“Ben çocuklara çocuk gibi davranmam. Bir çocukla ilişkim, dostluğum, arkadaşlığım varsa, o benim arkadaşımdır, çocuk değildir. Çocuk gibi bakmam. Ayrı bir insan türü gibi bakmam. Niye bu böyle? İnanmadım hiçbir zaman çocukların, insanların çocuklara davrandığı gibi çocuk olduklarına. Basbayağı insandır onlar.”1
Kültürel ve tarihsel kökleriyle bir toplumda var olan çocuk algısı çocuğa karşı ayırımcılığın en önemli kaynaklarından biridir. 18. yüzyılda romantizm akımıyla güçlenen ve halihazırda geçerliliğini koruyan, çocukların “kırılganlık”, “masumiyet” ve “cehalet”lerine atıfla idealize edilmiş anlamda “özel” oldukları iddiası, neticede çocukları toplumsal olarak önemsiz kılar. Çocukluk hem yasal hem de biyolojik olarak bir bağımlılık dönemi addedildiğinden, çocuk aktörleri gözardı etmek genellikle kolaydır. Zira çocuklar esas olarak, “pasif alıcılar” olarak görülmektedir ve kültürel mevcudiyetleri nadiren teslim edilmektedir.
Yaşar Kemal’in saptaması bu açıdan çarpıcıdır. Çocukların yeterince gelişmemiş oldukları ve bu yüzden de henüz tam anlamıyla insan sayılamayacakları gibi bir yaklaşım, sadece Türkiye’de değil modern burjuva aile yapısının (çekirdek aile) norm olduğu toplumlarda yaygındır. Çekirdek aile yapısı ideali içinde çocuk bir yandan göz bebeği, baş tacı edilmiş, öte yandan çocuklar irade ve eylemlilik sahibi ol(a)mayan biblolara dönüşmüştür.
Çocukluk insan hayatında geçici bir dönemdir. Bir an önce aşılması ve mutlu sona (yetişkinlik) ulaşılması için çabalanır. Yetişkincilik tarafından belirlenen yaş siyaseti, çocukların “doğal olarak” yetişkinlerden daha “az” olduğunu iddia eder. Yetişkin sayılmayan insanların (çocuk ve gençler) toplumsal rolleri, derin bir iktidar ilişkisi içinde belirlenir. Çocuklar “olma halinde”dir, yetişkin olana dek tam ve tanımlanabilir kişiler olarak görülmezler. Çocuklar bir nevi “eksik insan”dır. Hem akademik çalışmalarda hem de kamuya mal olmuş genelgeçer anlayış çerçevesinde, çocukların “rasyonel bir bakış açısı sahibi” olduğu – ki insan kimliğinin en önemli özelliğidir – kolaylıkla reddedilir. Çocukluk hem kişi olmanın sınırlarını, hem de eylemlilik, söz ve hak sahibi olmanın önündeki engellerin ana hatlarını belirler.
Kimdir çocuk?
Ceza Kanununun 6. maddesine göre, çocuk denince henüz 18 yaşını doldurmamış kişiler anlaşılır. 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nun 3. maddesinde de 18 yaşını doldurmamış kişi bu kanunun uygulanmasında çocuk sayılır denmektedir. Medeni Kanun’un 11. maddesinde 18 yaş, erginlik (reşitlik) yaşı olarak kabul edilmiştir. Ancak, 15 yaşını doldurmuş kişiler anne ve babalarının rızası ve mahkeme onayıyla ergin sayılabilir. Aynı şekilde, 16 yaşını doldurmuş kişi hakim kararıyla, 17 yaşını doldurmuş kişi ise anne ve babasının rızasıyla evlenebilir. Ancak evlenme ya da yargı yoluyla ergin kılınan kişinin çocuk olma hali devam edecektir. Türkiye’nin 1994’te onayladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, 18 yaşın altındaki herkes çocuktur ve bu bağlamda sözleşmenin koruma kapsamında sayılmaktadır.
