak görmez, görmek istemez; enternasyonalist, sosyalist, Marksist olarak görür, görmek ister. Etnisite dendiği zaman, kimlik siyaseti dendiği zaman, aklına Kürtler veya diğer azınlıklar gelir. Kendisinin bir etnisiteye dâhil olduğunu, çoğunluğun parçası olduğunu ve bu mensubiyetten dolayı ne kadar imtiyazlı olabileceğini, bilgilerinin ne kadar sınırlı ve çarpıtılmış, duygularının ne kadar fakir ve tekdüze olduğunu göremez. Bir başka deyişle, kendi bilgilerini, duygularını, imtiyazlarını görelileştiremez, bunların yapıçözümünü yapamaz ve bunların kendi Türklüğüyle ilgili bağlarını deşifre edemez. Kendi Türklüğünün farkına varamadığı ölçüde de başkalarının Kürtlüğünü yeterince algılayamaz, duyumsayamaz. Türk olmaktan kaynaklı imtiyazlarını göremediği sürece, Kürt olmaktan kaynaklı sayısız dezavantajı da yeterince anlayamaz, Kürtlerle hakiki bir empati kuramaz. Kendi kimliğinin farkına varamadığı için başkalarını kimlik siyaseti yapmakla eleştirir. Türk solcusu, Türklüğünü kavrayamadığı ölçüde Türk sorununun bir parçası olmuş ve Kürt sorununun çözümüne yeterince katkıda bulunamamıştır.

Bir Türk solcusunun Türklüğü, şüphesiz ki, bir Türk milliyetçisinin veya İslâmcısının Türklüğüyle aynı değildir. Ama bu solcularda Türklük olmadığı anlamına gelmez. Türk milliyetçisinin katı Türklüğü çok kolay bir şekilde görünüp elle tutulabilirken, Türk solcusunun Türklüğü buhar halindedir, görmesi ve elle tutması zordur. Türklük solda kendine özgü haller almıştır. Ancak her ne kadar solun ve sağın Türklükleri farklı haller almışsa da, bu farklı Türklüklerin kökenleri aynı yerdedir.

Türkiye Cumhuriyeti “Türklük sözleşmesi” dediğim bir metaforik sözleşme üzerine kuruldu. Buna göre, anadili Türkçe olanlar ve sonradan Türkleşenler (Türklüğe asimile olan Çerkezler, Lazlar, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, vb.) sözleşmeden yararlanacaklar, potansiyel olarak siyasette, iş dünyasında, bürokraside, akademide ve sanatta çok iyi yerlere gelebileceklerdir. Sözleşmenin ilk şartı Türk olmak ve/veya Türkleşmekse, ikinci şartı sözleşmenin üzerinde yükseldiği gayrimüslimlerin Anadolu’dan tasfiyesi ve zenginliklerine el konulması üzerine konuşmamak, yazmamak, ses çıkarmamaktı. Üçüncü şartı ise, Türkleşmeye direnebilecek olan diğer Müslüman gruplara dair yazıp çizmemek ve siyaset üretmemekti. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin yazılı olmayan anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen temel maddeleriydi.

Bu metaforik sözleşmeyi her Türk ve her Türkleşen aktif olarak imzalamamış olabilir, ama sözleşme gereği, imzacı olmasa da, kişi bundan faydalanabilir.6 Burada kritik olan sözleşmeye direnmemek ve aykırı davranmamaktır. Aykırı davrananlar en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Bu cezalandırma öldürülme, hapsedilme, işkence edilme, işten atılma, işe alınmama ve dışlanma biçimlerini alabilirdi. Sözleşmeyi aktif olarak destekleyenler ve/veya sözleşmeye pasif olarak ses çıkarmayanlar ise çeşitli imkânların gerçek veya potansiyel faydalanıcıları olacaklardı. Burjuva, hâkim, öğretmen, profesör, bakan, cumhurbaşkanı, işçi, muhtar, müzisyen olabilirlerdi, oldular. Türklüğün maddî temeli bu metaforik sözleşme ve sözleşmecilere sunulan imtiyazlar setidir.

