İslâm Devleti Türk dış politikasının neresinde duruyor?

Teaser Image Caption
IŞİD saldırılarından kaçan Suriyeli Kürtler Türk jandarması kontrolünde Mürşitpınar sınır kapısını geçerken.

Klasik bir tanımlamayla dış politika, “toplumların diğer devletlerin davranışlarını değiştirmek ve kendi eylemlerini uluslararası ortama göre düzenlemek için ortaya koydukları eylem sistemleri”dir.1 Ancak, uzunca bir zamandır Türkiye’nin dış politikasının işlevi bunun ötesinde anlamlar taşıyor.

Türkiye’nin dış politikasını anlamamıza yardımcı olacak bir sözlüğü, üstelik de Dışişleri Bakanlığına doğrudan bağlı bir kurumun yayınları arasından çıkarması mümkün olduğuna göre,2 “muteber” bir referans kabul edebileceğimiz Ali Balcı 2012 yılında, hükümete yakın durduğu bir sır olmayan Star  gazetesinde yayınlanan “Komşularla sıfır sorun sadece bir dış politika ilkesi mi?”, başlıklı yazısında, “komşularla sıfır sorun”u bir “söylemsel strateji” olarak nitelemektedir.

Balcı bu bağlamda, uzunca bir dönem AKP dış politikasının temel yaklaşımını teşkil ettiği iddia edilen bu ilkeyi dış politikada yarattığı sonuçlar üzerinden eleştirmenin yanlış olduğunu söylemektedir. Bunun nedeni, söz konusu politikanın esas hedefinin Türkiye içinde iktidar ilişkilerinin dönüştürülmesi olması ve bu bakımdan başarılı olduğunun böylelikle gözden kaçmasıdır.

Balcı, söz konusu ilkenin ve onun istikametinde belirlenen dış politikanın “söylem ve pratiklerinin”, “ulusal çıkar gözlüğünden” okunmasının da yanlış olduğunu ileri sürmektedir. Dahası, gelinen noktada, “komşularla sıfır sorun politikasının hedeflediği tasfiyeyi (AKP iktidarına rakip görülen hâkim kurumsal yapının tasfiyesini - AKH) tamamlayıp en önemli işlevini kaybettiği”ni3  ve bu bakımdan “misyonunu doldurduğunu” ve “yerine yeni bir söylem” konmakta olduğunu belirtmektedir.4

Bu cümlelerin anlamı şudur: Türkiye’nin dış politikasının ana amacı itibariyle diğer devletlerin davranışlarını etkilemek veya kendi eylemlerini uluslararası ortama (uluslararası sistemin, bölgesel sistemin yapı ve kısıtlarına, muhataplarının tavırlarına vs.) göre düzenlemek gibi bir kaygısı yoktur. Dış politika söylem ve pratiğinin ana kaygısını iç politik etkileri oluşturmaktadır.

Dış politika: AKP’nin dış ilişkilerinin aracı

Gerçekten de, Tükiye’nin son on yıllık dış politikası amaç ve hedefleri bakımından AKP iktidarının pekiştirilmesi ana saiki ile yürümüştür. Bu haliyle, Türkiye’nin dış politikası olmaktan ziyade, AKP’nin dış ilişkilerinin aracı görüntüsündedir. Burada öncelik, söz konusu kararın, verili dış politika meselesini koşulların gerektirdiği rasyonel olarak değerlendirilmiş sınırlılıkları ve öncelikleri çerçevesinde yönetmek noktasındaki etkinliği değil, iç politikada iktidar ilişkilerini yeniden üretmekteki belirleyiciliği/popülaritesi olmaktadır. Burada sınırlılıklardan kasıt uluslararası sistemin yapısının, Türkiye’nin sahip olduğu imkan ve kabiliyetlerin, rakiplerin imkan, kabiliyet ve niyetlerinin yarattığı çerçevedir.

Önermedeki rasyonalite ve etkinlik düzeyini belirleyen iki unsur sayılabilir. Birincisi, söz konusu kararın “diğer devletlerin davranışlarını”, tercihlerini, değiştirmeye teşvik/zorlama bakımından azamî etkiyi sağlamasıdır. İkincisi ortaya konacak eylemin muhatapları politikalarını arzu edilen yönde “değiştirmeye” yöneltir ve kendi politikasını “uluslararası ortam”ın koşullarına “uyumlulaştırılarak düzenlerken” ortaya çıkacak maliyetleri asgarî düzeyde tutma becerisidir.

Kaçınılmaz olarak, “dış politika her devletin kendine has yönetim biçiminin bütünleşik bir parçasıdır ve özel koşullarını yansıtır”.5 Dahası, dış politikanın iç siyasetten ayrı düşünülmesi de mümkün değildir. Doğal olarak, her ülkenin dış politikası, iktidardaki aktörlerin tercihleriyle de biçimlenecektir. Ülkelerin, ortam ve maliyetler izin verdiğince, kapasitelerinin üzerine çıkarak davrandıkları da olabilir. Nihayet, iktidarların amacı ve sorumluluğu, uygun imkan ve kabiliyetleri geliştirerek ülkenin dış politikadaki etki ve düzenleme/uyumlaştırma yeteneğini artırmaktır.

“İslâmî ve insanî” değerlerle yönetilen dış politika

Ancak, tüm bunlar, dış politikada süreklilik unsurunu sağlayan nesnel koşulların ve ona stratejik karakterini kazandıran etkileşimlerin dikte ettiği sınırlılık ve süreklilikler yokmuşcasına davranılabilecektir anlamına gelmez. Bu bakımdan Türkiye’nin dış politikası bir süredir, olaylara dış politikanın yönetimi “gözlüğünden” bakıldığında, faydaları bakımından sorgulamaya açık, ancak AKP iktidarının iç politik getirileri açısından değerli bulduğu anlaşılan kararların tercih edildiği bir süreç dahilinde yönetildiği görüntüsündedir.

Balcı’nın “ulusal çıkar”a ilişkin ikincilleştirici yaklaşımı, dış politikanın “İslâmî ve insanî” değerlerle yönetildiğine ve yönetilmesi gerektiğine dair ifadeler kullanan AKP kurmaylarının ve bunları çevreleyen hükümet dışı aktörlerin kullandığı söylemle de teyid edilmektedir.6

Örneğin, AKP’nin Suriye politikasında etkin rol oynadığı anlaşılan Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) veya tek eylemiyle (2010 Gazze Filosu ve Mavi Marmara) Türkiye’nin dış politikasında daha önce hiçbir devlet dışı örgütün oynayamadığı nitelikte etkili bir rol oynayan İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) söylemleri buna paraleldir.7

Bu satırların yazarının Ülke TV kanalında 21 Eylül 2011 tarihinde katıldığı Bıçak Sırtı programında, aynı programa konuk olan Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ile yaptığı tartışma sonrasında Kaya; “[yazarın] dış politikaya çıkar penceresinden baktığını anladığını, ancak kendilerinin önce İslâmî ve ardından insanî önceliklerin belirleyiciliğinde düşündüklerini” ifade etmiştir.

“Ümmet” prizması

Bu söylenenler esasen, başta Ortadoğu coğrafyası, dünyaya “ümmet” anlayışı prizmasından bir bakışı temsil etmektedir. Davutoğlu ve Erdoğan, genelde Ortadoğu’ya, özelde Suriye’ye ilişkin söylemlerinde istikrarlı biçimde “insanî ve vicdanî değerler” vurgusu yapmaktadırlar.8 Bu söylemler açık veya örtülü biçimde “çıkar” kavramını olumsuz bir atıf bağlamında biçimlendirmektedir.9 Söylemlerdeki paralellikler AKP’nin kendi çekirdek kamuoyunun önceliklerine duyarlı davrandığını ve bu öncelikler planında düşündüğünü teyid etmektedir.

İşte bu ortamda dış politika açısından daha faydalı bir karar, kolaylıkla, iç politika açısından daha değerli olana kurban edilebilmektedir. İşin ilginç yanı, genelde Arap Baharı, özelde Suriye iç savaşı sonucu Türkiye’yi çevreleyen dış politika ortamı çetrefilleşince, dış politikanın iç politikaya tutsaklığı azalacağına artmıştır. Balcı’nın miyadını doldurduğu teşhisini koyduğu ve yenisinin küllerinden doğacağı beklentisinde olduğu dış politika prensipleri ise yenilenememiştir.

Türkiye’nin edilgen aktöre dönüşümü

Türkiye özellikle Suriye konusunda üst üste binen iç politika öncelikli ve ideolojik yönelimli kararların yarattığı girdapta, izlek bağımlılığını artırmış, alternatiflerini daraltmış, dış politikasının stratejik niteliğini, derinliğini ve manevra kabiliyetini yitirmiştir. Sonunda gelinen yer, Türkiye’nin jeopolitik önemi üzerinden meselelere taraf olmayı sürdürdüğü, ancak etken değil, edilgen bir aktöre dönüştüğü bir mevzidir.

Dahası, iç politikada yaşanan kutuplaşma neticesinde Türkiye siyasetinde artık toplumun ortak ruhî şekillenmesine hitap eden bir gündem maddesi bulmak güçtür. Dış politika da bu durumun bir parçası olmuştur. Kullanılan söylem iç ve dış politikayı siyasal zeminde simgesel mânâ ve içerik bakımından birbirine katmıştır. Dış politikanın iç politik dönüşümün aslî ideolojik dönüştürücüsü haline gelmesi, düzeltme manevrası yapmayı da güçleştirmektedir.

Bir zamanlar sıfır sorun ilkesinin popüler afişi olan Suriye meselesi iç politik kaygılar ve belli bir ideolojik tercih önceliklendirilerek yürütülen dış politika anlayışının en çarpıcı örneğidir. AKP’nin, özellikle 2007’den itbaren sınıraşan bağlar ve yakınlıklar üzerinden yürüttüğü dış politika anlayışının, 2010 yılına kadar kamuoyunda büyük oranda olumlu algılandığı biliniyor.

Özellikle Ortadoğu’ya ilişkin olarak artan ticarî ilişkiler ve Türkiye’nin liderlik rolüne dair söylem, kamuoyunu ikna etmiş görünüyordu. Ancak, Arap Baharı’nın ardından bölgede olayların istikrarlı biçimde Türkiye’nin önceliklerinin tersine geliştiği yönündeki kaygının güçlenmesi bu durumu değiştirdi.

Bu bağlamda mihenk taşı kabul edilebilecek gelişmeler arasında Suriye kaynaklı göçmen probleminin büyümesi, Türk Hava Kuvvetleri uçağının Akdeniz üzerinde vurulması, Reyhanlı saldırısı, ardından IŞİD’in Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğunu ele geçirmesi, Kuzey Suriye’de Kürt kantonlarının kurulması, Kobanê çatışmaları ve son olarak da Süleyman Şah İhtiram Karakolu’nun stresli şartlar altında taşınması sayılabilir. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin güvenliğinin doğrudan tehdit altında kaldığı algısının giderek büyümesini ve kamuoyunda dış politikaya yönelik desteğin kararlı bir düşüşe geçmesini besledi.

Yanlış hesabın Şam’dan dönmesi

Daha başlangıcından sınıraşan bağlar ve yakınlıklar üzerinden belirlenen AKP’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikası, Suriye özelinde, Baas yönetimi ile geliştirilecek ilişkilerin yaratacağı bağımlılık ve yakınlık üzerinden, rejimin yumuşatılmasını ve bu surette Suriye Müslüman Kardeşler’inin iktidar ortağı olacağı yeni bir düzene geçilmesini hedefliyor gibiydi.10

Ancak, Arap Baharı’nın yarattığı dalga ironik biçimde statükonun devamı üzerinden kurgulanmış, ve Suriye’yi Ortadoğu havzasına sıçrama alanı, sınıraşan bağımlılık ve yakınlıklara sahip olunduğu varsayılan, özellikle Müslüman Kardeşler  çıkışlı örgütlerle fizikî teması sağlayacak bir saha olarak değerlendiren politikayı stres testine sokmuş oldu. Statükonun görünür gelecekte devamlılığının mümkün olmaması, AKP dış politikasının arzu ettiği dönüşümü tatbik edilebilir olmaktan çıkardı. Paradoksal biçimde, AKP’nin amaçladığı evrimsel dönüşümden, devrimsel bir revizyonizme kaymasına neden oldu.

Başlangıçta, bu baskıyla baş etmenin tutarlı bir yolu olarak, Suriye’de hızlı ve çatışmasız bir dönüşüm hedeflendi. AKP hükümetinin ABD’ye en başta Suriye konusunda itidal tavsiye etmesi temelde bu nedene bağlanabilir. Esad’ın rızası alınabilseydi, dönüşüm hızla, sistemin dengelerini bozmadan ve o anda Mısır’da iktidarda olan Müslüman Kardeşler (MK) yönetiminin de varlığıyla ivmelenerek gerçekleştirilebilirdi.

Bu hesabın dayalı olduğu değerlendirme Şam’dan döndü. Zira, söz konusu değerlendirme Suriye rejiminin yapısını ve ülkenin sosyo-ekonomik, politik hayatını oldukça basitleştirilmiş biçimde algılayan bir anlayışa dayanıyordu.

Hızlı ve çatışmasız dönüşüm talebi, AKP dış politikası açısından ne kadar anlamlıysa, pratik koşullardan da o kadar uzaktı. Hızlı dönüşümün çatışmasız olamayacağı ortaya çıkınca dönüşümün acil ve  güç yoluyla gerçekleşmesi opsiyonu öne çıkmış görünüyor. Ancak, bu noktada da Türkiye’nin, orta büyüklükte bir devlet olarak, uluslararası sistemdeki güç konumu bir kısıt olarak ortaya çıktı. ABD’nin iknası ve çatışmaya dahli yoluyla dönüşüm denendi.

"Yapısal sınırlılıklar" ve geciken adaptasyon

Ancak, bu da ABD iç politikasının dengelerinin ve Obama yönetiminin dış politikasının basitleştirilmiş bir okumasına dayanıyordu. Böylelikle hızlı dönüşüm fikri iflas etti ve Türkiye’nin dış politikasının yapısal sınırlılıklarına ulaşılmış olundu. Bunun kabul edilmesindeki yavaşlık ABD ile ilişkileri gerginleştirdiği gibi, Türkiye’nin koşullara adaptasyonunu da geciktirmiş görünüyor.

Bu durum AKP karar alıcılarını daha dramatik kararlara zorlamış görünüyor. Bunlar arasında, politikanın Suudi Arabistan ve Katar ile uyumlulaştırılmasının ve Suriye’de rejim karşıtı savaşın içerisinde yer almak isteyenlere “açık kapı” ve lojistik müsamaha gösterilmesinin yer aldığı anlaşılıyor. Ancak, uluslararası toplumu mobilize etme çabalarına karşılık bulunamaması ve Suriye’de ılımlı İslâmcı, MK bağlantılı grupların bir türlü Esad rejimini yıkacak ivmeyi kazanamaması bu hamlenin de beklenen getiriyi sağlayamamasına yol açtı.

Neticede, açık kapı politikasının ve lojistik müsamahanın tüm maliyetinin de Türkiye üzerine yıkılmasına neden oldu.  Önce Reyhanlı bombalaması, ardından Mısır’da MK’nın iktidarı kaybetmesi yeni bir dönemeç oluşturdu. Politikanın artan maliyeti, içeride kamuoyunun büyüyen huzursuzluk ve dış politika hoşnutsuzluğu, AKP’nin beklenen dönüşümün gerçekleşmesine dair umudunun azalmasıyla birleşince dış politikada yaklaşım giderek revizyonizmden adeta irridentist bir zemine kaydı. Bu noktada Mısır üzerinden Suudi Arabistan’la da artan bir uyumsuzluk içerisine düşülürken, uzayan Suriye iç savaşı ve Irak’ta Devlet Başkanı Nuri El Maliki’nin bu ülkede izlediği Sünnî azınlığı dışlayıcı politika ortaya daha da karmaşık bir tablo çıkardı.

Esasen Türkiye Sünnî aşiret ve grupların Irak iç politikasına dahil edilmesi için oldukça yoğun çaba göstermiştir. Bu çabanın üzerinde cereyan ettiği kanallar AKP karar alıcılarının bu gruplarla yakın ilişkiler geliştirmesinin de zeminini oluşturmuş görünüyor. Aynı dönemde, Türkiye’de, özellikle hükümete yakın çevrelerde, Suriye’de savaşan ve El kaide bağlantılı olduğu iddia edilen Nusra Cephesi’nin terör örgütü olmadığına ilişkin ciddi bir tartışma sürmekteydi.

IŞİD’in denkleme katılması

11 Mayıs 2013’te, Reyhanlı saldırısının ardından BM kararları çerçevesinde Nusra’nın 30 Eylül 2013’te terör örgütü listesine dahil edilmesi bu tartışmaları bir ölçüde durdurdu. Bununla birlikte, bu tarihe kadar geçen dönemde Nusra’nın AKP’nin müsamahasına ne kadar mazhar olduğu tartışması devam etmekte.

Bu ilişki, eğer vardıysa, kurulmasında ve sürdürülmesinde Suriye iç savaşının mümkün olduğu kadar çabuk ve izlenen dış politikayla uyumlu biçimde sonuçlanmasına dair kaygıların rol oynadığını düşünmek mantıklı görünüyor. Önce Irak El-Kaidesi, ardından Irak İslâm Devleti olarak kendini adlandıran grubun, Irak ve Şam İslâm Devleti (IŞİD) adını alarak El-Kaide merkezine bağlı Nusra Cephesi’ne  katıldığını ilan etmek suretiyle kendisini Irak’tan büyük ölçüde Suriye’ye taşıması bu dönemde gerçekleşmiştir.

IŞİD’in denkleme katılımının AKP dış politikası açısından anlamının ne olduğu tartışılabilir. Ancak IŞİD, Nusra ve El-Kaide merkez ile bağlarını koparıp diğer cihadçı grupları kendisine katarak yükselirken, AKP’nin tehdidin ölçeğini değerlendirmekte isteksiz davrandığı söylenebilir. Kaldı ki, bu isteksiz tavır yakın zamanda bir ölçüde dönüşmüşse de, Türkiye - Suriye sınırında işlediği iddia edilen “direniş” gruplarına yönelik müsamahakâr düzenin bir gecede ortadan kalkmasının beklenmeyeceği açıktır.

Ayrıca, Irak’ta Sünnî gruplarla kurulan ilişkilerin ne kadar derine indiği tam olarak bilinemese de, IŞİD denkleme dahil olduktan sonra bu gruplarla süren diyaloğun üzerinden IŞİD ile de çeşitli temaslar kurulması ihtimali akla yakın. Esasen Musul konsolosluğu rehinelerinin kurtulmasında da bu ilişkilerin rol oynadığını düşünmek mümkün. Bu varsayım altında, özellikle IŞİD, Suriye’den geri Irak’a geçerek İslâm Devleti’ne (İD) dönüşürken bu ilişkiler gittikçe daha büyük bir önem kazanmış olmalı.

Bu noktada dış politika ile iç politikanın iç içe girdiği savı çerçevesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Eylül 2014’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, “IŞİD eli kanlı terör örgütüdür”11 ifadesini kullandığını hatırlamak gerekir. Müttefiklerle ilişkilerde ortaya çıkan gerginliğin boyutlarının yarattığı sıkıntı ve Musul Konsolosluğu personelinin serbest kalmasının getirdiği rahatlık gibi doğrudan dış politikaya ilişkin gelişmeler kadar, kamuoyunun genelinin (yüzde 80,6) IŞİD’i terör örgütü ve tehdit olarak algıladığına ilişkin verilerin Erdoğan’a bu tespiti yaptırdığını söylemek mümkün.

Burada dış politika, içerideki hassas ittifakları ve dönüştürücü etkinin büyüsünü sarsmadan, oransız yüksek getiri beklentilerinden vazgeçerek, uzun zamandır iç politik kaygılar öncellenerek alınmış kararların yarattığı birikimden ve izlek bağımlılığı ile  manevra yapmak zorunluluğu arasında sıkışmış görünüyor..

Karşılık bulamayan sorular

Tüm bu açıklamalar bir yana, birçok soru hâlâ karşılıksız. Özellikle de, AKP’nin radikal aktörlerle oluşturduğu iddia edilen ilşkileri ne sebeple kurduğu bağlamında sorulması mümkün olan sorular bunlar. Örneğin, neredeyse tüm aktörlerin, İran’ın Hizbullah örneğinde olduğu gibi, bir vekil sahibi olduğu bir ortamda, kendini ümmet fikrine yakın hisseden iç siyasî ittifakları mevcut, sınıraşan bağlar ve yakınlıklar üzerinden kendilerini tanımlayan aktörlerle hareket etmekte kendisinden önceki hükümetlerden daha rahat olduğu açık olan AKP iktidarının, kendi vekillerini oluşturacak ilişkileri kurmak ve bu yolla zora giren bir dış poilitikayı toparlamak arzusu duyması ihtimal midir?

Veya, Batı ve uluslararası toplum için konuşulması oldukça güç taraflarla diyalog kurabilen, Suriye dosyası gibi uluslararası ilişkiler gündeminin en önemli dosyasını oluşturan bir konuda kilit rol oynayan bir aktör konumunda olmak, her yönden baskı altında ve istikrarlı biçimde iç desteğini yitiren bir dış politika için bir hasar kontrolü ve konsolidasyon zemini olarak değerlendirilmiş midir?

Ya da Musul Konsolosluğunun zamanında boşaltılmamış olmasında, karanlık bölgenin ortasında, hem Kürtler, hem diğer aktörler için kilit rol oynayabilecek bir diplomatik temas noktasına sahip olmak isteği rol oynamış mıdır? Liste uzatılabilir.

Bunlar bir yana, uluslararası basında alenen “cihadçı hareketlere karşı hoşgörülü tutum”12 şeklinde nitelenen, İD’nin palazlanmasına imkan veren “kolaylaştırıcı sınır politikası” izlemekle itham edilen, daha da ötesi artık kimileri tarafından Libya’daki cihadçılara silah sağlayan bir ülke olarak nitelenmeye başlanan13 bir ülkenin, bu iddialardaki doğruluk oranı bir yana, en hafif tabiriyle, etkili bir diplomasi iletişimi yürütmediği söylenmek durumunda. Türkiye’de sosyal medyanın sıkı takipte olduğu bilinen bir gerçekken, iktidarı çevreleyen ve müsamahaya mazhar görüldüğü anlaşılan, İD yanlısı internet sayfalarının yayınlarını rahatlıkla sürüdürüyor olması da bu suçlamaların ateşini körüklüyor.

Sürdürülebilirliği olmayan dış politikanın sınırları

Nihayetinde, bugün artık içeride dış politikayı bir iktidar dönüşümünün temel argümanı olarak kullanma eğiliminin, sınır ötesi devlet dışı bağlar ve yakınlıklar üzerinden dış politikayı yürütme denemesinin ve Türkiye’nin uluslararası sistemdeki konumunu zorlamanın sınırına gelindiği açık. İzlenen dış politikanın sürdürülebilirliğinin olmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu, Türkiye’nin müttefikleri ile ilişkileri bakımından doğurduğu zarar bakımından olduğu kadar, içeride kamuoyunu kutuplaştırarak seçmeni diri ve mobilize tutmanın toplumsal uyuma verdiği tahribat nedeniyle de sürdürülebilir bir tutum olmaktan çıkmış durumda.

Kamuoyunun yüzde 69’u halihazırda siyasette İslâm’ın büyük ölçüde rol oynadığını, yüzde 53,2’si IŞİD’in Türkiye’de örgütlendiğini, yüzde 86,2’si IŞİD’in Türkiye için tehdit teşkil ettiğini düşünüyor.

