Ekonomik büyümenin, yani meta üretimindeki artışın, sonsuza kadar sürebileceği varsayımına dayanan hakim kalkınma düşüncesi, giderek sıklaşan ekonomik ve ekolojik krizler karşısında daha ciddi olarak sorgulanmaya başlandı.
Özellikle, 2008’de ABD’de patlak veren ve hâlâ içinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik kriz sonrasında hakim kalkınma anlayışının ve bundan hareketle uygulanan ekonomi politikalarının yarattığı hoşnutsuzluklar giderek daha görünür oluyor.
Buna karşılık, ABD’deki Occupy Wall Street hareketinden Latin Amerika’daki sosyal hareketlere, Arap coğrafyasında yaşanan kalkışmalardan Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı yapılan gösterilere ve Türkiye’deki Gezi isyanına kadar, pek çok coğrafyada ortaya çıkan toplumsal muhalefetin temel sorununun bu sosyal enerjiyi dönüştürücü bir kapasiteye yöneltmek ve alternatif bir program etrafında birleştirmek olduğu görülüyor. Bu çerçevede, hakim kalkınma yaklaşımının dışına çıkmak ve bu anlayışın sorgulamadan kabul ettiği kapitalist toplumsal ilişkileri aşmaya dönük alternatif politikaları tartışmak daha önemli hale geldi.
Kalkınma’nın “icadı”
Tarihsel olarak, ekonomik büyümeyi doğanın kısıtlarının ötesine taşıma, kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimiyle beraber gündeme gelmiştir. Bu anlamıyla kapitalist gelişme, ekonomik büyümenin yıldan yıla artarak doğrusal bir şekilde ve sonsuza kadar süreceğini varsayar.
Kalkınma ise kapitalist gelişme teorisinin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası ekonomik-politik ortamda ortaya çıkan “azgelişmiş” ülkeler kategorisine uygulanmasıyla gündeme geldi. Her ne kadar odağında ekonomik büyüme olsa da, ortaya çıktığı dönemde modernleşme ya da ilerleme gibi kavramlarla bağlantılı olarak geliştirilmiş olan kalkınma fikri, geleneksel ekonomilerin modernleştirilmesi ve sanayileşme yoluyla geç kapitalistleşen ülkelerin erken kapitalistleşen ülkeleri yakalayabilecekleri inancına dayanmıştır.
“Kalkınma’nın icadı” olarak da adlandırılabilecek bu süreçte üç temel dinamik etkili olmuştur. Bunlardan ilki, SSCB’de kapitalist sisteme alternatif ve rakip bir toplumsal sistemin gelişmesi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu iki toplumsal sistemin mümkün olan en geniş coğrafyada etkili olma yarışının kızışması anlamındaki Soğuk Savaş konjonktürünün ortaya çıkmasıdır.
İlkiyle bağlantılı olarak düşünülmesi gereken ikinci dinamik, yine 1945 sonrasında ortaya çıkan dekolonizasyon sürecidir. Eski sömürgelerin yeni ulus devletler haline geldiği bu süreçte, bu genç ulus devletlerin kapitalist ya da sosyalist kamptan hangi tarafta yer alacağı Soğuk Savaş’ın en önemli gündemlerinden birini oluşturmuştur.1 Üçüncü dinamik ise 1929 krizi sonrasında hakim iktisat anlayışındaki değişimdir. Buna göre, ekonominin kendiliğinden işleyişinin ekonomik büyüme ve kaynakların etkin dağılımı gibi sonuçlar üreteceğini savunan neoklasik iktisat yaklaşımı, yerini piyasanın kendiliğinden işleyişi ile çözülemeyen sorunların çözümüne devlet müdahalesinin etkin olarak kullanılabileceğini öneren Keynesyen iktisat yaklaşıma bırakmıştır. Keynesyen yaklaşımın devlet müdahalesini meşru kılması, “azgelişmiş” ülkelerin gelişmeye yönlendirilmesi için sistematik devlet müdahalesinin gerekliliğini savunan kalkınma iktisadının ortaya çıkması için uygun bir entelektüel zemin oluşturmuştur.2
Bu üç dinamiğin sonucunda ortaya çıkan kalkınma kavram ve uygulamalarının temel amacı, geç kapitalistleşen ülkelerin Batı İttifakı tarafında yer almaları ve söz konusu ülke ekonomilerinin kapitalist sistemle bütünleşmesinin sağlanması olmuştur. Bu bağlamda, kalkınma kavramının icadı büyük ölçüde bir Amerikan projesidir.3 Ancak kalkınma kavramı “ortak iyiyi” temsil ettiği ölçüde geç kapitalistleşen ülkelerde devlet-kurma faaliyeti içindeki siyasi elitler için de önemli bir toplumsal meşruiyet aracı haline gelmiştir. 1945-1980 arasında geç kapitalistleşmiş ülkelerin çoğunda uygulanan kalkınma politikaları Keynesciliğin sağladığı meşruiyet alanını kullanarak geliştirilen sistematik devlet müdahaleciliği, ithal ikâmeci sanayileşme stratejisi ve kalkınma planlaması üçlüsüyle hayata geçirilmiştir.
Neoliberal kalkınma
1945-1980 arasındaki kalkınma uygulamalarının temel özelliği sistematik devlet müdahaleciliğini barındırması ve ithal ikameci dış ticaret politikası yardımıyla iç pazarda sermaye birikiminin gelişmesi için uygun bir ortamın sağlanmış olmasıydı. Ancak, geç kapitalistleşen ülkelerde uygulanan ithal ikâmeci sanayileşme stratejilerinin krizinin, 1970’li yıllarda erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki kâr oranlarının düşme eğilimden kaynaklanan yapısal krizle çakışması, hakim kalkınma yaklaşımının değişmesine neden olmuştur.
ABD’de enflasyonu kontrol altına almak için faiz oranlarının sert bir şekilde artırılması 1980’lerin başında Küresel Güney’deki borç krizlerini tetiklemiş ve sonrasında IMF ve Dünya Bankası tarafından verilen koşullu yapısal uyum kredileri ile hakim kalkınma yaklaşımı devlet müdahaleciliğinin olumsuzlandığı piyasa merkezli bir yaklaşıma dönüşmüştür. “Neoliberal kalkınma” olarak adlandırılabilecek bu yeni modelin temel özellikleri Washington Uzlaşması politikaları ile özetlenebilir. Bir önceki hakim kalkınma yaklaşımının eleştirisine dayandığı ölçüde neoliberal kalkınmada piyasanın işleyişine yapılan müdahaleler, ekonomik büyümenin tıkanmasının temel nedeni olarak gösterilmiştir. Neoliberal kalkınma yaklaşımı, ekonomik büyüme merkezli olmayı sürdürmüş ve ekonomik büyümenin devlet müdahalesi gibi kamusal girişimlerden çok özel mülkiyet temelli ve piyasanın işleyişine dayalı stratejilerle hayata geçebileceğini ileri sürmüştür.4
1980’ler ve 1990’lar Küresel Güney’de neoliberal kalkınma politikalarının uygulandığı yıllar oldu. Özelleştirilmeler, kamu hizmetlerinin daraltılması, ücretler üzerindeki baskılar, dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi gibi piyasa yönelimli kuralsızlaştırma politikaları sonucunda neoliberal kalkınma yaklaşımının vaat ettiği sonuçları sağlayamaması üzerine, 2000’lerde bu yaklaşım revize edilmiştir. Kurumsalcı iktisattan da etkilenerek geliştirilen Post-Washington Uzlaşması neoliberal kalkınmadaki revizyonları temsil eder. Buna göre, piyasalar mükemmel olmayabilir, özellikle bilgi asimetrisi ve dışsallıklar gibi konularda devletin düzenleyici rolüne ihtiyaç vardır.5 Bu nedenle, özerk düzenleyici kurumların geliştirilmesi, merkez bankası bağımsızlığı, mülkiyet hakkının güçlendirilmesi ve korunması gibi reformlarla piyasa yanlısı devlet müdahalesi ve düzenleyiciliği gündeme gelmiştir.6
Kalkınma’nın krizi
Piyasanın kendiliğinden işleyişinin ekonomik büyüme, işsizlik, etkin kaynak dağılımı ya da ekonomik krizler gibi sorunları çözeceği inancına dayanan neoliberal kalkınma yaklaşımının hayata geçirilmesi, 1980 sonrasında yeni bir metalaşma dalgasının yaşanmasına neden oldu. Bu yeni metalaşma dalgası iki yönlü işledi. İlki, toplumun ortak malı olan kamu girişimlerinin özelleştirilmeleriyken, ikincisi bizzat kamunun işleyiş mantığının piyasa ilişkilerine dahil edilmesi ve ticarîleştirilmesidir. David Harvey’in mülksüzleştirme yoluyla birikim7 olarak adlandırdığı bu yeni dalga, kurumsalcı yaklaşım tarafından revize edilen Post-Washington konsensüsü temelli politikaların uygulandığı 2000’lerde artarak sürmüştür. Dolayısıyla, kalkınma söylem ve uygulamalarıyla 1945 sonrasında geç kapitalistleşmiş ülkelere vaat edilenlerin pek azı hayata geçmiş durumda.8
Piyasa merkezli kalkınma yaklaşımındaki son dönemli gelişmeler, yoksulluğu azaltmaya yönelik mikro stratejilere odaklanmış durumda.9 Bu çerçevede, finansın tabana yayılması ve finansal içerilmenin gelişmesi gibi uygulamaların ekonomik büyümeyi hızlandırıcı bir etki yapacağı ileri sürülüyor. Bireysel borçlanmanın dünya genelinde patlama yaptığı 2000’li yıllarda önerilen finansal içerilme politikalarının hanehalklarının daha fazla borçlanmasıyla sonuçlanacağını tahmin etmek zor değil.10 Dolayısıyla, dünya genelinde ekonomilerin finansallaşması sürecine paralel olarak, kalkınmanın krizine karşı geliştirilen piyasa temelli çözümler, “aynısının daha fazlası” olarak tanımlanabilecek bir çerçeve sunuyor.11
Neoliberal kalkınmanın tıkanıklıklarına alternatif olarak geliştirilen yeni kalkınmacı öneriler ise “kökenlere dönerek”12 seçici sanayi politikası uygulamalarıyla devletin daha aktif rol aldığı bir kalkınma çerçevesi öneriyor.13 Ancak, devletin göreli özerkliğinin giderek daha fazla daraldığı14 bir süreçte devletin bu tip bir kalkınmacı çerçevenin sürükleyicisi olarak konumlandırılması, bu yaklaşımın sorunlu yanını oluşturuyor. Zira, geri çağırılan devletle günümüzdeki devlet aynı değil. Devlet günümüzde sadece neoliberal politikaların aktif bir uygulayıcısı değil, aynı zamanda devletin kendisi de giderek artan bir şekilde şirketler gibi yönetiliyor.
Kısacası, neoliberal ve devlet merkezli öneriler farklı teorik çerçevelere ve siyasal-sosyal ittifaklara dayansa da, kapitalist gelişme sürecini veri aldıkları için bu sürecin içsel olarak yarattığı eşitsizliklere ve kriz eğilimlerine karşı tatmin edici yanıtlar geliştirememiştir. Bu süreç bizzat kalkınmanın krizine işaret ediyor. Bunun anlamı, 1945 sonrası süreçte kalkınma kavramının icadı ile geç kapitalistleşen ülkelere vaat edilenlerle günümüzde gerçekleşenler arasındaki açı farkının ihmal edilemez düzeyde büyük olmasıdır.