Bahsettiğim sözleşmeye Cumhuriyet tarihi boyunca direnenler Kürtler olmuşlardır. Türkleşmeyi reddeden Kürtler ve Kürtleri direnişlerinde destekleyen az sayıda Türk doğal olarak çeşitli biçimlerde, ama en ağır şekilde cezalandırıldı. Bu yolda onlara destek vermesi beklenebilecek solcuların büyük bir kısmı ise arkalarını döndü ya da doğrudan devlet politikalarını destekledi. Bunu da çoğu zaman Marksizm, enternasyonalizm ve ilericiliğin gereği olarak sundular, çünkü kimlik kavgaları sosyalizmin hedefinden sapma olarak görülüyordu. Kürt meselesi önemli bir mesele değildi, emperyalizmin oyunuydu, işçi sınıfını etnisitelere bölen bir gericilikti. Solcular bunları söylerken ya da daha sıklıkla olduğu gibi konuya dair hiçbir şey söylemezken, gerçekten de enternasyonalist ve ilerici olduklarını düşünüyorlardı.

Buna kendilerini inandırdılar, çünkü inanmak zorundaydılar. İnanmasalardı, Türklük sözleşmesine direnselerdi, Kürt direnişlerine destek verselerdi, bu desteğin kendilerine ne kadar büyük bir cezayla geri döneceğini –Türklük sözleşmesi gereği– biliyorlardı. Hayatlarından olabilirler, işlerinden atılabilirler, aileleri dâhil en yakınları tarafından dışlanabilirlerdi. Böyle cezalara maruz kalmamak, imtiyazlarından vazgeçmemek için teorik gerekçeler buldular, bazı hakikatlerden kaçtılar. Ancak bu bilinçli bir kaçış değil, bilinçdışı bir kaçıştır. Bilinçli kaçan korkaklığıyla yüzleşmek zorundadır. Bu da beraberinde utanç ve suçluluk duygusu getirir. Kaçışın gerçek bir kaçış olması için geride utanç gibi bir duygu bırakmaması gerekir. Bu nedenle, kaçışı bilincin dışına atarak gerçekleştirmek şarttır. İşte bu noktada Marksizm ve enternasyonalizm bir kaçış aracı olarak kullanılmıştır.

Kürtlerle girişilecek somut enternasyonalizmin yerine soyut bir enternasyonalizm her zaman için daha güvenlikli oldu. Kürtçe yasakken (öz)Türkçe edebiyat günleri düzenlemek, mahkemede ve mecliste Kürtçe konuşanları milliyetçilikle eleştirmek, Kürdistan’da her türlü zulüm yapılırken Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki oyunlarıyla ilgili yazmak, Kürt devleti fikrini “Marksistler devlete karşıdır, yeni bir devletin kurulmasını neden destekleyeyim, ayrıca kurulsa ne olacak, o da ABD’nin oyuncağı olacak” gibi gerekçeler ileri sürmek... Bunları yapanlar sadece Türkler de değildir. Kürt solcular da uzun süre Kürtçe konuşmadılar, Kürtçe savunma yapmadılar, çocuklarına Kürtçe isim koymadılar. Bunları da “biz milliyetçi değiliz, bir enternasyonalistiz” gibi gerekçelerle açıkladılar. İster Türk ister Kürt olsunlar, böylece hem kaçmış, hem de kendilerini ve başkalarını kandırmış oldular. Türklük ve Türklük sözleşmesi, solun önemli bir kısmını böyle Türkleştirmiştir. Kürt meselesinin gereklerinden kaçırarak Türkleştirmiştir.

Türklük bir imtiyazlar bütünü olduğu kadar bir bilgi setidir. Türk solunun bilgi dağarcığında son yıllara kadar Kürt meselesine dair ciddi bir bilgi bulmak mümkün değildi. Bu iddianın doğruluğu ve yanlışlığı Kürt meselesine dair kaç Türk solcusunun ciddi bir araştırma yaptığına ve bunu yayımladığına bakılabilir. Kendileri yapmadıkları gibi, yapanları da ciddiye almamışlar veya yok saymışlardır. Özellikle geç 1990’lar öncesi gelişimini tamamlamış bütün önemli Türk sosyal bilimcilerinin yazdıklarına ve konuştuklarına bakılarak da bu iddianın sağlaması yapılabilir.