Cezaî sorumluluk söz konusu olduğunda, 12 ve 15 yaşlarında farklı sınıflandırmalar olduğu görülür. Çocukların cezaî sorumluğunun başlangıcı 12 yaştır, daha küçük çocukların cezai sorumluluğu bulunmaz. 15 yaşını dolduranların cezai sorumluluğunun var olduğu kabul edilmiştir, ancak yaşları nedeniyle kusurluluk hallerinin diğer kişilerden daha az olduğu kabul edilerek cezalarında indirim önerilir. Bu iki yaş arasındaki (12-15 yaş) çocukların cezai sorumluluğunun var olup olmadığı konusunda kesin bir yargı bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, çocukluk tanımı yapılırken hukuk sisteminin bir yandan 18 yaş sınırını önemsediğini, öte yandan cezai sorumluluğu 12 yaşa kadar çekme eğiliminde olduğunu görüyoruz. Bu açıdan, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde tanımlanan çocuğun insan hakları standartlarının gerisinde kalındığı açıktır. Sözleşmeye göre, çocukların işledikleri fiiller yasalara göre suç olsa bile, çocuğa özgü adalet sisteminin ilkeleri işletilir, çocukların hangi fiili işlediklerinin değil, neden bu fiili işlediklerinin üzerinde durularak hak temelli çözümler üretilir. En önemlisi de çocuğun yüksek yararının gözetilmesidir.
Türkiye’de durumun bu bakış açısından çok uzak olduğunu iddia etmek için ne yazık ki sayısız örnek var. Otuz yıl geriye giderek Erdal Eren’in idamını,2 daha yakın dönemde Mart 2006’da Diyarbakır olayları sürerken dile getirilen “çocuk da olsa kadın da olsa gereği yapılacaktır”, 3 ya da birkaç ay önce Lice’de yaşananların ardından aynı minvaldeki “çocuk da olsa bedeli ödetilecektir”4 söylemini hatırlamamız yeterlidir.
İstatistiksel verilere gelince, 2002’den 2011’in sonuna kadar, ilk iki yıl Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde (DGM), sonrasındaysa Özel Yetkili Mahkemeler’de (ÖYM) 18 yaşın altında 9 bin 931 çocuk siyasî davalarda yargılanmıştır.5 Gündem Çocuk Derneği Çocuk Hakları Merkezi’nin raporuna göre, 2013’te Türkiye’de, 633 çocuk önlenebilir sebeplerle yaşamını yitirmiştir, önceki yılda bu rakam 609, 2011’deyse 815 olmuştur.
Çocuk nüfus
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2014’te yayımladığı bilgilere göre, 0-17 yaş grubunu içeren çocuk nüfus Türkiye nüfusunun yüzde 29,7’sini oluşturuyor. Çocuk nüfusun toplam nüfusa oranı Avrupa Birliği ülkeleriyle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin bu ülkelerin tümünden daha yüksek bir çocuk nüfus oranına sahip olduğu görülüyor. Bu oran Fransa’da yüzde 22,2, İngiltere’de yüzde 21,2, İsveç’te yüzde 20,2, Yunanistan’da yüzde 17,6 ve İtalya’da yüzde 16,8. En düşük çocuk nüfus oranına ise yüzde 16 ile Almanya sahip.
Ülke nüfusunun üçte biri çocuk olduğu gibi, hanelerin yüzde 53,2’sinde 0-17 yaş grubundan az bir çocuk bulunuyor, yani iki haneden birinde muhakkak bir çocuk var. Dolayısıyla, çocukları ilgilendiren hukukî düzenlemeler, çocuklara dair politikalar (örneğin, 4+4+4 sistemi), çocuk hayatını etkileyecek siyasî kararlar (örneğin, dershanelerin kapatılması) toplumun yarıdan fazlasının hayatında değişikliklere yol açıyor. Öte yandan, bu büyük çocuk nüfusun oy kullanamıyor olması, çocukların seçimlerde adaylarca önemsenmeyen bir toplumsal kesim gibi görülmelerine ve temsilî demokrasi açısından “etkisiz eleman”a dönüşmelerine yol açıyor.
Sempati nesnesi olarak çocuk
Çocukların siyasî mekanizmalarda, kamu yönetiminde özne olarak görülmemeleri kadar ciddi bir sorun da çocukların kolaylıkla nesneleştirilmesi. Çocuklar sempati yaratma yöntemi olarak araçsallaştırılarak siyasî partilerin seçim kampanyalarında, reklamlarda, televizyon ve sinemada sıkça kullanılıyor. Polis Teşkilatı kamu spotlarında çocukları kurtarmayı tercih ediyor, çamaşır makinesinden otomobile, kredi kartından beyaz peynire, akla gelebilecek her ürünü satmak için ajansların çocuklara ihtiyacı var galiba. Keza çok gişe yapan sinema filmlerinin (örneğin, “Babam ve Oğlum”, 2005), yüksek reyting alan dizilerin (örneğin, “Küçük Ağa”, 2014) büyük ölçüde çocuk karakterlerin masumiyetine, sevimliliğine, yeteneğine bel bağladığını görüyoruz.
Söz konusu duygu sömürüsü olduğunda, yine çocuklar başrollerde. Her an, her yerde, her yaştan insan acı çekiyor. Ancak, acı çeken çocuklar oldu mu kulak kesiliyoruz. “İsrail bombaladı”, “Suriye’de çatışma”, “İki terörist sağ/ölü ele geçti” başlıklı haberlerde insanların acılarını düşünmeden sayfayı çevirebiliyoruz. Ama reklamcıların, sinemacıların ve medyanın çoktan keşfettiği gibi işin içine çocuk girdiğinde akan sular duruyor.
Çocukların siyasî katılımının önündeki engeller
Kamu yönetimi alanındaki araştırmalar, Türkiye’de çocukların katılım hakkına sahip özneler ya da yönetişim süreçlerinde yer alması gereken vatandaşlar olarak görülmediğini ortaya koyuyor.6 Türkiye’de nüfusun ciddi bir kesimini oluşturan çocuklar “yarım vatandaş” veya “yapım aşamasında” vatandaşlar olarak görülüyor. Çocuklar yasal olarak sınırlandırılmış katılım ve örgütlenme hakları sebebiyle yaşadıklarını ifade etmede her alanda önemli sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Hak ihlâli durumunda, adlî sistemden yararlanmada önemli sorunlarla karşılaşmaları ve haklarını koruyan örgütlere erişimlerinin genel olarak sınırlı olması, karar alıcıları etkilemede çocukları güçsüz kılıyor. Çocukların görüşlerinin nadiren dikkate alınması, oy haklarının olmaması, hükümetlerin insan hakları konusundaki tutumunu belirleyen siyasal süreçte anlamlı bir rol oynayamamaları onları daha edilgen bir konuma düşürüyor.
Çocuklar toplumun üçte birden fazlasını oluşturmalarına rağmen, siyasetin öznesi değiller ve toplumsal kaynaklardan faydalanma oranları çok düşük. Siyasî partilerin gündemi, programları, hükümet politikaları incelendiğinde, çocukların kamusal alanda rol oynayan ve görünürlük sahibi bireyler olarak değil, sadece hizmet verilecek bireyler ya da hakları çiğnenen mağdurlar olarak ele alındığı görülüyor. 13 Temmuz 2011’de kurulan 61. hükümetin programında çocuk kelimesi sadece eğitim, sosyal yardım ve korunmaya muhtaç çocuklar bağlamlarında kullanılıyor. Çocuklar korunması ve kollanması gereken “eksik bireyler”, ihtiyaç sahipleri olarak yansıtılıyor. Bu bakış açısının sadece devlet ya da siyasîlerin tutumunu yansıtmadığını eklemekte fayda var. Kamu yönetiminden sivil toplum çalışmalarına, anne babalardan çocuklarla çalışmaya dayanan alanlarda görev yapan profesyonellere çocukların toplumsal rolleri ve güçleri büyük ölçüde önemsenmiyor, çocuklar birer demokratik özne olarak ele alınmıyor.