Sonuçta, dış politikaya desteğin yüzde 41’e  gerilediği bir ortamda hüküm geç kalmıştır bile denebilir. Üstelik, 700 ila 1.200 arasında değişen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının halihazırda İD’ye katılmış olduğu, bunların geri döndüklerinde ne gibi eylemler içerisinde olacağının bilinemediği, ayrıca “dönüşteki” diğer yabancı savaşçılara uzun süreli ev sahipliği yapabilecek bir ağ oluşturdukları, Türkiye’de kamuoyunun yüzde 4’lük bir kısmının İD’ye sempati duyduğu, yüzde 7,1’inin eylemlerini onayladığını beyan ettiği, bu oranların mevcut yasalarla partilere Hazine yardımı eşiği kabul edilen yüzde 3’ten yukarıda olmak gibi bir ironiyi temsil ettiği ve Türkiye-Suriye sınırının Afganistan bağlamından hareketle “Pakistanlaşma”sından bahsedildiği, IŞİD’in tüm Müslümanların biatını talep ettiği, ideologlarının nihaî hedef olarak İstanbul’un fethini işaret ettikleri14 de unutulmamalı.

Esasen, iktidarın yeniden üretilmesinin temel argümanı olarak kullanılarak, bir yandan indirgemek, bir yandan da üzerine yüklenilmek için dış politika fazla riskli bir alan. Özellikle de bugünkü koşullarda Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada.

1    George Modelski, A Theory of Foreign Policy, London, Pall Mall Press, 1962, sf. 6.

2    Murat Yeşiltaş, Ali Balcı, A Dictionary of Turkish Foreign Policy in the AK Party Era: A Conceptual Map, SAM Papers, No: 7, Mayıs 2013.

 3   Vurgu bana ait. AKH.

 4   Ali Balcı, “Komşularla sıfır sorun sadece bir dış politika ilkesi mi?”, Star, 5 Eylül 2012.

5    Joseph Frankel, The Making of Foreign Policy; An Analysis of Decision-Making, London, Oxford University Press, 1963, sf. 1.

6    İki örnek için bkz.  Mehmet Metiner, “Kendi devrimini bitiren ülke: İran”, Yeni Şafak, 30 Ağustos 2012; “Ak Parti İstanbul’dan Suriyeliler için Kampanya”, 25 Aralık 2014, (çevrimiçi) http://www.ensonhaber.com/ak-partiden-suriyeli-siginmacilar-icin-kampan…, 13 mart 2015.

7     Bir örnek için bkz., “Elazığ’dan Suriye’ye 20 TIR’lık Un Yardımı”, 11 Şubat 2015, (çevrimiçi) www.ihh.org.tr/tr/main/news/0/elazigdan-suriyeye-20-tirlik-un-yardimi/2…, 15 Mart 2015.

8    Bu söylemelrdeki vicdani kavramı, yukarıda kullanılan İslami ifadesinin ikamesi görüntüsünde.

9    “Başbakan Erdoğan’ın Suriye Halkı’nın Dostları Grubu 2. Konferansı Konuşması”, 1 Nisan 2012 (çevrimiçi) www.youtube.com/watch?v=p9o6RDRJJL4, 10 Mart 2015. Ayrıca bkz. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye’deki gelişmeler üzerine gündem dışı açıklaması, TBMM Tutanak Dergisi, 100. Bileşim, 26 Nisan 2012, (çevrimiçi) www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem24/yil2/ ham/b10001h.htm, 25 Mayıs 2012. Aynı tutanakta yer alan Ömer Çelik’in sözleri de bu bakımdan kayda değer.

10  Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Turkey -Syria Relations: between Enmity and Amity, Raymond Hinnebusch ve Özlem Tür (ed.), Surrey, Ashgate, 2013 içerisinde Ahmet K. Han, “Paradise Lost: A Neoclassical Realist Analysis of Turkish Foreign Policy and the Case of Turkish-Syrian Relations”, sf. 55 – 69.

11  “Erdoğan IŞİD’e ‘terör örgütü” dedi!”, Sözcü, 25 Eylül 2014.

12  Patrick Cockburn, “Turkey accused of colluding with Isis to oppose Syrian Kurds and Assad following surprise release of 49 hostages”, The Independent, 21 Eylül 2014.

13 Jonathan Schanzer, “Turkey’s Secret Proxy War in Libya”, National Interest, 17 Mart 2015, (çevrimiçi) http://nationalinterest.org/feature/turkeys-secret-proxy-war-libya-1243…, 17 Mart 2015.

   14  Graeme Wood, “What ISIS really wants?”, The Atlantic, March 2015.