Ancak, bu bilgisizlik, ABD’de ortaya çıkan beyazlık çalışmalarının beyaz entelektüeller için öne sürdüğü gibi, pasif bir bilgisizlik değildir.7 Bilgi yokluğundan değil, bilgilenmeme yoluyla bilgisiz kalınmıştır. Çünkü bilmek, kişiye bildiği şeye dair bir sorumluluk yükler. Bilirseniz, bilginin gereğini yerine getirmek durumundasınızdır, o da bedeliyle birlikte gelir. O nedenle bilmemek, bilgiyi yok saymak, bilgiyi üretenleri ciddiye almamak gerekir. Ancak, bunu yaparken de kendinize olan saygınızdan ödün vermeden yapmanız gerekir. Bu noktada yine bilincin dışına itilen mekanizmalar devreye girer. Solcu kişi, bilgilenmek istediği ilgi alanlarını belirlerken Kürdistan’da olup bitenleri çok da önemli bulmamaktadır. Gecekondulaşma, kapitalizmin aşamaları, Türkiye’nin yarı-sömürge durumu, Marksizmin farklı boyutları ve düşünürleri vb. gibi konular ilgi alanlarında ön sıralara yerleşirler. Ülkenin en yakıcı, yüz yıldır onbinlerce kişinin ölümüne yol açan bir sorunu ise ne sol akademisyenlerin, ne de genel olarak Türk solcuların bilgi repertuarına ve ilgi dünyasına çok uzun bir süre girebilmiştir. Türklük ve Türklük sözleşmesi solun bilgi repertuarını da belirlemiştir.

İmtiyazlar seti ve bilgi repertuarıyla birlikte duygu repertuarı gelir. Duygular sosyalleşme ve bilgilenme yoluyla gelişir ve farklılaşırlar. Duygular öğretilebilir ve öğrenilebilir. Bu anlamda, Türk ve Kürt solcuları iki ayrı duygu dünyasında yaşamaktadırlar. Tipik bir Türk solcusuyla tipik bir Kürt solcusunun, sözgelişi, Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na, Şeyh Said’e, Kürt gerillalara, Abdullah Öcalan’a yönelik hisleri arasında çok büyük farklar vardır. Aynı olguya bambaşka gözlerle, bambaşka duygularla yaklaşırlar. Türk solcuları Kürt muadilleriyle, Kürtlerin sorunlarıyla, duygularıyla, sevdikleriyle ve sevmedikleriyle çok zor empati kurmaktadır. Türkler için, taş atan Filistinli bir çocukla empati kurmak, taş atan bir Kürt çocukla empati kurmaktan daha kolaydır. Dünyanın bir ucunda bir devlete karşı savaşan gerillaya karşı sempati duyulurken, yanıbaşındaki bir coğrafyada kendi devletine karşı savaşan Kürt gerillası hakkında ne hissedeceğini bilemez. Türklüğün bir ölçüsü de duygu repertuarında neyin olup neyin olmadığıdır.

Bütün bunlarda aslında şaşılacak bir şey yok. İmtiyazlar setinin korunması doğal veya bilgi ve duygu repertuarlarının fakirliği ve zayıflığı anlaşılabilir. Devlet, okul, ordu, medya, aile, kişinin içinde yaşadığı meslekî cemaatler onlarca yıldır Türklerin ve Türkleşenlerin üstüne çeşitli bilgiler ve duygular empoze ediyor. Kişi sözleşmenin dışına çıkmaya kalkarsa imtiyazlarından oluyor, aforoz ediliyor. Şaşılacak şey, Türk solcusunun neden böyle hissediyorum, neden öyle hissetmiyorum, neden bunu biliyorum, neden onu bilmiyorum, neden bu konuya ilgiliyim, neden bu konuya ilgisizim diye düşünmemesidir. İlginç olan, Türk Marksistlerinin bir konu hakkındaki düşüncelerinin sadece Marksizmle ilgili olduğunu düşünmeleri, düşüncelerinin ve duygularının Türklükle gölgelenmiş olabileceğini hiç akıllarına getirmemeleridir. Eleştirilmesi gereken, Türklük dünyasının imtiyazlar setinin, bilgi evreninin ve duygu dünyasının bir parçası olmaktan ziyade, bunların parçası ve yer yer yeniden üreticisi olunduğunu görememektir. Bu da, Türkiye düşünce dünyasındaki yaratıcılık eksikliğinin sanırım önemli bir nedenidir. Türklük özgür düşünce ve duygu zenginliğinin önünde görülmeyen bir duvar olarak varlığını sürdürüyor.