Alternatifler: Müşterekler siyaseti ve olanaklar
Esasında, “kalkınmanın krizi” yeni gündeme gelen bir konu değil. Örneğin Escobar 1990’ların başında, 1960’lardaki kalkınma anlayışının son bulduğunu ve bu kavramın yeni gelişen toplumsal hareketlerin talepleri doğrultusunda yeniden tanımlanması gerektiğini önermekteydi.15 Escobar’ın 20 yılı aşan bir süre önce yaptığı öneri bugün de geçerliliğini koruyor. Bu çerçevede giderek sıklaşan ekonomik ve ekolojik krizler kalkınma düşüncesi ve pratiklerinin hakim toplumsal örgütlenme biçimi olan kapitalizmi sorgulayan ve ötesine geçmeyi hedefleyen bir perspektiften yeniden ele alınmasını gerektiriyor.16
Bu bağlamda, kalkınmanın güncel krizinin ötesine geçmek için meta ilişkilerini aşmaya yönelen bir toplumsal gelişme çerçevesi üzerine düşünmek her zamankinden daha önemli. Bu çerçevede, son dönemde giderek daha fazla gündeme gelen müşterekler siyaseti önemli potansiyeller barındırıyor.17
Müşterekler siyasetinin temeli, ekonomi ile siyaset ya da kamu ile özel ayrımlarını aşma yönelimli, ortak kullanım, üretim ve yönetim modellerini gündemine alan bir düşünce ve uygulama sistematiğinin oluşturulmasıdır. Bu çerçevede düşündüğümüzde, meta ilişkilerini aşabilecek toplumsal gelişme modellerinin üzerinde yükselebileceği üç temel direk üzerinde durmakta yarar var: ekonominin demokratikleştirilmesi, özyönetim ve demokratik planlama.
Hakim kalkınma anlayışında, demokrasi siyasal alana hapsedilmiş bir kavram olarak yer alıyor. Bu kurguya göre bir ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olanların siyasal özneler olarak özgür ve yasa karşısında eşit oldukları varsayılıyor. Ancak, siyasal alana hapsedilen bu demokrasi anlayışını ekonomik alana taşıdığımızda geriye sadece özel mülkiyet “özgürlüğünün” kaldığını görüyoruz. Sorunun temeli de burada yatıyor. Ekonomik alanda kurulan eşitsizlikleri gidermeden siyasal eşitlikler içi boş kavramlar olarak kalıyor. Bu nedenle, geliştirilecek alternatif toplumsal gelişme perspektifinin ekonomi ile siyaset arasındaki bu görünüşteki ayrımın ötesine geçmesi ve bizzat ekonomik alanın da demokratikleştirilmesi gereken bir alan olarak kurgulaması gerekiyor.