Öte yandan, katılım hakkı, çocukları temel insan haklarının aktif öznesi ve kendilerine özgü düşünce ve duygulara sahip bireyler olarak tanımlar. Dolayısıyla, “hayırseverlik mantığı ve ataerkil yaklaşımlar” reddedilir. Yetişkinlerin olduğu gibi çocukların da demokrasiyi içselleştirmesi ve birarada yaşama anlayışı geliştirmesi için katılım imkânları yaratılması önemlidir. Çocuk katılımı, çocukları etkileyen her konuda, onların görüşlerini ifade etmelerine olanak yaratmak ve bu görüşleri karar alma süreçlerinde dikkate almaktır. BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin 12. maddesi çerçevesinde, çocukların kendilerini ilgilendiren konularda, kararlarda, etkinliklerde ve süreçlerde etkin yer almaları sağlanmalıdır.
Çocuklar ve sakıncalı siyaset
Anaakım medya, politikacılar ve hukukçular tarafından sıkça gündeme getirilen söyleme göre, çocukların hayatında siyasetin yeri yoktur. Çekirdek aile yapısı ve orta sınıf değer yargıları bağlamında, çocuk okula gider, parkta oynar, çocuk kitabı okur, çizgi film seyreder... Bunlar klişe olmakla birlikte, güncel duruma işaret ediyor. Çocuklar sokaklardan, meydanlardan, daha genel anlamda kamusal alandan uzakta tahayyül edilmektedir. Sokakta gördüğümüz çocuklar hep kötü örnekler olarak sunulur: Tinerci çocuklar, çöp toplayan çocuklar, mendil satan çocuklar, araba camı silen çocuklar... Yaygın kanıya göre, bu çocuklar bilinçsiz ya da yoksul ebeveynleri ve sosyal çevreleri tarafından sokaklara sürüklenmiş, kurtarılmaya muhtaçlar. Yaşar Kemal’in otuz yıl önce sokak çocuklarıyla yaptığı röportajlardaki empatinin yerinde ne yazık ki yeller esiyor.
Sokakta olmaktan çok daha katı bir şekilde eleştirilen davranış, “taş atan çocuklar” bağlamında sıkça tartışılan siyasî eylemlilik. Çocuklar siyasetin dışında tahayyül edilse de, devlete muhalif eylemler içinde yer aldıklarında istisnai biçimde siyasî özne olarak kabul edildiklerini ve çocuklukla ilişkilendirilen koruma önceliğinin bir kenara bırakıldığını görüyoruz. 1 Mayıs 2013’te Taksim’de henüz 17 yaşında olan D.A. polisin attığı gaz bombası kartuşuyla başından ağır yaralanıp, kafatası kırıldığında İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, “Dilan örgüt üyesidir, marjinal grup üyesidir. Tam bir radikal mensuptur. Yaptığımız hiçbir eksik ve yanlış işlem yoktur” diyerek bu bakışı özetlemiştir. D.A.’nın çocukluğunu “örgüt üyeliği” bitirmiştir. Hakim muhafazakâr anlayışa göre, çocukların politizasyonu ve siyasal eylemliliği yetişkinler tarafından kandırılmak, manipüle ve istismar edilmek şeklindedir. Bu çocuklar bir çırpıda terörist, örgüt üyesi, anarşist, çapulcu diye etiketlenir.
Berkin Elvan cinayetinin7 ardından çizilen iki zıt çocuk portresi de benzer bir indirgemecilik içeriyordu. Karşımızda ya “yüzünde poşu, elinde sapan” bir terörist vardı (siyasî özne), ya da ekmek almaya giden bir çocuk (gayrı siyasî kurban). İlk iddia Berkin’in yaşı itibariyle ne olursa olsun çocuk olduğunu, ikinci iddia da çocukların birer siyasî özne olarak direnme hakkını inkâr ediyor. Hem siyasî iktidarların hem de medyanın ezber varsayımları yüzünden, Berkin gibi yüzlerce örnekte, çocuklar yaftalanıyor, siyasete malzeme edildikleri gibi tehdit altında bırakılıyor.