İlk bölümde vurguladığım üzere, son yirmi yılda Marksizmin reel-sosyalizmin resmîliğinden kurtuluşu ve resmî ideoloji Kemalizmin çöküş sürecinde oluşu, Türk solunu ve akademisini önemli ölçüde özgürleştirdi. Artık Kürt meselesine daha özgürlükçü, daha bilgili ve daha duygulu yaklaşılıyor. Ancak Kemalizmin ve reel-sosyalizmin çöküşü Türk solunun içselleştirdiği Türklüğün kendiliğinden yok olacağı anlamına gelmez. Çünkü, bahsettiğim Türklük büyük ölçüde bilincinde olunmayan bir varoluş halidir. Belli görme, duyma, duygulanma, bilme ve görmeme, duymama, duygulanmama, bilmeme halleridir. Kendini pasif gibi görünen ilgisizlikle, duygusuzlukla, bilgisizlikle, eylemsizlikle ayakta tutar. Türklüğün farkına varmak, bilgisizliklerin, duygusuzlukların, ilgisizliklerin, eylemsizliklerin arkasında yatan bilinçsiz ya da yarı-bilinçli mekanizmaları kavramayı, neyin gerçek bir düşünce neyinse sadece bir refleks olduğunu bulup çıkarmayı, bütün bunları deşifre etmeyi gerektiriyor. Ancak bu başarılabilirse, Türk solu Türk olmaktan kurtulup Türkiye solu ya da sadece sol olabilir, Türk aydını entelektüel, Türk akademisi de üniversite olabilir.

Dipnotlar

1.   Kürt meselesi ve Türk solu ilişkisinin tarihine dair Türk aydınlarının eleştirel görüşleri için bkz.: Sever, Metin (1992): Kürt Sorunu: Aydınlarımız ne Düşünüyor, İstanbul: Cem Yayınevi.

2.   Yaşar, Hatice (1988): “Kürt Milli Meselesi Karşısında Türk Sosyalistlerinin Tutumu”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 2114-15.

3.   Türk solunun ideolojik kaynakları ve Kürt sorunuyla ilişkisi üzerine çok faydalı bir derleme eser için bkz. Gültekingil, Murat, ed. (2007): Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol, c. 8, İstanbul: İletişim Yayınları.

4.   Bkz. Ellis, S./Sechaba, T. (1992): Comrades against Apartheid: The ANC and the South African Communist Party in Exile, London: James Currey.

5.   Türklük meselesini daha ayrıntılı ve mukayeseli bir şekilde şu yazımda incelemeye çalışmıştım: Ünlü, Barış (2012): Türklüğün Kısa Tarihi, Birikim, 274, s. 23-34.

6.   Burada, ABD’nin ırksal bir sözleşme üzerinde kurulduğunu ve her beyazın, ister imzacı olsun ister olmasın, bundan faydalandığını söyleyen Charles Mills’den ilham aldım. Bkz. Mills, Charles W. (1997): The Racial Contract, Ithaca: Cornell University Press.

7.   Örneğin bkz. Sullivan, S./Tauna, N., eds. (2007): Race and Epistemologies of Ignorance, Albany: SUNY Press.

Barış Ünlü

Lisans ve yüksek lisansını iktisat ve siyaset bilimi dallarında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, doktorasını ise sosyoloji alanında SUNY Binghamton Üniversitesi’nde tamamladı. Halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesidir.