Abluka: Gerçeğin acı ironisi

Teaser Image Caption
Meral rolünde Tülin Özen ve Kadir rolünde Mehmet Özgür

2015’in en iyi filmleri arasına şimdiden yerleşen Abluka dünya prömiyerini 72. Venedik Film Festivali’nde yaptı ve Arca Cinemagiovani ödülüne lâyık görüldü. Festival direktörü Alberto Barbera’nın, “Politik alegori tarafı olan, sert ve güçlü bir film” sözleriyle değerlendirdiği Abluka yirmi yıl hapis yattıktan sonra şartlı tahliye olan Kadir’in hikâyesiyle açılıyor. Şartlı tahliyesi karşılığında, çöp toplayıcısı gibi çalışarak devlet açısından “sakıncalı” olan gecekondu mahallelerinde muhbirlik yapmaya başlayan Kadir, kardeşi Ahmet’le o mahallelerden birinde karşılaşır... Ve öykü Türkiye’nin güncel siyasal panoramasının katmanlarını resmederek ilerler. Abluka’yı yönetmeni Emin Alper’den diniliyoruz..

Abluka'nın yönetmeni Emin Alper
Abluka’nın tek kadın karakteri Meral gizemli bir kadın. Neden böyle bir karaktere ihtiyaç duydunuz?

Emin Alper: Kadir’in dünyasını altüst etmek için. Hapishaneden çıkmış, normal hayata dönmeye çalışan, güven duyabileceği, sabit ilişkiler arayan biri Kadir. Sabitlenme arayışının bir ayağı kardeşi ve ailesini tekrar kurmak isteği. Diğer tarafta da Ali’yle Meral var, mahalledeki tek dostları. Etrafı içeriden ve dışarıdan düşmanlarla çevrili bu mahallede güvenebileceği iki insan. Kaldı ki, Meral’in cazibesinden de çok etkileniyor. Onların şüpheli, hatta düşman kategorisine geçmeleri Kadir’in dünyasını altüst edecek bir faktör. Kardeşi Ahmet’ten beklediği kucaklaşmayı bulamamasının, ailesini tekrar bir araya getirme ütopyasını gerçekleştiremeyecek olmasının hayal kırıklıklarının da bir birikimi var. Meral karakteri Ahmet’le olan ilişkisini de kompleks hale getiriyor. Kadir’in dünyasını altüst etmek için kurulmuş iki karakter Ali ve Meral.

Meral ve Ali, Kadir için giderek düşmana dönüşüyor. Özgürlüğü uğruna Kadir muhbir olmak zorunda ve şüphe onu büsbütün ele geçiriyor. İki kardeş, Kadir ve Ahmet karakterlerinin yazım sürecinde ortaya çıkışı nasıl oldu?

Meral’i derhal düşman kategorisine sokmuyor, bir tereddüt geçiriyor. Kadir’in ilk rüyası biraz da bunu anlatıyor, belki de Meral’i kurtarmak istiyor. Karakterler çok uzun bir yolculuk geçirdi. İlk fikir, çöp toplayıcısı bir muhbir ve paralel olarak Ahmet ile köpeğin hikâyesiydi. Daha sonra bu ikisi kafamda iç içe oturdu. Ahmet’in köpekle birlikte içine kapanarak paranoyaklaşması ve muhbiri olan kardeşini paranoyaklaştırması fikri zihnimde uyandı ve sonra da gelişti.

Edebiyattan beslendiğinizi sıklıkla vurguluyorsunuz. Ahmet karakterinin ilhamı da Thomas Mann’ın bir öyküsünden geliyormuş. Öyküyü ilk okuduğunuzda buradan hareketle yazma arzusunu tetikleyen neydi?

Efendi ile Köpeği’ni uzun yıllar önce okumuştum. Çevresinde herkesin dalga geçtiği zavallı bir meczubun hikâyesi. Kimseyle ilişki kuramayan bir adam. Sadece bir sokak köpeğiyle ilişki kuruyor. Hikâye köpekle olan ilişkisinin giderek hastalıklı bir hale gelmesini anlatıyor. Köpeğin dışarı çıkmasını engellemek için onu sakatlamaya kadar varıyor iş. Zihnimde birden şu soru uyandı: Bu karakter aynı zamanda bir köpek itlafçısı olsa nasıl olurdu? İşte o zaman hikâye Türkiyelileşmeye başladı. Erkekliği yara almış, karısı tarafından terkedilmiş, köpek avlarken birdenbire bir köpekle dostluk kuran bir insan hikâyesine dönüştü.

Abluka ile içinde yaşadığımız Türkiye realitesi arasında büyük paralellik var. Venedik Film Festivali’nden davet aldığınız gün Suruç katliamının olduğunu anlatıyorsunuz bir söyleşide. 1 Kasım seçimlerine kadar yüzlerce insan öldü, beş ay zarfında yaşananlar herkesi allak bullak etti. Bu zor dönem filminizle ilişkinizi nasıl etkiledi?

Filmi zamansız kurgulamış olmamız aslında memlekete dair karamsarlığı içeriyor. Bu olmuş bitmiş, geçmiş bir olay değil. Türkiye’nin sorunlarını çözemiyor olması, sorunlarını çözmek bir yana, sorunları daha da katmerlendiriyor olması bu filmi tasarlarken beni hep şuna zorladı: Geçmiş mi, gelecek mi, belli değil. Türkiye, bu yaklaşımla filmi ele almaya zorladı beni. Dolayısıyla, karamsarlık filme içkindi. Her an Türkiye böyle bir duruma düşebilir, daha da kötü olabilir. “Daha kötüsü olamaz” derken hep daha da kötüsüyle karşılaşıyoruz. İyimserlik uyandıran şeyler de olmuyor değil, dönem dönem çok şaşırtıcı hadiseler oluyor, ama genelde, hele de şu dönem yüzümüzü güldürecek hiçbir şeye rastlamıyoruz. Yine de, filme içkin karamsarlığa rağmen, çekimler sırasında bu kadar karamsar değildik. Kurgu aşamasında, hatta haziran ayı boyunca nispeten iyimser geçmişti. Haziran seçimlerinde bayağı umutlanmıştık. Ama Temmuzda, birdenbire her şey altüst oldu. Hikâyenin bütün karamsarlığına rağmen, bu ülke yine bizi şaşırttı, daha da kötü bir tabloyla karşı karşıya getirdi. Yazın başlayan savaşla abluka gündemimize girdi. Abluka olgusunun ve lafının bu kadar güncelliğe kavuşacağını hiç beklemiyordum.

Filmin adı başından beri Abluka mıydı?

Filmin ismi çok değişti. Ama Temmuzdan önce kesinleştirmiştik. İlk ismi Cinnet’ti. İngilizce ismi olan Frenzy oradan geliyor. Türkçe isim için en sonunda Abluka’da karar kıldık. Üç-dört hafta sonra da Suruç oldu. Ardından şehirler abluka altına alınmaya başlandı...

Filmin atmosferini, anlatmak istediği abluka halini, tecridi “apokaliptik” olarak niteliyorsunuz. Gösterdiğiniz yoksunluk ve yoksulluk haliyle abluka altına alınma gerçeği arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Aslında çok ironik, biz filme bir taraftan distopik, bir taraftan apokaliptik diyoruz ama, filmde tamamen gerçek mekânlara yaslandık. Hollywood filmi mantığıyla distopik film dendiğinde inanılmaz bütçeler ortaya çıkıyor. Biz distopyanın eşiğinde yaşadığımız için ülke kendiliğinden böyle mekânlar sunuyor. Biz sadece ufak dokunuşlarla bunu vurguladık, abarttık. Filmdeki bütün o garip mekânlar, meyhane, çöp pazarı, mahalle gerçek yerler.

Bu mekânlarla ilk karşılaştığınızda sizi en çok saran ne oldu?

Masa başında tasarladığımla filmdeki mekânlar arasında hiçbir benzerlik yoktu. Kafamda daha klasik bir gecekondu mahallesi vardı. Şimdi yerinde yeller esiyor ama, Ankara’daki Balgat Mahallesi örneğin, dağlar tepeler küçük küçük evlerle doludur. Artık öyle bir mahalle kalmadı. Biraz İzmir’de var. Halkalı’nın Şahintepe mahallesine gittiğimizde tam da izole edilmişlik havasına uygun bir şekilde, mekâna adım atar atmaz iklim değişti. İstanbul’un içi günlük güneşlikti, Küçükçekmece’nin üstlerine çıktığımızda birden havayı bulutlar kapladı, rüzgarlı, karanlık bir hava oldu. Mekânı görünce çok etkilendik. Hatta şüpheye kapıldım, “hava böyle birden değiştiği için mi bana etkileyici geldi” diye. Sonra birkaç kere güzel havalarda gittik. Enteresandır, o mekânın gerçekten de kendine has mikrokliması varmış, çekimler sırasında öğrendik, İstanbul’dan iki-üç derece daha soğuk, İstanbul’da yağmur yağmazken oraya sürekli yağmur yağıyor. Mekânın tecrit hissini artıran farklı bir iklimi vardı. O büyük, yüksek binalar, Başakşehir’in yeni konutları, TOKİ’ler, gökdelenlerle çevrilmiş olması çarpıcıydı. Tabiri caizse medeniyetten otoyollarla ayrılmış, neredeyse İstanbul’un son noktası gibi bir yer, bir süre sonra gerçekten İstanbul bitiyor. Ve tabii hâlâ sobalar var, kömür dumanları mahallenin üstünü sisin kaplamasına neden oluyor. Bunlar beni mekânda etkileyen taraflardı.

Köpek katliamı bir tür “derin belediyecilik” faaliyeti gibi. Kadir’in çöp toplayıcısı süsü verilmiş muhbirlik işiyle Ahmet’in belediyedeki köpek itlafçılığı yakın zihniyetlerin ürünü. Köpeğe, kadına, kendine, hayata bu kadar tahammülsüzlüğü, baskıya, zulme bu yatkınlığı nasıl tarif ediyorsunuz?

Filmin eleştirdiği temel zihniyet bu: Bütün meseleyi “güvenlik” penceresinden ele alma ve nüfusun, hayvanların bir kısmını insanların güvenliğine veya şehrin imajına tehdit olarak görüp onları temizleme. Beylik bir laf, ama yine de edeceğim: Elinde çekiç varsa, bütün sorunları çivi olarak görürsün. Bizim memleketin yakın tarihini özetliyor bu söz. Devlet otoriter olduğu, elindeki araçlar da bunlar olduğu sürece bütün sorunların çözümüne yok etme perspektifiyle yaklaşıyorsun, çünkü başka türlü politikalar gücünü paylaşmanı zorunlu kılıyor. Memleketteki toplumsal mücadeleler de belki zayıf kaldı. Genelde dünyada böyle oluyor; muktedirler bile, “yeter artık, çok zayiat verdik” diyerek güçlerinin bir kısmını paylaşmak zorunda kalıyor. Belki memleketimizde hâlâ bu noktaya gelinmedi. Toplum iktidarı, iktidarı elinde tutanları cezalandırmak yönünde bir refleks geliştiremedi. Mesele toplumda bitiyor, toplum kendi desteklediği insanların güç biriktirmesinden şikâyetçi değil. Tam tersine, destekliyor. İktidardakilerin güç biriktirmesinin uzun vadede kendisine, en azından çocuklarına zarar getireceğini tam anlamıyla idrak edebilmiş değil.

Kadir’le Ahmet ilişkisinde bir fluluk, bir erkek rekabeti de var. Mesela, Ahmet’in karısı tarafından neden terkedildiğini bilmiyoruz. Ahmet çok genç, bir yandan intihar eğiliminde. Neden köpek itlaf ediyor? Bu belirsizliğin nedeni ne?

Evet, filmin genelinde fluluk var. Fazla açıklamadan hoşlanmıyorum, Tepenin Ardı da öyleydi. Bunun teknik bir tarafı da var. Roman yazarken olayları ve karakterlerinizi uzun uzun anlatırsınız. Sinemada böyle araçlar yok; bu tür şeyler yaptığınızda çok sakil kaçıyor. Ahmet’in, Kadir’in hayatını anlatmak için ne yapacaksınız? Diyalog yazacaksınız, öğretici, açıklayıcı diyaloglar... Benim için sinemadaki en antipatik durum! Normalde bambaşka bir şey konuşacakken, Ahmet’in ve Kadir’in geçmişine dair bilgiler sıkıştıracağız araya! Çok karakterli, çok katmanlı bir şey yapmak istediğinizde hassas bir denge kurma zorunluluğu da doğuyor. Belli şeyleri hissettireceksin, belli şeyleri hissettirmeyeceksin. Ahmet’in bu işi neden yaptığını az çok tahmin edebiliriz, para için yapıyor. İpuçları koymak bana iyi geliyor, mesela Coni (filmdeki köpek) kaybolup eve tekrar geldiğinde onu dövüyor ya, bu sahneden şu soruyu bekliyorum: “Aa, bu adam karısını mı dövüyor acaba?” İçine kapalı, sessiz olması karısını bıktırmış da olabilir. Temel olarak sinemada açıklama yapmaya çok sıcak bakmıyorum. İmalarla, küçük dokunuşlarla ilerliyorum.

Sizce günümüz Türkiye toplumu filminizde yansıttığınız kadar paranoyak mı?

Bu kadar değil tabii, ama toplumumuz kesinlikle paranoyak. “Senaryo yazma” konusunda bir numarayız! İlla politik bir komplo olmak durumunda değil, buradaki karakterlerin içinde yaşadığı ortam politik olduğu için film politikleşiyor, ama başımıza gelen en ufak bir sorunu etrafımızın, arkadaşlarımızın komplosu olarak düşünme eğilimi bizde çok yaygın.

Yaşadığımız toplumda muhbire gerek yok, zira konu komşu gönüllü muhbir...

Zaten ihbar yasası da çıktı. Örgüt elemanlarını ihbar edene para ödülü veriliyor. Bunlar çok tehlikeli, insanlar sırf para kazanmak için ilgili ilgisiz herkesi ihbar edebiliyor. Bir taraftan da paralel örgüt paranoyası bu mekanizmayı işletiyor, herkes birbirine paralelci gözüyle bakıyor. Siyasî ekmek kazanma yarışı haline geldi bu. Paranoyanın kaynağı tek başına siyaset değil. Bu memlekette şüpheciliğin onlarca kaynağı var. Kapalı toplumlara özgü saplantılarımız, her şeyi gizli kapaklı yapmaya çalışmamız...

Filmin odağında devlet şiddetiyle devrimci şiddetin paralel işleyen tarafları var. Sizin için bu iki unsuru yan yana getirirken temel saik neydi? Taraf olma kaygısı hissettiniz mi?

Film devrimci şiddet mi, devlet şiddeti mi sorusunu ele almıyor. Film devrimci şiddeti veri olarak kabul ediyor, onu ne sorguluyor ne de analiz ediyor. Film devlet ve devletin dostlarından oluşan dünyaya bakmayı tercih ediyor. Bu anlamda devlet politikalarını, devletin güvenlikçi politikalarının bireyler üzerinde yarattığı tahribatı, sürekli vaaz ettiği milli birlik, kardeşlik söyleminin altının ne kadar boş olduğunu vurguluyor. Fatih Özgüven’e referans verecek olursak, artık böyle bir ortamda kardeşliğin bile imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyor bir anlamda. Örgütün muğlaklığının en önemli nedenlerinden biri de hikâyeyi evrenselleştirmekti. Hikâyeyi hem zamansız hem mekânsız kurmaktaki amacım buydu. Bu hikâye Peru’da da geçebilir, Afrika, Türkiye, Filistin fark etmez. Sol örgütün kimliği özellikle muğlak bırakıldı. Film benim için daha çok bir iç savaş ortamında güvenlikçi politikalar uygulayarak ayakta kalmaya çalışan devlet ve onun tebaasının hikâyesi. Nitekim festivallerde de filmin bir karşılık gördüğünü hissettim. Yakın zamanda böyle ciddi çatışmalı tarih geçirmemiş ülkelerde, Japonya’da mesela, seyircinin filmle temas kurabildiğini, anlayabildiğini gördüm. Evrensellik meselesinde amacıma ulaştığımı söyleyebilirim. Tabii ki her zamanki gibi, tıpkı Tepenin Ardı’nda olduğu gibi, çatışmalı toplumlarda film daha çok ilgi görüyor. Mesela Balkanlar’da, Belgrad’da film satın alındı. Eski Yugoslavya’da dolaşacak film. Yunanistan’da satın alındı.

Abluka’yı izlerken sık sık çağrışımlar geliyor... Ahmet’in terörist zannedilerek “ölü ele geçirildiği”, delik deşik edilmiş ev, sadece son altı ayda Kürt coğrafyasında, İstanbul’un göbeğinde abluka altına alınan, çatışma yaşanan evleri, hayatları akla geliyior.

Memlekette her şeyin sürekli tekrar etmesinden kaynaklanıyor bu. Filmi tasarlarken geçmişten, hayal gücümüzden besleniyorduk. Şaşırarak, aslında gelecekten de ne kadar beslendiğimizi fark ediyoruz. Aslında gelecek, geçmişte yaşadıklarımızın farklı versiyonlarda tekrarı. Bu da memleket açısından acı bir ironi.

Üniversitede toplumsal mücadeleler üzerine çalışan, bu alanda akademik faaliyet yürüten biri olarak bu çalışmalarınızla sinemacılığınız arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Şüphesiz faydası oluyor. Sosyal bilimlerde hem toplumsal hareketleri, hem silahlı mücadeleleri, hem devletin bunlarla uğraşmak için geliştirdiği yöntemleri okumak her şeyden önce bilgi dağarcığıma büyük katkı sağlıyor. Öbür türlü, hikâye anlatırken mikro gözlemlerden hareket ediyoruz. İnsanların ne düşündüğünü, ne tasavvur edebileceğini, karakterlerin adımlarını atarken neler düşünebileceğini tahayyül ederek, kendimizi onların yerine koyarak bir hikâye tasarlıyoruz. Bunun makro düzlemde yapılmış çalışmalarla testi çok işime yarıyor. Bazen bu konuda yapılan araştırmalar bütün kabul ve önyargılarımızı altüst eder nitelikte. Seçimlere girerken insanların nasıl davranacağını düşünüyorduk, kendimizi insanların yerine koyuyorduk ve diyorduk ki, “insanlar iktidarı cezalandıracak”. Oysa seçim sonuçları bir geldi, insanlar meğer bambaşka şeyler düşünüyormuş!

Ahmet rolünde Berkay Ateş
Silah tutan erkek imgesi iki filminizde de öne çıkıyor. Diğer yandan erkekleri acizleştiren, çocuklaştıran, küçük düşüren kuvvetli sahneler de Abluka’nın önemli yanlarından biri.

Politik şiddetle uğraşınca erkeklik meselesi ve kaçınılmaz olarak iki filmde de silah tutan erkekler kendiliğinden boy gösterdi. Memleketteki erkeklik meselesi tam olarak bir olgunlaşamama, hep ergen kalma haliyle eşgüdümlü. Bizim meselemiz temel olarak ergenlik. Erkeklik meselesini daha da çekilmez kılan ergen erkekler. Kendini sürekli ispatlamak zorunda hisseden, kendisiyle barışık olmayan, olgunlaşmamış, dolayısıyla kendini kırıp dökmek zorunda hisseden bir erkeklik biçimi. Trabzonspor başkanından siyasîlere kadar pek çok erkekte gördüğümüz o ebedî ergenlik hali erkeklik hallerini çekilmez kılıyor. Dolayısıyla, filmlerimde erkekler çocuksu; çocuklaşıyorlar, aptallaşıyorlar, acizleşiyorlar.