Bu konuda çarpıcı bir örnek “Manisalı gençler” davasıydı. Manisa’da, 14 ila 18 yaşlarında 16 çocuk, duvara yazı yazmak, bildiri dağıtmak, molotof kokteyli atmak, gizli örgüte üye olmak suçlarından 26 Aralık 1995’te gözaltına alındı. Çoğu lise öğrencisi olan gençler beş gün Manisa Terörle Mücadele Şubesi’nde tutuldu. Gözaltında verdikleri ifadelere dayanılarak, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) “yasadışı örgüt üyeliği” suçundan yargılamalarına başlandı. Aynı zamanda, Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli 10 polis hakkında da Manisa Ağır Ceza Mahkemesi’nde işkence suçundan dava açıldı. Polisler gözaltındaki gençleri çırılçıplak soymak, değişik biçimlerde cinsel tacizde bulunmak, dayak atmak, ölümle tehdit ve küfür etmek, gözleri bağlı tutmak, yiyecek içecek vermemek, vücudu 45 derecelik eğik biçimde ve çıplak olarak saatlerce bekletmekle suçlandı. Adli tıp raporlarında işkencenin detayları açıkça ortaya konmuş olsa da yargılama yıllarca sürdü.
Duruşmalar sürerken yaşanan bir sahne hafızalarda yer etti. Mahkeme binasından uzaklaşan cezaevi aracının arkasından gözyaşlarıyla bakan annelerden biri aracın kapısına asılmış sürüklenirken, “Götürmeyin kızımı, o daha çocuk!” diye bağırıyordu. Annenin söylemeye çalıştığı kızının yaşının siyasetle ilgisi olamayacak kadar küçük olduğuydu. Bu varsayım çocuklara atfedilen (ve atfedilmeyen) toplumsal ve siyasal rolleri özetlemesi açısından tipiktir. Çocuk, masum, cahil ve savunmasızdır. Bu romantik bakış açısına göre, çocuklar bir olayın öznesi değil, ancak kurbanı olabilir.
Peki yarın ya da on yıl sonra, mahallesine, şehrine, çevresine, dünyasına sahip çıkan, demokratik toplumun ayrılmaz ve etkin parçası çocuklar ve gençler, onları ciddiye almayan bir düzenin, siyasîlerin, anne babaların söz sahibi olduğu bir ortamda nasıl ortaya çıkacak?
--------------------------------------------
1 Yaşar Kemal’in Kemal Özer’e verdiği söyleşi, 13 Eylül 1975, “Çocuklar İnsandır”, s. 17, Yapı Kredi Yayınları, 2013, İstanbul.
2 Erdal Eren, 12 Eylül askeri darbesi döneminde, 17 yaşında olmasına rağmen, yaşını ispatlamak için kemik ölçümü yapılması talebi reddedilmiş, yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de idam edilmişti.
3 24 Mart 2006’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir operasyonunda öldürülen on iki PKK gerillasının cenaze töreninde ve sonrasında çıkan olaylara dair Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözleri.
4 8 Haziran 2014’te, Lice’de kışla içindeki bayrağı direkten indirenin TSK tarafından çocuk olduğunun açıklanması üzerine Başbakan Erdoğan “Çocuk da olsa gereği yapılacaktır, bedeli ödetilecektir” demişti.
5 Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek’in soru önergesine Adalet Bakanlığı’ndan verilen cevap. http://bianet.org/bianet/insan-haklari/140604-9-yilda-10-bin-cocuk-dgm-….
6 Serdar Değirmencioğlu, “Demokraside Çocuk ve Gençlere Yer Açmak”, Sosyal Hizmet, ss. 23-33, Ocak 2008.
7 1999 doğumlu Berkin Elvan Gezi protestoları sırasında polis tarafından atılan göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi üzerine 269 gün komada kaldıktan sonra 11 Mart 2014’te hayatını kaybetti.