Bu çerçeveden baktığımızda, hakim kalkınma anlayışının, başından itibaren teknokratik içerikli olduğunu görebiliriz. Bu bağlamda, hakim kalkınma düşüncesinin temel sorunu, ekonomik büyümeyi veri aldığı ölçüde sermaye birikimini artırmayı öncelik olarak almasıdır. Kapitalist üretim sistemi içinde sermaye birikim sürecinin gelişmesi ise kaçınılmaz olarak toplumsal eşitsizlikleri artıracak ve ekonomi toplumsal eşitsizliklerin kurulduğu temel bir alan olmaya devam edecektir. Bu nedenle, ekonominin demokratikleştirilmesi, meta ilişkilerini aşmaya yönelmiş bir müşterekler siyasetinin temel öğelerinden biridir. Dolayısıyla, gerçek demokrasi ancak siyasal eşitlik ve özgürlüklerin ekonomik olanlarla desteklenmesiyle kurulabilir.18
Ekonominin demokratikleştirilmesi sürecini daha somut olarak ele aldığımızda, ekonomik alandaki eşitsizliklerin temeli olan özel mülkiyet ilişkilerini aşacak kamusal girişimlerin desteklenmesi ve geliştirilmesi konusu gündemimize gelmektedir. Ancak bu, yeni kalkınmacı yaklaşımlarda olduğu gibi basitçe kamuyu geri çağırmak anlamına gelmeyecektir. Müşterekler siyaseti, basitçe devletleştirmekten ziyade kamusallaştırmayı savunmalıdır. Zira kâr odaklı ve piyasa ilişkilerine tabi bir işletmenin kamuda olmasının toplumsal faydası sınırlı kalabilir. Bu nedenle, kamu girişimleri desteklenirken, bu işletmelerde çalışanların yönetime katılması ve yine bu işletmelerin denetiminin yine çalışanlar ve uzman kurumlar tarafından yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla, ekonominin demokratikleşmesi perspektifi, devletleştirmeyi değil kamusallaştırmayı savunarak müşterek üretim, yönetim ve denetim mekanizmalarının geliştirilmesi gerektiğini vurgular.19
Buradan hareketle, müşterekler siyasetinin ikinci unsuru olan özyönetim konusunu ele alabiliriz. Ekonominin demokratikleştirilmesinin aslî unsurları olan özyönetim birimleri, aynı zamanda meta ilişkililerini aşacak bir toplumsal gelişme projesinin de esas unsurları olabilir. Özyönetim kavramı yaygın olarak siyasal alana ilişkin olarak kullanılmaktadır. Oysa kullanım değerini esas alan bir üretim yapısı içinde çalışanların üretim sürecinde söz ve karar sahibi olduğu ve yönetime katılmalarını sağlayacak temel mekanizma özyönetim kurumlarını oluşturmaktır. Bu kurumsallaşmalar tarım sektöründe kooperatifler olabileceği gibi, sanayi alanında kamusallaştırılmış üretim birimleri, finans alanında müşterek kredi birlikleri olabilir.20
Son olarak gerek ekonominin demokratikleştirilmesi ve özyönetim birimleri arasındaki koordinasyonu sağlamak için kurulacak olan demokratik planlama mekanizması, müşterekler siyasetinin tamamlayıcı unsurudur. Bilindiği gibi, hakim kalkınma teori ve uygulaması, planlama tartışmalarına yabancı değildir. Her ne kadar neoliberal kalkınma anlayışı tarafından itibarsızlaştırılsa da,21 özellikle 1945-1980 arası dönemde kalkınma planlaması yaygın olarak uygulanan bir yöntem olmuştur. Günümüzde de neoliberal kalkınmaya alternatif olarak geliştirilen yeni kalkınmacı görüşler kalkınma planlamasını gündeme getirmektedir. Ancak, gerek eski uygulamada gerekse yeni önerilerde temel sorun, ekonomik planlamanın özel mülkiyeti ve kapitalist sistemi veri alarak yapılmaya çalışılmasıdır. Bu durumda kâr saiki ile hareket eden bireysel işletmeleri istenilen alanlarda yatırım yapmaya yönlendirmek için ya kâr garantisi ya da vergi indirimleri ve teşvikler verilmesi gibi araçlar kullanılmıştır. Ancak, bu yapıda sermayedarların plan önceliklerine göre hareket etmemesi durumunda karşılaşacakları bir yaptırım yoktur. Bu uygulamalar sonucunda hazırlanan planlar genellikle teknokratik belgeler olarak raflarda kalmış, çoğu zaman da yaptırımların olmadığı bir ortamda toplumsal kaynakların özel sermaye birikimini desteklemek için firmalara yönlendirilmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. 22
Kapitalist sistemin veri alınmasına dayalı planlama girişimleri kalkınma teorisi ve pratiğinin temel çelişkilerinden biridir. Ancak, kalkınma planlarının başarısızlığı, bir mekanizma olarak ekonomik planlamayı terk etmeyi beraberinde getirmemelidir. Gerçekten de giderek sıklaşan ekolojik ve ekonomik krizler karşısında piyasa sisteminin kendiliğinden işleyişinin pozitif sonuçlar doğuracağına dair herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Buna ek olarak, mevcut teknolojik gelişmişlik düzeyinde ekonomik planlama çok daha olanaklı hale gelmiştir. Dolayısıyla, demokratik planlama, özyönetim birimlerinin katılım mekanizmalarıyla beslenen ve meta ilişkilerinin aşılmasına yönelmiş kamusal girişimlerin koordinesi ve geliştirilmesi için olmazsa olmazdır.
Kapitalizm sonrası toplumsal ilişkilerin nüvesi: Müşterekler
Günümüze kadarki kalkınma deneyimleri, geç kapitalistleşen coğrafyaların kapitalist sisteme dahil edilmelerini sağlamış ve bu deneyimlerle birlikte yaşanan muazzam kapitalist gelişmenin sonunda ortaya çıkan, çelişkilerin daha da gelişmesi olmuştur: işsizlik ve atıl kapasite, evsizler ve konut fazlası, finansal piyasalarda oluşan likidite fazlası karşısında giderek daha fazla borçlu hale gelen milyonlarca insan, karşılanamayan pek çok ihtiyaç ve aşırı birikim aynı anda ve yan yana var olmaktadır. Bu çerçevede, hakim kalkınma teori ve uygulamaları, kapitalist gelişme temelinde kurgulandığı ölçüde ne erken kapitalistleşmiş ülkeleri “yakalama” amacı açısından ne de var olan toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin azaltılmasında etkili çözümler üretebilmiştir. Bu nedenle, hakim kalkınma anlayışının özünü oluşturan meta ilişkilerine ve kapitalist sermaye birikimine dayanan çerçevenin dışına çıkarak olası alternatifler üzerinde ciddiyetle durmanın zamanı gelmiştir. Her ne kadar geliştirilmeye muhtaç olsa da, yukarıda ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığım müşterekler siyaseti bu bağlamda önemli bir potansiyeli barındırmaktadır.
Son olarak önemli bir noktanın altını çizerek bir uyarıyla yazıyı sonlandırmak istiyorum. 1980’lerden sonra gelişen piyasa odaklı neoliberal kalkınma modeliyle eğitim, sağlık, emeklilik, suya ulaşım ya da sosyal güvenlik gibi kamusal inisiyatifler ve toplumsal müşterekler büyük ölçüde tasfiye oldu. Ancak, piyasa ilişkileriyle entegrasyonun zorunlu olarak müştereklerin tasfiyesini beraberinde getirmeyebileceğinin de altını çizmeliyiz.23 Bir başka ifadeyle, potansiyel olarak kapitalizm sonrası toplumsal ilişkileri bir nüve olarak içinde barındıran toplumsal müştereklerin24 bu potansiyellerinin gerçekleştirilmesi için müşterekleştirme pratiklerinin ve müşterekleştirmenin bir organizasyon biçimi olarak sürekli yeniden kurulması gerekmektedir. Bu çerçevede, toplumsal müştereklerin varlığı, ekonominin demokratikleşmesi, özyönetim ve demokratik planlamayla desteklenmedikçe kendiliğinden kapitalizm sonrası bir seçenek üretmeyebilir.
1 Akçay, Ü. (2007) Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlama ve DPT’nin Dönüşümü, İstanbul: Sav Yayınları.
2 Türkay, M. (2009) Sermaye Birikimi, Kalkınma, Azgelişmişlik, İstanbul: Sav Yayınları.
3 Trak, A. (1984) “Gelişme İktisadının Gelişmesi: Kurucular”, Yapıt, 5: 50–61.
4 Antonio, J.R. (2013) “Plundering the Commons: the Growth Imperative in Neoliberal Times”, The Sociological Review, (61,2):18–42
5 Fine, B. (2005) “Beyond the Developmental State: Towards a Political Economy of Development”, Beyond Market-Driven Development içinde, Editörler: C. Lapavitsas ve M Noguchi, London ve New York: Routledge, 17-33.
6 Rodrik, D. (2006) “Goodbye Washington Consensus, Hello Washington Confusion? A Review of the World Bank’s Economic Growth in the 1990s: Learning from a Decade of Reform.” Journal of Economic Literature, 44(4): 973-987.
7 Harvey, D. (2004) “The ‘New’ Imperialism: Accumulation by Dispossession”, Socialist Register 40: 63-87.
8 Akçay, Ü, Ergin, I. ve Hassoy, H. (2011) “Kalkınma”nın Bilançosu: Eleştirel Bir Değerlendirme”, İktisat Dergisi, 519-520.
9 Akbulut, B., Madra, Y. M. ve Adaman, F. (yayınlanacak 2015) “The Decimation and Displacement of Development Economics,” Development and Change.
10 Karaçimen, E. (2015) Türkiye’de Finansallaşma: Borç Kıskacında Emek, İstanbul: Sav Yayınları.
11 Akçay, Ü. ve Güngen, A.R. (2014) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği, Ankara: Notabene Yayınları.
12 Nixon, F. (2006) “Rethinking the Political Economy of Development: Back to Basics and Beyond”, Journal of International Development, 18: 967-981.
13 Grugel, J ve Riggirozzi, P (2012) Post-neoliberalism in Latin America: Rebuilding and Reclaiming the State after Crisis”, Development and Change (43-1): 1–21.
14 Akçay, Ü, (2013) “Sermayenin Uluslararasılaşması ve Devletin Dönüşümü”, Praksis, 30-31: 11-39.
15 Escobar, A. (1992) “Imagining a Post-Development Era? Critical Thought, Development and Social Movements”, Social Text, 31: 20-56.
16 Hollender, R. (2015) “Post-Growth in the Global South: The Emergence of Alternatives to Development in Latin America”, Socialism and Democracy, (29-1): 73-101.
17 Fırat, B.Ö. ve Genç,F (2014) “Strateji Tartışmasına Katkı: Müşterekler Politikasının Güncelliği”, Müşterekler, Erişim: http://goo.gl/9hCl90
18 Akçay, Ü (2014) “Ekonomik Demokrasi ama Nasıl? Özyönetim, Katılım ve Demokratik Planlamanın Güncelliği”, Demokratik Modernite, 11, Erişim: https://goo.gl/yOma3F
19 Akçay, Ü. ve Azizoğlu, B. (2014) “Kamulaştırma mı? Kamusallaştırma mı?”, Başlangıç, Erişim: http://goo.gl/8WRe9I
20 Akçay, Ü. ve Azizoğlu, B. (2015) “Devletleştirme, Kamusallaştırma, Müşterekleştirme: Somut Ütopik Uğraklar Üzerine Düşünmek”, Başlangıç, 3; Güngen, A.R. (2014) “Kamusallaştırma ve Olanaklar”, Başlangıç, 21.12.2014, Erişim: http://goo.gl/MLAz4s
21 Öztürk, Ö. (2014) «Piyasa Ekonomisinin Sonuna Doğru», İktisat Dergisi, 539: 45-57.
22 Chibber, V. (2003) Locked in Place: State-Building and Late Industrialization in India, Princeton: Princeton University Press.
23 Vaccaro, I; Zanotti, L.C. ve Sepez, J (2009) “Commons and Markets: Opportunities for Development of Local Sustainability” Environmental Politics, 18(4): 522–538
24 Caffentzis, G ve Federici, S. (2014) “Commons Against and Beyond Capitalism”, Community Development Journal, 49(1): 92-105.